"... kavramların doğru ve yerinde kullanılması marksizmde, marksist felsefede hayati öneme haizdir. Burada sözü Louis Althusser'e bırakalım: "Felsefe halkın teori alanındaki sınıf mücadelesini temsil eder. Nedenfelsefekelimelerledövüşür? Sınıf mücadelesinin gerçekleri kelimeler tarafından 'temsil edilen', 'fikirler' tarafından temsil edilir. Bilimsel ve felsefi akıl yürütmelerde kelimeler (kavramlar, kategoriler) bilginin 'araçlarıdır'. Fakat siyasi, ideolojik ve felsefi mücadelede kelimeler aynı zamanda, silah, patlayıcı veya uyuşturucu madde ve zehirdir. Bazen sınıf mücadelesi bir kelimenin diğer bir kelimeye karşı mücadelesinde özetlenebilir. Bazı kelimeler kendi aralarında bir düşman gibi dövüş yaparlar. Başkakelimelervardırki,anlamkarışıklığınayolaçarlar,hayatifakatsonucabağlanmamışbirmuharebeninkaderigibi. (...) Ensoyut,enzorveenuzunteorikeserlerinekadarfelsefekelimelerledövüşür.Yalankelimelerekarşı,anlamkarışıklığınayolaçankelimelerekarşı,doğrukelimelerdenyana'nüanslarla'dövüşür. Kelimeler üzerindeki bu savaş, siyasi mücadelenin bir parçasıdır." Althusser'in üzerinde tekrar tekrar durarak belirttiği gibi, oportünizme karşı ideolojik savaş kelimelerle yürütülmektedir. Oportünizmin ve revizyonizmin her çeşidinin ortak noktalarından birisi de, anlam karışıklığı yaratarak, birbirleriyle eş anlamlı olmayan kelimeleri eş anlamlı kullanarak aynı kategoriye sokmaktır. Bu önemsiz ve masum hatanın (!) mihveri etrafında en korkunç ihanetlere ideolojik kılıf aranmaktadır."
[Mahir Çayan, SağSapma,DevrimciPratikveTeori]
1980 sonrasında emperyalizmin ve oligarşinin yürüttüğü pasifikasyon ve depolitizasyon sürecinin soldaki etkisi kendisini en açık biçimde ideolojisizlikle göstermiştir. "İdeolojisizlik", bir yandan Marksist-Leninist ideolojinin tüm belirlemelerinin ve kavramlarının bir yana bırakılmasını getirirken, diğer yandan yeni yetişen devrimci kuşağın her türlü teorik bilgiden uzak kalmasına neden olmuştur.
Bu durum, sol örgüt ve oluşumların birbirlerini taklit eden ve birbirlerinden (söylem düzeyinde bile ortaya konulamayan) farklılıkları, kitle düzeyinde geliştirilen "yeni" bir söylemle sergiledikleri garip bir durum ortaya çıkarmıştır.
Örneğin, kendisini ister "maoist" olarak tanımlayan örgütler olsun, isterse "atılımcı" ya da "vatansever" söylemler kullanan örgütler olsun, hemen her zaman gerçekleşen kitle eylemleri sonrasında "kimin kaç kişiyle katıldığı"na ilişkin yaptıkları saptamalarla kendilerinin "diğerlerinden" farkını ortaya koymuşlardır. 1995 ve 1996 1 Mayıs sonrasında İstanbul'da "50.000" kişi yürütenler ile "ancak" ya da "olsa olsa" 3-5 bin ile 1 Mayıs'a katılanlar arasındaki "ideolojik ve politik farklılık" hemencecik anlaşılır olmaktadır! (Bu yılki 1 Mayıs'ın "sayısal" olarak fazla iç açıcı olmadığı görülüyor. Verilen bir "sayı"ya göre, HÖP "'IMF'nin Yönettiği Değil Bağımsız-Türkiye Haklıyız Kazanacağız' yazılı pankartın arkasında ve yine Haklıyız Kazanacağız yazılı pankartlarla yaklaşık 3 bin 500 kişiyle yürü"tmüş.)
