KURTULUŞ CEPHESİ - Temmuz-Ağustos 1997
Süleyman Çelebi'nin
Vesilet-ün Necât'ı (Kurtuluş Yolu):
Mevlit
Ülkemizdeki siyasal olayları izleyen hemen herkesin üzerinde birleştikleri nokta, ülkede her alanı kapsayan bir kaosun, keşmekeşin, belirsizliğin ve tutarsızlığın egemen olduğudur. Düzen çerçevesinde ortaya çıkan olgular ve olaylardan, düzene karşı olduğunu ilan eden kesimlerde görülen kavrayışlar ve eylemlere kadar, her alanda egemen olan belirsizlikler, tutarsızlıklar vb. kaçınılmaz bir biçimde kitlelerin olayların birer izleyicisi konumunda kalmalarına neden olmaktadır. İster düzen içi politik partiler olsun, ister kendisine "sol" diyen legal ya da legalişmeye yönelen örgütler ve çevreler olsun, kitlelerin bu pasifliğini kendi tutarsızlıklarını, belirsizliklerini vb. gizlemek için uygun bir zemin olarak kabul etmektedirler. Oligarşik yönetimin siyasal partilerinin işlevi mevcut düzeni korumak olduğundan, kitlelerin eylemsizliği, memnuniyetsizliklerini dışa vurmayışları bu işlevlerini yerine getirmeyi kolaylaştıran bir unsur olmaktadır. Zaten oligarşik yönetimin tüm faaliyetleri, mevcut düzenini koruyabilmek için, kitlelerin düzene karşı tepkilerini pasifize etmeye yönelik olduğundan, böyle bir durum, ister istemez kendi amaçlarıyla çakışmaktadır.
Ancak kendilerini "sol" olarak tanımlayan ya da "devrimci" olduğunu söyleyen örgütlerin ya da oluşumların, kitlelerin mevcut gelişmeleri kavrayamayışlarını, olayların nasıl geliştiğini ve neden oluştuğunu anlayamamalarını ve de bunun sonucu olarak olayların izleyicisi olmakla yetinmelerini kendileri için uygun bir ortam olarak görmelerinin hiçbir mantıklı açıklaması yoktur.
Şöyle ülkemiz soluna baktığımızda görülen, gerek kadrosal düzeyde, gerekse kitlesel düzeyde, birbiriyle çelişen faaliyetlerin, birbirini dışlayan ve yalanlayan belirlemelerin egemen olduğudur. Özellikle "pratik" olarak ifade edilen faaliyetlerin günlük gelişmelere ya da eğilimlere göre düzenlenmesi, soldaki tutarsızlığın, belirsizliğin nedeni olarak ortaya çıkmaktadır. Sol örgütlerin ya da oluşumların birinin yaptığı bir şeyin (ki bu kendi yayınlarında kullandığı bir sayfa biçimi bile olabilmektedir) kısa bir sürede diğerleri tarafından hemen benimsenip yapılması, bir yandan kimin ne olduğu konusundaki belirsizliği artırırken, diğer yandan yarın ne olacağının ve nasıl olacağının bilinemediği bir ortam yaratmaktadır. Pekçok sol örgütlenmenin ortaya koyduğu politik belirlemeler ya da ideolojik değerlendirmelerin, kendi pratik faaliyetleri için bir ölçü olarak kullanılamamakta oluşu, bu ortamı daha da içinden çıkılmaz bir keşmekeşe dönüştürmektedir.
Soldaki bu durum, bir yandan da, örgütlenmelerin ya da oluşumların birbirlerini, birbirlerinden birşeyleri "çalmakla", "taklit etmekle" suçlamalarına neden olmaktadır. 1 Mayıs' da "maske" kullanılması olayında olduğu gibi, bu türden suçlamaların söylemi bile bozulmuştur.
Kimin neyi, neden yaptığının bilinemediği; kendi açıklamalarından "öğrenilen"in, bir sonraki açıklama tarafından "yalanlandığı"; ideolojik-teorik belirlemelerin yerine günlük konuşma diline dayalı sohbetlerin geçirildiği; ideolojik-politik tartışmaların birer meydan okumaya dönüştürüldüğü ülkemiz solunda artık "kavram keşmekeşi" değerlendirmesini bile anlamsızlaştıracak bir bozulma giderek üst boyutlara tırmanmıştır.
Bu konuda, kendisini DHKP-C olarak örgütlediğini ilan eden DS'nin HÖP olarak legalizme yönelmesiyle birlikte sergilemeye başladığı düzen içi politik faaliyet biçimlerinden birisi olan (ki bu sol-popülizm olarak bile tanımlanamaz) "devrim şehitleri için mevlit okutma" "eylemi"ni örnek olarak gösterebiliriz.
Soldaki gelişmeleri az çok izleyenlerin bildiği gibi, DS'nin HÖP oluşumu, Nisan ayında "mevlit" okutmuş ve bununla ilgili haberler basında yayınlanmıştı.
Kendisini "devrimci" olarak tanımlayan, sık sık yayınlarında "Marksist-Leninist" olduklarını ilan eden bir sol örgütlenmenin böylesine bir dini "vecibeyi" yerine getirmeye yönelik faaliyette bulunması ve bunu gazete ilanları ile "örgütleme"si, kaçınılmaz olarak eleştiri konusu olmuştur. (Elbette burada sözünü etmiş olduğumuz, adına eleştiri denilebilecek olanlardır. Yoksa, DS'nin "mevlit"ine karşı gösterilen diğer tepkiler, yapılan eleştiriden çok daha fazla ve yaygındır.)
Partizan Sesi dergisi, 1-16 Mayıs 1997 tarihli 59. sayısında DS'nin "devrim şehitleri için mevlüt" "eylemi"ni "Halk ve Değer Yargıları" başlığını taşıyan bir yazıyla eleştirmiştir.
"Dogmatizme ve şablonculuğa düşmemek adı altında Marksist klâsiklerin fazlaca dikkate alınmadığı bir ortamda, onlara başvurmanın pek yararı olacağı kanısında değiliz." [1*] diyerek DS'nin "Mevlit organizasyonu"nu "Gılgamış Destanı"ndan alıntı yaparak eleştirmeye başlayan Partizan Sesi, Şeyh Bedrettin'den "Saygıdeğer amaçlara, saygıdeğer araçlarla ulaşılır" alıntısını yaparak şöyle sürdürmektedir:
"... 'Halkın değer yargılarına karşı tutum ne olmalıdır'. Marksistler açısından gayet net olan bu konunun böylesine gündeme girmesine sebep olan şey, taktik adına cemevlerinden başlatılan bir serüvenin camilere kadar uzanmış olmasıdır...
Dine karşı tutum ne olmalıdır: Şunu tekrar etmekte yarar görüyoruz; 'Din halkın afyonudur'. Bu, bütün çıplaklığıyla kendisini kabul ettirmiş bir tezdir. Dolayısıyla, dinin her fırsatta, nasıl afyon olarak kullanıldığını kitlelere kavratmaya çalışırız. Ama bunu yaparken yöntemlerimizi iyi seçeriz. Örneğin semah ve mevlid organizasyonları yaparak dinin afyon olduğunu 'kavratmaya' çalışmayız. Çünkü bu, bir komedi olur. Ayrıca biz ateist olduğumuzu yani tarnıya inanmadığımızı söyleriz. Fakat halkın dini inanç özgürlüğüne de saygı duyarız... Ama hiçbir zaman inanç özgürlüğüne saygı duymaktan dinsel organizasyonları bizzat kendi ellerimizle gerçekleştirmeyi algılamayız. Aksi takdirde bu, devlete bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı bulunan bir ucube laiklik olur.
Kitlelerin geri yönleriyle uzlaşmak anlamına gelen ve kitle çizgisi olarak uygulanan bu taktiklerin (!) tek bir adı vardır: Kitle kuyrukçuluğu. Pragmatist yaklaşımın vardırdığı sonuçlardan birisidir. Amaçları ile uygunluğu kulak arkası yaparak her yönteme pragmatist bir tarzda başvurursak bu doğru olmaz. Ve her şeyi 'taktik yapıyoruz' ile geçiştiremeyiz. Devrimci hareket, 'taktik hevalım' söylemleriyle katliamlara dahi vardırılan yöntemleri unutmamıştır...
Bir yandan Gazi Mahallesi gibi ilerici bölgelerde devrimci partilerin pankartlarının açılmasına karşı çıkan ve diğer yandan Mahirlerin ruhunu camilerde 'Şadeden' bir kitle çizgisi devrimcilerin ve komünistlerin benimsemesi gereken kitle çizgisi değildir." [2*]
İşte DS'nin HÖP olarak düzenlediği (organize ettiği) "mevlit" olayının Partizan Sesi'ndeki eleştirisi böyledir.
Şimdi bu eleştiri karşısında DS'nin Kurtuluş' unun 5 Temmuz 1997 tarihli 37. sayısında yayınlanan "Halk Gerçeğimiz: Geleneklerden Neyi Alacağız? Neyi Eleyeceğiz?" başlıklı "karşı eleştirisi"ni okuyalım:
"Sol kitabi olduğu için halkın gelenekleri karşısında sekter, tarihi karşısında yoksayan bir durumdadır. Ne var ki, sahiplenmede olmadığı gibi, sekterliğinde bile tutarlı değildir. Bir mevlüt olayı solun bu konudaki çarpıklığını olanca çıplaklığıyla ortaya çıkarmıştır. Oportünisti, reformisti koro halinde 'mevlüt okutmayı' eleştirmeye soyunmuştur. Ama teorideki tüm tersi iddialarına, pratikteki keskinliklerine rağmen esasında bu geleneklerin bir biçimiyle de içindedirler. Mesela, şehitlerine mezar yapıyor herkes. Peki nereden gelmiş bu gelenek? Şu dini gelenektir, bu islamcılara prim vermek olur diyenler niye ölülerini yakmayı düşünmüyorlar mesela? Ya da mesela cenazelerini camiye, cemevine uğratmadan kaldırsalar! Hatta bayram mı oldu, 'ne bayramı, bunlar yutturmacadır' diye ilan verseler! Bu konuda yazılıp çizilenlere bakılınca aslında o mantığın doğal sonucu böyle davranmaları gerekiyor. Ama böyle de davranamıyorlar.