İdeolojik ve politik çizgilerin "doğru" ya da "yanlışlığı"na ilişkin olarak kullanılan "sayısal veriler", açık bir biçimde "doğru çizgi sahibi" olanların "kitleleri" örgütleyebildiğinin kanıtı olarak kullanılmaktadır. Basit bir kavrayışla söylersek, eğer ideolojik-politik "çizgileri" doğru olmuyor olsaydı, bunca kitleyi "yürütemezlerdi"!
Solda kullanılan bu söylemin oluşturduğu bakış açısının, en yalın haliyle, "pragmatizm" olması da fazla birşey ifade etmemektedir. "Ne var yani, pragmatizm-mragmatizm, önemli olan kitleyi kimin yürüttüğüdür" denilebilmektedir. Deng Sio Ping'in ünlü sözüyle, "kediningörevifaretutmaktır,faretuttuktansonrarengininönemiyoktur"!
Oysa, pragmatizm, Amerikan emperyalizminin bugün dünya çapında yaygınlaştırdığı bir kavrayış olarak, hemen her zaman "globalizm"in ve "yeni dünya düzeni"nin propaganda aracı olmuştur.
Pragmatizm için, "temelsorunkullanılanyöntemdeğil,sonuçtur". Pragmatizm için, hangi araçlarla olursa olsun, amaca ulaşma esastır. Ona göre, gerçeğin nesnel bir ölçüsü yoktur, dolayısıyla tek ölçü, her eylemin tek ölçüsü "başarı"dır.
Pragmatizm için, nesnel gerçek bilinemeyeceği için, "gerçekolantekşey,inandığımızşeydir;inandığımızşeyise,gerçektir".
Böylece, Amerikan emperyalizminin dünya çapında yürüttüğü propagandanın iki teması açıkça görülür olmaktadır: Başarı ve inandırma.
Pragmatizmin günlük basın-yayın organlarından eğitim kurumlarına, sanat-kültür etkinliklerinden pop-arebesk müziğe kadar her alanda yaygınlaştırıldığı bir ortamda, ülkemiz solunda "sayısal veriler"le "başarı"yı kanıtlama ve kullanılan değişik söylem ve kavramlarla insanları "inandırma" yöntemi, doğal olarak genel "kabul" görmektedir.
Bu "genel kabul" çerçevesinde, ortaya konulan her türlü eleştiri ve değerlendirme, kolaylıkla bir kenara bırakılabilmektedir.
KurtuluşCephesi'nin bir önceki sayısında şunları yazmıştık:
"Örneğin, bugün 'Yaşadığımız Vatan' adıyla 'vatanseverlerin' yayını olduğunu ilan eden kesim, daha düne kadar 'halk sınıfı'na yerleştirdiği bir kaç kişi ile 'eğitim çalışması' yapan 'Selim abi' popülizminden uzaklaşarak, 'ihtiyar' ile 'delikanlı'nın sohbetleriyle 'bilgi ışığı' saçmaya başlamışlardır. Dün 'Selim abi', gelişen olayları sığ bir teorik çerçeve içinde 'senaryo'laştırırken, bugün 'ihtiyar' tüm teorik zorunluluğundan sıyrılarak 'delikanlı'ya yeni 'senaryolar' sunmaktadır."
"Hoş ve zevkle okunan" bir pazar gazetesi sohbet köşesiyle, bir sol örgütün yayın organında yer alan yazılar arasında şüphesiz farklılık olması beklenir. Ancak, egemen kılınan pragmatik anlayış ve popülizm, her türlü ideolojik kavrayışın ve teorik bilginin gerekliliğini açıkça yadsımak zorundadır. İdeolojik kavrayış ve teorik bilgi, insana dünyaya bir bakış açısı sağlar. Bu bakış açısıdır ki, kişinin değişik olaylar karşısında belli ve belirgin bir tutum takınmasını sağlar. İşte "ihtiyar-delikanlı" sohbetleri böylesine bir bakış açısının kavranılmasını yadsıyarak varolabilmektedir.
Bu yadsımanın en temel unsuru ise, kavram keşmekeşi yaratmak ya da sözcükler ile kavramlar arasındaki sınır çizgilerini ortadan kaldırmak, böylece her isteyenin kendi isteğine uygun olarak nesneleri ve olayları tanımlamasına olanak sağlamaktır.
"Vatanseverlerin dergisi"nden okuyalım:
"Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir...