Şehitler verildiğinde çeşitli kurumlar düzeyinde başsağlığına gidilmiyor mu? 'Başsağlığı dileme' nereden gelmiş? Dahası herkesin şöyle ya da böyle dilindeki 'şehitlik' mertebesinin kökeni nedir acaba? Nereden çıkmıştır? Bunların olduğu yerde mevlüdün tartışılması bir çarpıklık değil de nedir? Ve yine bir başka çarpıklık. Bu ülkede sol, yıllardır şu ya da bu biçimde cemevlerine gitmiştir. Cemevine gidince birşey yok. Camiye gidince sorun oluyor. Tutarlılık bunun neresinde? Marksist-Leninist teori bunun neresinde?
Aslında bunlara böyle çok keskin karşı çıkanlara bakıldığında çoğunun ne şehitlerle alakası vardır, ne halkla. Tüm keskinliğine rağmen bedel ödeyen bir mücadele hattından uzaktır. Esasında ölmeye, öldürmeye karşıdır. Şehitliğe karşıdır. Mesela Ölüm Orucuna karşıdır. Alevi geleneği diye kızıl banta karşıdır. O yüzden de söyledikleri halk gerçeğinden, mücadele gerçeğinden uzaktır, daha çok kitabidir." (abç) [3*]
İşte kendisini HÖP olarak örgütlemeye başlayan DS'nin "mevlit" "organizasyonu" konusunda kendilerine yöneltilen eleştirilere karşı yazdıkları yazı böyle diyor.
Görüleceği gibi, yazı, daha ilk cümlesinden itibaren olayı değil, karşı tarafı sıkıştırmayı hedefleyen bir üslüpla başlamaktadır. Özellikle çeşitli sol örgütlenmelerin Gazi olaylarından sonra "cenaze"lerini cemevinden kaldırmaları, DS için "iyi bir vuruş" konusu olmaktadır.
İşte ülkemiz solundaki tutarsızlığın ulaştığı boyut, bir başka tutarsızlığın eleştirisinde böylesine ortaya konulabilmektedir.
Diğer yandan, "mevlit" okutmaya yönelik eleştirilere karşı açık bir demagojiye başvurulabilmesi de, yani belli bir bilince sahip olmayan kişilerin doğal yaşam koşullarından edindikleri "değer" ya da "değer yargıları"nı kışkırtmaya yönelik bir söylem kullanılması, aynı zamanda soldaki gelişmelerin nereye doğru evrilebileceğine ilişkin ipuçları vermektedir.
Öte yandan, çalakalem yazılar yazma geleneğinin iyice yerleştiği ülkemizde, hemen herkesin kendisini hiçbirşeye bağlı hissetmeksizin ve hiçbir bilimsel gerçekle düşündüklerini ve yazdıklarını ölçmeksizin ölçüsüz sözler söylemesi, aynı zamanda ülkemiz solundaki tarih bilincinin ne denli eksik olduğunu açıkca göstermektedir.
Öncelikle herkes bilmek zorundadır ki, devrimcilerin cenazeleri "dini vecibeler" yerine getirilerek kaldırılır diye birşey yoktur ve böyle bir "gelenek" de yoktur. DS'nin kendisi de çoğu durumda kendi cenazelerini "camiler"de değil, mezarlıklarda kaldırmışlardır. Bugün kendileri hangi şehitlerini hangi camilerde "dini vecibeleri" yerine getirerek kaldırdığını açıklayabilecek durumda değildir. Devrim mücadelesinde şehit düşen devrimcilerin cenaze törenleri bu ülkede binlerce kez yapılmıştır. Bu törenlerin hemen her zaman hastanelerden cenazenin alınmasıyla başladığını bilmeyen yok gibidir. Hatta çoğu durumda polisin cenazeyi "kaçırması" ve sadece ailesine haber vererek gömdürmesi söz konusudur.
Durum böyleyken, Gazi olaylarından sonra, polisin "cenaze kaçırması"na karşılık devrim şehitlerine tören düzenleyebilmek için "dini vecibeler yerine getirilecek" denilerek bir "gerekçe" bulunmuş olması, hiçbir biçimde "gelenek" vs. ile açıklanamaz.
İkinci olarak, herkes bilmek zorundadır ki, "mevlit", "doğum zamanı ve yeri" anlamına gelen Arapça bir sözcük olup, İslamiyette "Hz. Muhammed"in doğumunu ve hayatını anlatan bir mesnevidir. Türkiye'de okunan mevlit, 15. yüzyılda Süleyman Çelebi tarafından yazılmış olan Vesilet-ün Necât (Kurtuluş Yolu) adını taşıyan mesnevidir. Dolayısıyla "mevlit" tümüyle İslamiyete ilişkin olup, onun "peygamberi"ne ilişkindir ve "peygamber"inin övgüsünü yapar. Böyle bir şeyin, adı üstünde insanlara İslamiyeti "kurtuluş" olarak gösteren bir şiirin, devrim mücadelesinde yaşamlarını yitirmiş devrimciler için "okutturulması", tümüyle onların uğruna mücadele ettikleri düşünceleriyle, ideolojileriyle çelişir. Bu gerçeği gizleyerek, devrimciler için "halkımızın geleneğidir" diyerek "mevlit" okutturmayı savunmak, sözcüklerin en hafifiyle, onlara saygısızlıktan başka bir şey değildir.
Tüm bunlar bir yana bırakılarak, devrim mücadelesinde şehit düşmüş devrimciler için "mevlit" organize etmeyi, "'Başsağlığı dileme' nereden gelmiş? Dahası herkesin şöyle ya da böyle dilindeki 'şehitlik' mertebesinin kökeni nedir? Nereden çıkmıştır?" sözleriyle savunmak, belki günümüz koşullarında birilerine hoş ve ikna edici ve "karşı eleştiriler"e "ağzının payını" verici gelse de, tümüyle gerçeklerin çarpıtılmasından başka bir sonucu olmayacaktır. Legal alanlarda devrimci çevrelerin birbirlerine "başsağlığı" dilemeye gitmelerini böyle bir konuda malzeme yapmak, sadece bu tür davranışların nasıl çarpık hale geldiğini göstermekten başka bir anlama gelmemektedir. Çünkü devrim mücadelesinde şehit düşmüş bir devrimcinin ardından, onun mücadelesine duyulan saygıyı ifade etmek ve onun şehit düştüğü mücadelesinin paylaşıldığını ifade etmek amacıyla yapılan en küçük bir davranış ya da beyan, DS'nin mantığına göre "dinsel" bir kökene dayanmak zorundadır. Oysa ki, legal alanlarda yapılan bu tür davranışlar, kökensel olarak sol içi dayanışma ve saygı ifadesi olarak ortaya çıkmıştır. Ama görülmektedir ki, böyle bir davranış, günlük dilde "başsağlığı" dilemeye dönüştürülmüş ve böyle algılanır olmuştur. Buradan çıkartılması gereken sonuç, devrimcilerin her türlü davranışları ve sözlerinin "dinsel" bir kökene dayandırılma eğiliminin solda yaygınlaşmaya başladığıdır. Böylece ülkemiz solunun kendi dili ve terminolojisini yitirdiği bir kez daha gözler önüne serilmektedir.
DS'nin "mevlit" olayını savunurken ileri sürdüğü "hasmı köşeye sıkıştırma" konularından birisi de devrim mücadelesinde yaşamlarını yitiren devrimcilerin "devrim şehitleri" olarak anılmalarıdır. Ve "sıkıştırmaktadırlar": Şehitlik mertebesinin kökeni nedir acaba?
Evet, gerçekten "şehitlik mertebesinin" kökeni nedir?
Devrimci mücadeleyle az çok tanışıklığı olan herkesin bildiği gibi, devrimciler hiçbir zaman devrim mücadelesinde yaşamlarını yitirenler için "şehitlik mertebesine" ulaştıklarını söylememişlerdir ve söylemezler. Devrim mücadelesinde "şehit düşülür", ancak "şehitlik mertebesine" yükselinmez. İşte İslami söylemden gelen etki, DS'nin "savunma"sında böylesine açık durumdadır. Tıpkı PKK'nin kendi "şehitleri" için "şehadet" sözcüğünü kullanması gibi.
Elbette "şehitlik mertebesi", İslamiyette, İslami amaçlar için çalışan ya da savaşan kişilerin öldüklerinde "ulaştıkları" yerdir. Bu yer, İslamiyette, "Allahın yanı"dır, bu bağlamda "Allahın tanıklığı mertebesine" ulaşılır. Ancak herkesin açıkca bildiği ve kullandığı gibi, devrim mücadelesinde yaşamlarını yitirenler "şehit" değil, "devrim şehiti"dir. Bu nedenle, hiç kimse, devrim şehitleri ile dinsel anlamdaki "şehit"liği birbirine karıştırmamıştır ve karıştırmamaktadır. Sözcüğün Arapça kökenli olması, hiç kimseye "dini kökenli" olduğu iddiasını ileri sürmesine zemin hazırlamaz. Çünkü Arapça, İslamiyetten çok daha eski bir tarihe sahiptir, dolayısıyla İslamiyet Arapça "şehit" sözcüğünü alarak kendi ölüleri için bir kategorinin tanımlanması için kullanmıştır. Ve hiç kimse, devrimcileri, kendi ulusal dillerinin eksikliği ya da yetersizliğinden dolayı yahutta kendi ulusal dillerinde farklı durumları tanımlayan farklı sözcükler olmaması nedeniyle kınayamaz, eleştiremez ve kendisine "haklılık" payesi çıkartamaz.
Gelelim cemevlerine.
Deniliyor ki, "Bu ülkede sol, yıllardır şu ya da bu biçimde cemevlerine gitmiştir. Cemevine gidince birşey yok. Camiye gidince sorun oluyor".
Bunun tarihsel olarak kesinkes yanlış olduğunu göstermek bile gereksizdir. Devrimciler ya da "sol" "yıllardır" cemevlerine gitmemişlerdir ve hatta cemevlerinin "nerede olduğunu bile bilmezler. Bu öylesine açık bir gerçektir ki, Alevilik üzerindeki yüzyıllardır süren baskı koşullarında cemevlerinin öyle herkese açık yerler olmadığı açıktır. Öte yandan devrimciler, hiçbir zaman kişilerin dinsel inançları doğrultusunda yaptıkları ayinlere, devrimci olarak katılmamışlardır. Cemevine "gitme" olayının 1995 Gazi olaylarından sonra ortaya çıktığını bilmeyen de yoktur. Bir devrimcinin, Marksist-Leninistin, inanmadığı bir dinsel törene gitmesini "hayal" etmek, hem o dini inançlara sahip olanlara saygısızlıktır, hem de devrimcileri "ikiyüzlülük"le suçlamaktır.