Bu üç genç savaşçı, bu üç genç adamhapishanedeki arkadaşlarının serbest bırakılmaları için İsrail Başkonsolosu Efrahim Elrom'u kaçırdılar.
Tarih 17 Mayıs 1971'di."[1] (abç)
İşte THKP-C'nin 1971 yılında gerçekleştirdiği en önemli silahlı eylem böylesine bir söylemle sunulmaktadır.
Şüphesiz bu söyleme "alışık" olanlar ilk olarak "ne var yani" diyeceklerdir, "Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir o tarihte genç değiller miydi?"
Ama bu söyleme "alışık" olmayanlar ise, şöyle düşüneceklerdir: "Evet onlar 'genç'tiler, ancak onların 'genç' olduklarını söyleyebilmek için kişinin 'yaşlı' olması gerekir"
Nasıl bakılırsa bakılsın, sonuç olarak ortada bir "genç" sözcüğü vardır. Devrimciler bu sözcükle birlikte "tanımlanmaya" başladıkları andan itibaren, devrim mücadelesinin asıl olarak gençlikle yürütülebileceği yargısı kaçınılmaz olarak yerleşmiş olacaktır.
İkinci yargı ise, THKP-C'nin İsrail Başkonsolosu E. Elrom'u "hapishanedeki arkadaşlarının serbest bırakılmaları için" kaçırmaları sözleriyle ortaya çıkmaktadır.
Mahir Çayan yoldaşın sözleriyle söylersek, bu eylem (diğer eylemlerle birlikte), THKP-C'ni "kitlelere tanıtan silahlı devrimci eylemler"dir. Dolayısıyla, özellikle E. Elrom eylemi "I. Erim Hükümetinin gerçek yüzünü ve emellerini, oligarşinin en gerici, en azgın ve terörist yönetimi olduğunu açığa çıkarmıştır. Böylece, Amerikan emperyalizminin ve işbirlikçi yerli burjuvazinin oyununu alt-üst ederek, maskesini alaşağı etmiş, kademeli planını bozmuştur."[2] Bunlar Mahir Çayan yoldaşın değerlendirmeleridir. Ama popülist söyleme göre, bu silahlı eylemler, "hapishanedeki arkadaşlarının serbest bırakılmaları için" gerçekleştirilmiştir. Kanıt ise, yayınlanan bildiride geçen ifadelerdir.
Böylece, silahlı propaganda, politik mücadele, strateji, taktik gibi kavramlar "işe yaramaz, aylak toplamlar" olarak algılanacaktır. Doğal olarak, E. Elrom eylemini bu "işe yaramaz, aylak toplamlar" oluşturan kavramlar çerçevesinde anlatmak, hem anlatanın belli bir ideolojik ve teorik bakış açısına sahip olmasını, hem de anlatılanın olayı bu bakış açısı çerçevesinde öğrenmesini öngerektirir.
Diğer yandan, popülist söylemin bu ifadeleri, E. Elrom eyleminin "üç genç adam"ın işi olarak anlaşılmasına neden olacak ve böylece THKP-C'nin, örgüt olarak, örgütsel faaliyetin bir sonucu olarak gerçekleştirdiği silahlı devrimci eylem, "birkaç kişinin işi" haline dönüşecektir.
Şüphesiz ülkemiz solundaki popülist ve pragmatik söylemin yarattığı kavram keşmekeşi salt olayların anlatımında ortaya çıkmamaktadır. Bir zamanların revizyonist TKP'sinin yayın organının adını kullanmakta "tarihsel" olarak bir sakınca görmeyen Atılım çevresi, olabildiğince "teorik" düzeyde aynı yolda ilerlemektedir.
"Propagandacı,elealdığıkonuüzerindeöncebizzataçıkolmalı,inançlıolmalı;konuyavakıfolmalıvegerçeği,genellafızlarladeğil,kanıtlarlaaçıklamalıdır" diye "Propagandacıya Notlar" kaleme alan "SınıfPusulası", bu iş için gerekli "kavramlar"a şöyle açıklık getirmektedir:
"Kanıt, Sav ve Tez Nitelikli ve verimli düşünmede kanıt, zorunlu bir unsurdur. Kanıtlanması gereken ne olursa olsun, her kanıt, iki bileşenden oluşur. Bunlardan birisitez, diğeri ise savdır/argümandır; yani kanıt nedeni. Bu iki bileşenin mantıksal bağlamına kanıtyöntemi denir. Kanıt yönteminin diğer adı, 'gösterme'dir.