DS'nin karşı yazısına bakılacak olursa, kendilerinin "mevlit" eylemlerini eleştirenlerin kendi cenazelerini "yakmaları" gerekmektedir! Eğer bunu yapmıyorsanız çok büyük "tutarsızlık" içinde olursunuz ya da kendilerine yönelttiğiniz eleştiriler "tutarsız" olur!
Burada DS'nin kullandığı "alaycı" üslübun altı çizilmelidir. Onlara göre "ölülerin yakılması" alay edilebilecek birşeydir. Öncelikle kendi "anayasa taslak"larında "inanç özgürlüğünden" söz edenlerin, bunu sadece "müslümanlar için" olmadığını anımsamaları gerekir. Bugün hıristiyan dininde pekçok kişi "ölülerini yakmakta"dır. Onların "ölülerini yakıyor" diye "alay konusu" yapılmasının, "inançlara saygı"yla çelişeceği açıktır.
Ama bundan da önemlisi, kendisine "Marksist-Leninist" diyenler Marks'ın mezarının olmasına karşın Engels'in mezarının neden olmadığını da bilmek zorundadırlar. Ve Engels, cenazesinin yakılmasını istemiştir ve külleri Atlas okyanusuna dökülmüştür. Dahası, bu ülkede devrim mücadelesinde idam edilmiş ilk üç devrimci olan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, idamdan önce "dini telkin"i kabul etmemişler ve hiçbir "dini vecibe" yerine getirilmeden gömülmüşlerdir. Ve bu bir sır değildir ve sır olmadığı gibi, daha sonraki tüm devrimciler için bir gelenek oluşturmuştur: İdam edilecek devrimcinin, idam öncesinde "dini telkin"i reddetmesi.
Bunlar öylesine gerçeklerdir ki, ülkemiz tarihinde devrimciler ile dinciler-şeriatçılar arasında amansız ve uzlaşmaz bir mücadele onlarca yıldır süregitmektedir. Kimi zaman devrim şehitlerinin ailelerinin cenazelere dini tören yapılması istemleri, imamlar tarafından reddedilmiş, kimi zaman devrimcilerin cenazelerine saldırmışlardır. Bunlar bir yana bırakılarak, günlük politika yapma uğruna, "hasmı köşeye sıkıştırma" adına, devrimci değerleri ve gelenekleri, halkın dini gelenekleri ile aynılaştırmak, belirsizliğin, tutarsızlığın, ilkesizliğin egemen olduğu bir ülkede, devrim mücadelesine ne denli zarar vereceği bilinmek zorundadır.
Şimdi DS'nin kendini HÖP olarak örgütlemesiyle birlikte ortaya çıkan "mevlit" olayına ilişkin eleştirilere verdiği yanıtı okumayı sürdürelim:
"Şunu herkes görmek zorundadır: Marksizmi kendi kültürünle, geleneklerinle yoğuramazsan, kendi halkınla Marksizmi buluşturamazsın.
Evet biz, mevlüt de yaparız, kurban da keseriz. Biz halkız. Eleştirenler o kadar meraklıysa onlar da 'din afyondur' toplantıları yapabilirler. Biz başka türlü komünistleriz. Onların komünistlikleri halkın dışında, bu ülkenin işçi sınıfının da dışında soyut bir komünistliktir. O kafayla halka gittiklerinde ya dıştalanırlar ya da dıştalanmamak için halkın gelenekleri karşısında 'doğru' bulduğunu da, yanlış bulduğunu da söyleyemeyen bir oportünizme sığınırlar. İki yüzlü davranırlar.
Aile, evlilik. Evet feodal kurumlardır. Pekala böyle diye devrimciler bunları bir kalemde silip atabilirler mi? Bakirelik, evet bu da feodal bir gelenek, doğru. Ama bunun karşısına burjuvazinin 'birlikte yaşama' adı altında meşrulaştırdığı yoz, çarpık ilişkileri mi koyacağız? Bu değerlerde, geleneklerde ahlâkı, namusu, çıkarsız paylaşımı, kolektivizmi içeren yanlar, bizim de değerlerimizdir. Savunmak, sahiplenmek, bu kurum ve geleneklerin gerici yanlarını böyle bir yaklaşım içinde değiştirmek durumundayız." (abç) [4*]
Evet, DS, eleştiriler karşısında "mevlit" organizasyonlarını savunmak uğruna bunları söylemektedir.