Tez, doğruluğu veya yanlışlığı gerçeklik olduğu veya gerçeklik olmadığı kanıtlanması, ortaya çıkartılması gereken bir ilkedir, kuraldır.
Sav (argüman) ise kanıtlanması gereken tezin gerçekliğinin sonuçlandırıldığı ilkedir. Yani ortada bir tez var (diyelim ki Türkiye'de kapitalizmin gelişmesi), bu tezin doğru olduğu savunuluyor, bu savununun kanıtlanması, sav denen kanıt nedenlerinden (olgulardan, istatistik verilerden, materyallerden vs.) hareketle sağlanıyor.
Kanıt yöntemi (göstermek), sav ve tez arasındaki bağlamı ortaya çıkartır. Bu ortaya çıkarış, kanıtlanması gereken tezin gerçek olduğuna götürür. Tezin,gerçekolmadığınınortayaçıkmasınısağlayankanıta,çürütmedenir.
Bir tez doğruysa, onun doğruluğunu ortaya çıkartacak kanıt, er veya geç bulunur. Bunda teori ve pratiğin gelişmesi önemli bir rol oynar. Örnek; sosyalizm uzun bir dönem tez (teori)/ilke olarak kaldı. Pratiğe uygulanırlığı Ekim Devrimi'nden sonra kanıtlandı."[3] (İtalikler bize ait -KC)
Ve Sınıf Pusulası, bu verilerin ışığında şöyle bir vargıya ulaşmaktadır:
"Çürüten gerçekler de özellikle kanıt gücüne sahiptirler. Bu anlamda Türkiye'de kapitalizmin gelişmişlik durumu, köylülüğün sosyal katmanlarına ayrışmışlık durumu, Maocuteziçürütengerçekliklerdir."[4] (İtalikler bize ait -KC)
Evet, "Maocu tezi çürüten gerçeklik"leri büyük bir "bilimsellik" görünümü altında ortaya koyan "SınıfPusulası"nın yaptığı tek şey, kavram kargaşalığı yaratmaktır. Öyle ki, oportünizmin en genel özelliği olan "anlam karışıklığı yaratmak" ve "birbirleriyle eş anlamlı olmayan kelimeleri eş anlamlı kullanmak" ya da tersini yapmak bu alıntılarda açıkça görülmektedir.
"SınıfPusulası"nın kullandığı kavramlara bir bakalım:
Argüman, Osmanlıca "delil" karşılığı olup, Türkçe'de "kanıt" olarak kullanılır ve uslamlamanın (akılyürütmenin) dayandığı gerçektir.
Tanıtlama, Osmanlıca "ispat etmek" anlamında olup, Türkçe'de, Fransızca "démontstration", Almanca "Beweis" (gösterme) sözcüklerinin karşılığı olarak kullanılır ve bir düşüncenin doğruluğunu ya da yanlışlığını yadsınamayacak bir biçimde gösterme demektir.
Kanıtlama, Osmanlıca "delillendirme" anlamında olup, "argumentation" karşılığı olarak kullanılır ve kanıt gösterme anlamına gelir.
Sav ise, "tez"dir ya da tez, "sav"dır, Latin dillerindeki "thesis" karşılığıdır. Yalın haliyle, ileri sürülen düşünce demektir.
Bu açıklamalardan sonra okuyucu "SınıfPusulası"nın "Propagandacıya Notlar"da yazdıklarını yeniden okuduğunda görecektir ki, söylenenler, sadece "söylenmiştir". Bundan daha ötesi, yazılanların içinde bulunmamaktadır. İçinde bulunulan kavram keşmekeşi öylesine yaygın ve derin boyutlara ulaşmıştır ki, değil sınıf pusulası, her türden sınıfsal araç ve gereçler kaçınılmaz olarak bozulmuştur.
"SınıfPusulası"nın "notlar"ındaki belki de en önemli kısım, "Birtezdoğruysa,onundoğruluğunuortayaçıkartacakkanıt,erveyageçbulunur" vargısıdır.