Marksizm-Leninizmin din konusundaki tutumu ve proletarya partilerinin bu konudaki niteliklerini Lenin, "Sosyalizm ve Din" yazısında hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak kadar açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Elbette, Lenin'in bu belirlemelerini birilerinin benimsemesi ya da kabul etmesi zorunlu değildir. Bu belirlemeler, kendisine Marksist-Leninist diyenler için özel bir yere ve öneme sahiptir. Yoksa kendisini Marksist-Leninist kabul etmeyenler için, ya da Marksizm-Leninizmi kendi oportünist amaçları için tahrif edenler için, yahutta revizyonistler için, Lenin'in bu belirlemeleri, ya "tartışma" konusudur, ya da düpedüz görmezlikten gelinecek bir şeydir. Biz, burada, Marksizm-Leninizmin din konusundaki tutumunu tartışıyoruz ve Marksist-Leninistlerin din karşısındaki tutumunun ne olması üzerine konuşuyoruz. Dolayısıyla, bunun dışındaki din tartışmaları, burada ele alınmamaktadır. Ancak DS'nin eleştiriler karşısındaki tutumu, neredeyse, düzen sınırları içindeki herhangi bir kişinin devrimcilerin din karşısındaki tutumuna yönelik bilisiz karşı çıkışıyla benzerlikler göstermektedir. Böyle bir durumda, şüphesiz, din konusu, dinin gerçek niteliğinin, düzen içindeki işlevinin sergilenmesine yönelik bir değerlendirmeyi gerektirir. Ama öte yandan, DS, sürekli olarak kendisinin "Marksist-Leninist" olduğunu ileri sürmektedir. Böyle olunca da, istemeselerde Marksizm-Leninizmin din konusundaki belirlemelerini ve tutumunu bilmek, değerlendirmek ve bunları kabul edip etmediklerini açıkca söylemek zorundadırlar. Yoksa "eleştirenler o kadar meraklıysa onlar da 'din afyondur' toplantıları yapabilir" diyerek ve "alay" ederek, Marksizm-Leninizmin din karşısındaki tavrını silikleştiremezler ve kendilerini bundan "vareste" tutamazlar.
Marksizm-Leninizmin evrensel belirlemeleri kendisini Marksist-Leninist ilan eden herkes için bağlayıcı niteliktedir. Sadece Marksizm-Leninizmi "konjonktürel olarak" ya da "taktik" adına "kullanmak" isteyenler, her yolu deneyerek bu bağlardan kurtulmak isterler. Ülkemizde bunun en tipik temsilcisi PKK olmuştur. Parti ismindeki İşçi ifadesine ve kuruluş bildirgelerinde ilan ettikleri "Marksist-Leninist"liklerine rağmen, bugün PKK'nin gelmiş olduğu yer hemen herkes için açıktır. Marksist- Leninist partilerin en temel simgesi olan çekiç-orağı "uzlaşma" uğruna kolayca bir yana bırakan PKK, hemen her söyleminde "biz başkayız"ı öne çıkartmıştır.
A. Öcalan, 28 Eylül 1993 tarihinde yaptığı bir basın toplantısında kendisine sorulan "İdeolojiniz komünizm mi?" sorusuna verdiği yanıt, PKK'nin evrimini açıklayacak niteliktedir:
"Yani o bildikleri komünistlerden değilim. Toplumsallıktan yanayım. Doğanın ve toplumun tahrip edilmesine karşıyım. Bana göre mevcut rejimler doğayı da toplumu da tahrip etmişlerdir. Buna hangi ideoloji derseniz deyin, ben o ideolojidenim."
İşte DS, dört yıl sonra aynı vurguyla "Biz başka türlü komünistleriz" diyerek, kendi evrimini ilan etmektedir.
Üstelik bunu yaparken, aile, evlilik vb. konularda da Marksizm-Leninizmle hiçbir alakası olmayan sözleri birbiri peşi sıra sıralamakta ve çok tehlikeli bir demagojiye başvurmaktadır.
Evet, din konusunda DS'nin pragmatik eylemi "mevlit" olayı, DS'nin yazısıyla aile, evlilik, bakirelik gibi başka alanlara doğru açılan ve sonal olarak toplumsal ilişkiler alanını içeren yeni bir boyut ortaya çıkarmıştır.
DS, bir yandan aile ve evliliği "feodal kurumlar" olarak ve bakireliği "feodal gelenek" olarak ilan ederken, diğer yandan bu belirlemelerin mantıki sonuçları olarak sunulmuş olan herşeyi "ahlâksızlık" vs. ile suçlamaktadır.
Marksizm-Leninizmle değil, insani ilişkilerle ve toplumsal yapıyla az çok tanışıklığı olan herkesin kolayca bilebileceği gibi, aile, evlilik vb. kurumlar feodalizmle uzaktan yakından ilişkisi olmayan kurumlardır. Elbette bu kurumların feodalizmle bir "ilişkisi", feodal toplumda bir yeri ve biçimlenişi vardır. Ama ne yazık ki, bunun ne olduğunu ortaya koymak yerine (ya da ne olduğunu öğrenmek yerine) çalakalem belirlemeler yapılmaktadır.
Marksist-Leninist belirlemelerde, aile ve evlilik kurumlarına ilişkin olarak bir "feodal" sıfatının geçtiği yerler vardır. Üstelik Marksizm-Leninizmin ilk temel belgesi olan Komünist Manifesto'da.
Kısaca okuyalım:
"Burjuvazi tarihte son derece devrimci bir rol oynadı.
Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. İnsanı 'doğal efendiler'ine bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı, ve insan ile insan arasında, çıplak özçıkardan, katı 'nakit ödeme'den başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın en ilahi vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel değeri, değişim-değerine indirgedi, ve sayısız yokedilemez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o tek insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla perdelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü koydu.
Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi.
Burjuvazi, aile ilişkisindeki duygusal peçeyi yırtıp attı ve bunu salt bir para ilişkisine indirgedi."
Açıkca görüleceği gibi, kapitalizmle birlikte ortaya çıkan, ailenin feodal örgütlenmesinin (biçiminin) dağılarak burjuva biçimine yerini bıraktığıdır. Herkesin (ki bunun için Marksist-Leninist olmak bile gerekmez) bilebileceği gibi, aile, insan toplumunun tarihsel evriminin ilk zamanlarından beri varlığını sürdüren bir toplumsal ilişkidir. Toplumsal evrim sürecinin, ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist aşamalarına göre biçimlenen bir toplumsal ilişki olarak aile (ve de evlilik), sanıldığı ya da sunulduğu gibi "feodal bir kurum" ya da "feodal gelenek" değildir. DS, salt kulaktan dolma bilgilerle, ama bilinçsiz kitilelerin varlığını esas alarak yazdığı yazıyla, sadece "mevlit"i savunmak adına din konusunda pekçok şeyin çarpılmasına neden olduğu gibi, aile, evlilik vb. konularda da aynı sonucu doğuran beyanlarda bulunmakta tereddüt etmemiştir.
Benzer türden bir başka çarpıklık da "Marksizmi kendi kültürünle, geleneklerinle yoğuramazsan, kendi halkınla Marksizmi buluşturamazsın" sözlerinde ortaya çıkmaktadır.
Marksizm-Leninizmin "halkla" değil, proletarya ile olan sınıfsal ilişkisinin açık bir biçimde unutturulduğu bu sözlerin, belki de en tehlikeli yanı, Marksizm-Leninizm gibi, bilimsel bir ideolojinin, bilimin evrenselliğine dayalı niteliğini, yerel, ulusal kültür ve geleneklerle "yoğrulması" gerektiğinin beyan edilmesidir. Marksist-Leninistlerin sık sık kullandıkları "Marksizm-Leninizmin, her ülkenin somut tarihsel koşullarına yaratıcı bir biçimde uygulanması" sözlerinin kulakta bıraktığı izin günlük dille söylenişi gibi duran "kendi kültürünle, geleneklerinle yoğurma" birbiriyle ilişkisiz iki farklı belirlemedir.Ve herkes bilmek durumundadır ki, Marksizm-Leninizm, proletaryanın bilimsel dünya görüşü olarak evrensel özelliktedir ve dolayısıyla "ulusal" ya da "yerel" sıfatlar takılarak yapılacak her tanımlama su katılmamış oportünizm olur.
Görüldüğü gibi, kendisini şimdi de HÖP olarak örgütleyen DS'nin "halk"ı örgütleme adına izlediği çizgi sonucunda kendisine "Marksist-Leninist" ve de "ateist" diyerek Eyüp Sultan Camii'sinde "30 Mart-17 Nisan şehitleri anma günü" adıyla Süleyman Çelebi'nin Kurtuluş Yolu'nu okutarak, bugüne kadar ülkenin gördüğü tüm "siyasetçilere" rahmet okutmuştur. Bunun ne denli devrimci ahlâkla bağdaşıp bağdaşmayacağı bir yana bırakılırsa bile, amaca varmak için her yolun mübah sayılmasından başka bir anlama gelmediği gün kadar açıktır. Bunun felsefedeki adı, Makyavelizmdir. Makyavelizmin ne denli yanlış bir felsefik ve politik anlayış olduğunu göstermek için, Partizan Sesi'nin yaptığı gibi, Şeyh Bedrettin' den alıntı yapmak da gereksizdir.
Bugün ülkemiz solundaki gelişmeler, Kürt ulusal hareketinin yaratmış olduğu havayla biçimlenmiş ve Kürt ulusal hareketindeki egemen pragmatist anlayışdan yararlanarak, emperyalizmin neo-liberalizm söylemiyle birlikte propagandası yapılan pragmatizmden beslenerek gelişmektedir. Böyle bir ortamda, Marksist-Leninist ideolojinin açık ve net biçimde ortaya konulması her dönemdekinden çok daha gerekli olmaktadır. Elbette bu yapılırken, ülkemizde emperyalizm tarafından her alanda yapılan propagandayla uzun yıllardır yerleştirilmiş olan pragmatik kavrayışlar ve popülizm önemli bir sorun olarak ortaya çıkacaktır. 12 Eylül'den bugüne geçen 17 yıl boyunca, hayatın her alanında ortaya çıkan yozlaşmalar, çürümeler, bozulmalar, belirsizlikler, ilkesizlikler ve günlük olarak düşünüp, günlük olarak yaşama alışkanlıkları, insanların bilime ve bilimsel bilgiye karşı bir tutum içine girmelerini de getirmiştir. Marksist-Leninist ideolojinin 1986'lardan itibaren SBKP revizyonistlerinin eliyle değerden düşürülmesi (Gorbaçov döneminin perestroyka ve glastnos politikaları ile) ardından SSCB'nin dağıtılması kaçınılmaz bir biçimde tüm ilerici, demokrat ve devrimci çevreleri etkilemiştir. Emperyalizmin "ideolojiler öldü" söylemiyle sürdürdüğü karşı propagandalarla yetişen yeni kuşak, kendilerine sunulan burjuva ideolojilerini, sunuluş biçimiyle içselleştirmişlerdir. Bunun en tipik sonucu ise, bilimsel bilgiye dayanmayan düşüncelerin önem kazanması ve bunların sıradan sözcüklerle sunulması olmuştur.