Doğru bir "tez"in doğruluğunun kanıtının "er veya geç bulunacağı" kabul edilse bile, söz konusu olan "tez"in doğruluğu (ve doğal olarak yanlışlığı da) nasıl bilinecektir?
Soruyu yalınlaştırırsak, "doğru bir tezin doğruluğu nasıl bilinecektir"? "Doğruluğu"nun kanıtının "er veya geç" ortaya çıkacağından şüphe edilmese bile, önsel olarak "doğru" kabul edilen "tez"in doğruluğu sorunu ortada kalmaktadır. Burada yalın bir totoloji olduğu kesindir. Çünkü başlangıçta "tez"in doğruluğu veri olarak alınmakta ve sonuçta bu doğruluğun kanıtının bulunacağından söz edilmektedir. Böylece elimizde "inanma" dışında "tez" in doğruluğunu gösteren bir şey bulunmamaktadır.
Ve hemen pragmatizmin ünlü belirlemesini anımsayalım: "gerçekolantekşey,inandığımızşeydir;inandığımızşeyise,gerçektir".
Böylece "SınıfPusulası", pragmatist bir kavrayışla Marksist teori alanına girdiğinden, sürekli olarak çelişki içinde kalmaktadır. Burada bizi ilgilendiren konu, kavram keşmekeşi olduğundan, kendimizi bununla sınırlandırıyoruz.
"SınıfPusulası"nın tüm bu çelişkiler içinde "kanıtlama"ya çalıştığı, kendi "siyasal çizgi"lerinin "doğruluğu"dur. Onların siyasal çizgisi, ayaklanma stratejisini esas alır. Dolayısıyla böyle bir stratejinin ülkemiz koşullarında "doğru" olup olmadığı ele alınması gereken temel sorun durumundadır. Pragmatist bakış açısıyla ele alırsak, onların bu siyasal çizgisinin (ayaklanma stratejisi) ülkemiz için geçerli olduğu, yani doğru olduğu onların bir "tez"idir. Önsel olarak bu çizginin ülkemiz için geçerli olduğunu, yani doğru olduğunu önsel olarak kabul ediyorsanız, bunun doğruluğunun "kanıtı, er veya geç bulunacaktır".
Yok eğer, "SınıfPusulası"nın, bu "tez"ini önsel olarak doğru kabul etmiyorsanız, aynı mantıkla, bunun da "kanıtı er eya geç bulunur". Çünkü, bu kez doğru olarak kabul edilen "tez", "SınıfPusulası"nın siyasal çizgisinin yanlış olduğudur. Onların söylemiyle ifade edersek, bu "tez"in doğruluğunu ortaya çıkartacak "kanıt, er veya geç" bulunacaktır.
Böylece, her türden ideolojik ve teorik tahlil, değerlendirme, tartışma ve eleştiri "boş" işlerdir, gereksiz zaman kaybıdır. Çünkü, her "tez"in doğruluğunun kanıtı "er veya geç bulunur" olacağı için, "er veya geç"i beklemekten başka bir çare yoktur. Sözün özü, "gerçeğin ölçütü pratiktir".
İşte bu şekilde Engels'in Dühring'e karşı söylediği bu söz ("gerçeğin ölçütü pratiktir"), pragmatizmin hizmetine koşulmaktadır.
Ve yeniden pragmatizme dönecek olursak, "temel sorun, kullanılan yöntem değil, sonuçtur". Bu mantıkla hareket edildiğinde, doğal olarak, "SınıfPusulası"nın siyasal çizgisinin teorik olarak yanlışlığının ortaya konulması hiçbir şey ifade etmeyecektir. Sorun, bugün "ülke somutunda" onların "ne kadar" varolduklarıdır. Eğer "yeterince varlarsa", bu sonuç, onların "doğru" olduklarını gösterir! Gerisi "hariçten gazel okumak"tır!
Bu mantığı düzen partileri için kullanacak olursak, herhangi bir partinin seçimlerde aldığı oy, örneğin MHP'nin almış olduğu 5 milyon 605 bin oy, bir gerçektir. Öyle ise, MHP' nin siyasal çizgisi "doğru"dur!
İşte pragmatist mantığın kişiyi ulaştıracağı yer burasıdır.