SSCB'nin dağıtılmışlığı koşullarında SBKP' nin başını çektiği modern revizyonizmin her türden örgütlenmesinin ortadan kalkması, aynı zamanda, revizyonizmin "unutulması"nı getirmiştir. Bunun sonucu ise, modern revizyonizmin her türden tezlerinin, oportünizm tarafından işine geldiği yerde kolayca piyasaya sürülebilmesi olmuştur. Ülkemizde modern revizyonizmin temsilcileri olan TKP, TİP, TSİP gibi örgütlerin etkinliklerini yitirmeleri ve kendilerini feshetmeleri, doğal olarak revizyonizme ilişkin her türlü karşı çıkışı "unutturmuş" tur. Bugün ülkemiz solunda devrimcilik adına, Marksizm-Leninizm adına ortaya konulan pekçok şeyin, geçmişte revizyonistler tarafından savunulduğunu bilmeyen yeni devrimci kuşak, bunların oportünistlerce piyasaya sürülmesi karşısında hiçbir şey yapamamaktadırlar.
Aynı şekilde, 12 Eylül sonrasında kendi fiziki varlığını önemli ölçüde tasfiye eden 1980 öncesinin oportünistlerinin "aşkın ve devrimin" partisi diyerek kendilerini "farklılaştırmış" olmaları, devrimci örgütlerin geçmiş yıllarda oportünizme karşı sürdürdükleri amansız ideolojik mücadelenin yeni yetişen devrimci kuşak tarafından kavranılmasını zorlaştırmıştır. Kendisini "yeniden"leştiren oportünistlere bakarak, onların geçmişten bugüne gelen oportünist kimliklerini ve buna yönelik eleştirileri kolayca "günümüzde geçersizdir" ilan edilebilmiştir.
Bu iki durum, ülkemiz solunda yeni oportünist politikalar için yeni bir "umut" yaratmıştır. Bu yeni tür oportünizm, eklektik bir anlayışla, geçmişte, gerek revizyonistlerin, gerekse oportünistlerin kullandığı her yöntemi ve söylemi kullanarak "kitleselleşme" peşinde koşmaktadır. Kendi kadrolarını ve sempatizanlarını, oportünizm ve revizyonizm konusunda bilinçlendirmek yerine, "iyi neredeyse oradan alırız" mantığını yerleştirerek, kendi oportünizmlerini bir kavrayış haline dönüştürmüşlerdir.
Bu yeni oportünizmin en karakteristik özelliklerinden birisi, yeni devrimci kuşağın ülkemiz devrim tarihine ilişkin bilgilerinin yetersizliği ve 12 Eylül sonrasındaki "eski solcular" ca çarptırılmış haliyle bilmelerine dayanarak, devrim mücadelesinin tarihini "yeniden" kurgulamalarıdır.
İkinci karakteristiği ise, bu tarihin yeniden kurgulanmasına bağlı olarak, 12 Eylül sonrasında "eski solcular" eliyle yapılan ideolojik propagandayla içleri boşaltılmış ve anlamsızlaştırılmış tüm Marksist-Leninist kavramları kullanmaktır.
Bu iki yönüyle, ülkemiz solunda egemen olan yeni oportünist kavrayışın, ancak Marksist-Leninist kavramların doğru bir biçimde kavranılması ve kullanılmasıyla ve devrim mücadelelerinin tarihinin doğru ve nesnel bilgisiyle teşhir ve tecrit olabileceğini herkes bilmek durumundadır.
Mahir Çayan yoldaşın Ocak 1970 yılında kaleme aldığı "Sağ-Sapma, Devrimci Pratik ve Teori" adlı yazısında aktardığı L. Althusser'in şu sözlerini bir kez daha okuyalım:
"Felsefe pratiğin ana görevi tek sözle özetlenebilir: Doğru kavramlarla düzmece kavramları bir çizgiyle ayırmak... Felsefe, kavgasını neden kavramlarla yapar? Bilimsel ve felsefesel akılyürütmelerde kavramlar, bilgi ileten araçlardır. Ama, siyasal, ideolojik ve felsefik savaşta kavramlar hem silah, hem de uyuşturucu bir maddedir. Kimi zaman tüm sınıf çatışmaları bir kavramın bir başka kavramla savaşı olarak dilegetirilebilir. Belli kavramlar birbirleriyle gerçek düşmanlar gibi savaşırlar. Daha başka kavramlar da yarının bilinmeyen savaşlarını hazırlamaktadırlar. Felsefe, çok soyut konularda bile savaşını kavramlarla sürdürür. Bu savaş, belki de küçük anlayış ayrılıkları üstündedir. Ama her zaman, yalan söyleyen kavramlara karşı doğruyu bildiren kavramlar için yapılır. Lenin, Ne Yapmalı? adlı yapıtında, küçük görüş ayrılıkları üstündeki tartışmaları kınayanları uzak görüşlülükten yoksun bulunmakla suçlar, sosyal-demokrasinin alınyazısının şimdi küçük görünen bu düşünce ayrılıklarının yıllarca sonra güçlenmelerine bağlı olabileceğine dikkati çeker. Kavramlarla yapılan felsefik savaş, siyasal savaşın bir parçasıdır."
Dipnotlar
(1*) Partizan Sesi: Sayı: 59, s: 13, 1-16 Mayıs 1997
(2*) Partizan Sesi: Sayı: 59, s: 13, 1-16 Mayıs 1997
(3*) Halk İçin Kurtuluş, Sayı: 37, 5 Temmuz 1997
(4*) Halk İçin Kurtuluş, Sayı: 37, 5 Temmuz 1997