Bu konuya ilişkin olarak felsefeyi, "Sophi'ninDünyası"nı değil de, "FelsefeninTemelİlkeleri"ni okuyarak öğrenenler için bir anımsatma yapalım:
"Pratik, bilginin gerçekliğini tanıtladığına göre, pragmacılık bundan şu sonucu çıkarmak iddiasındadır: başarılı olan her şey, yararlı olan her şey, gerçektir. 'Gerçek olan her şeyin yararlı olduğu' formülünden hareket eden pragmacılık bunu döndürür ve 'yararlı olan her şeyin gerçek olduğunu' ileri sürer. O halde Marksizmin tam karşıtıdır.
... Pragmacılığa göre, gerçek, özneldir, nesnel değildir.
Eylemin felsefesi olarak pragmatizm, ilkeleri ne olursa olsun, başarılı olan eylemi salık verir; ona göre sonuç, yararlılık, kullanılan araçları haklı gösterir. Bu, 'Gerçek, şu anda Mussolini'nin düşündüğüdür' formülüne uyan faşist serüvencilerin tipik felsefesidir."[5]
Görüldüğü gibi, kavram keşmekeşi, kaçınılmaz olarak, her türden yanlış kavrayışların Marksizm-Leninizm adına piyasaya sürülebilmesinin koşullarını yaratmaktadır.
Yukarda gördüğümüz gibi, "SınıfPusulası" nın kavramları karmakarışık hale getirmekle ulaşmak istediği amaç, kendi siyasal kavrayışlarının "doğru"luğunu kabul ettirmektir.
Bilinebileceği gibi, "SınıfPusulası"nın siyasal çizgisi "ayaklanma stratejisi" olarak tanımlanır.
"Genellikle modern revizyonistlerin (T"K"P, TİP vb.) ... devrim anlayışlarını 'sovyetik tip ayaklanma' olarak formüle etmek mümkündür. Bu anlayış, şehirleri temel alan bir çizgi oluşturur. Bu çizgiye göre, ülkemizdeki politik güçler, kitle haberleşme araçları şehirlerde merkezileşmiştir; ülke nüfusunun büyük bir bölümü şehirlerde oturmaktadır; devrimin (isterse sosyalist devrimi ilk hedef olarak kabul eden revizyonistler olsun) temel gücü proletarya olacaktır ve proletarya şehirlerde bulunmaktadır.
Ülkemizde kapitalizmin egemen olduğunu kanıtlamaya yönelik tahliller, son tahlilde, şehirlerde bir ayaklanma başlatarak politik iktidarın fethedileceğini ve sonra devrimin kırlara taşınacağını ileri sürmeye yönelik olarak kullanılır. Bunların en büyük dayanağı Rusya'daki Ekim Devrimi'dir. Ülkede silahlı ayaklanmanın nesnel koşullarının mevcut olmadığını bildikleri için de, günlerinisendikalçalışmayla,burjuvamuhalefetiyleittifakyollarıaramaklageçirirler. Bu kesimin şiddetle karşı çıktığı devrimci saptama ise, milli krizin -olgun olmasa da- sürekli mevcudiyetidir.
Ayaklanma stratejisi, ülkenin belli başlı kentlerinde -'sinir merkezleri'- nesnel ve öznel koşulların olgunlaştığı bir anda başlatılacak bir kitle hareketiyle iktidarın fethini öngörür. Burada silahlı ayaklanmanın yanında, ikincil olarak başka savaş biçimlerinin gündeme gelmesi önemli değildir. Diğer silahlı aksiyon yöntemleri, silahlı ayaklanmayı geliştirmek ve geciktirmemek koşuluyla kullanılır, yani talidir."[6]
İşte bu anlayış, ülkemiz solunda yıllarca açık ya da gizli olarak savunulmuş ve her seferinde, gerek teorik olarak, gerekse pratik olarak yanlışlığı ortaya konulmuş bir çizgidir. Ancak bunların "SınıfPusulası" için bir değeri ve önemi yoktur. Çünkü onlar, bu çizgiyi önsel olarak (aprior) "doğru" kabul ettiklerinden, sadece bugünden yapılması gerekenleri belirlemek durumundadırlar:
"Bütün tarih boyunca burjuva-proletarya kamplaşmasında her iki tarafın da çok büyük değer verdiği sendikalar olgusu, bugün sınıfı kazanmakta her zamankinden çok daha önemsenmelidir. İşçi sınıfının komünist öncüsü fabrika çalışmasıyla sendika çalışmasını bir devrimci işçi hareketi yaratmak, bir sınıf sendikacılığı hareketini yaratmak, sınıf içinde politik bir odak olma çalışmasının birbirinden asla ayrılmaz bütünün iki parçası olarak algılanacak tarzda ve pratik ilişkisini de bu gerçekliğe uygun düzenlemek zorunluluğuyla hareket etmelidir. Elinde güçlü grev araçları, işçi kitle sendikaları olamayan bir komünist öncünün, bir genel grevi örgütleyemeyeceği gerçeği, sınıf çalışmasının abc'sidir. Enelverişligrevaraçlarısendikalarolduğundanbugünekadarkipratiğineksikkalanyanlarını,yanlışkavranmışnoktalarınıbubakışaçısıylatekraryorumlamalıyız."[7] (İtalikler bize ait -KC)
Görüldüğü gibi, "SınıfPusulası" da, geçmişteki revizyonistler gibi, tüm faaliyetlerin sendikalarda yoğunlaştırılmasını isterken, aynı zamanda bu konudaki eskinin "pratiğinin eksik kalan yanlarını, yanlış kavranmış noktalarını bu bakış açısıyla tekrar yorumlamak"tan söz etmektedir.
Ülkemizin devrim mücadelesinin yakın tarihini bilenlerin kolayca görebileceği gibi, "bugüne kadar ki pratik"ten kastedilen TİP, TSİP, TKP'nin sendika pratiği ile buna karşı mücadele eden devrimci örgütlerin pratiğidir. Ve yine ülkemiz devrim mücadelesinin yakın tarihini bilenlerin kolayca anlayabileceği gibi, revizyonistler, her zaman sendikaları kendi politik faaliyetlerinin temel alanı ve aracı olarak ele almış ve bunları politik kitle örgütlenmesine dönüştürme planları yapmışlardır. Ve devrimciler, bu anlayışa karşı çıkarak, sendikaların işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin bir örgütü olduğunu, politik kitle örgütlenmesinin ekonomik mücadelenin dışında oluşturulacağını, dolayısıyla politik kitle örgütlenmesi ile sendikal örgütlenmenin birbirine karıştırılamayacağını savunmuşlardır.
Revizyonist anlayış, "kitleleriniçinegirerek,kitlelerinacilgereksinmelerietrafında,kitleleriörgütleyip,eylemesokmavekitleleresiyasibilinçgötürüpörgütleme,yaniemekçikitlelerinekonomikvedemokratikhakveistemlerietrafındakitleleriörgütleyip,siyasihedefeyönlendirme" olarak özetlenebilir.
Lenin'in "kendiliğindencilik" ve "ekonomizm" olarak mahkum ettiği bu anlayış savunucuları, "işçi sınıfının siyasal mücadelesi sadece iktisadi mücadelenin en gelişmiş ve en etkili biçimidir", "sosyal-demokratlar, şu anda, iktisadi mücadelenin kendisine olabildiğince siyasal bir nitelik kazandırma göreviyle karşı karşıya bulunmaktadırlar" demektedirler.[8] Lenin, NeYapmalı?'da tüm bu ekonomist görüşleri etraflıca ele alıp eleştirirken, bu anlayışın, "trade-unionculuk", yani sendikalizm olduğunu ve sosyalist siyaseti sendikal siyaset düzeyine düşürme geleneksel eğilimini ifade ettiğini açık biçimde ortaya koymuştur.
Tüm bunların, Marksizm-Leninizmin teorik ve pratik bilgi birikiminde bulunduğu bilinirken, aynı ekonomist anlayışların günümüz koşullarında savunulması elbette kolay değildir. Bunu yapabilmek için, tek yol, kavram karışıklığı yaratmak ve bunun oluşturduğu kargaşa içinde istenilen "tez"i savunmak olmaktadır.
Yine de "SınıfPusulası", Lenin'in eleştirdiği ekonomistlerden de, ülkemiz solundaki revizyonistlerden de daha "akıllı" bir bakış açısına sahiptir. Onlar, açıkça sendikalarda çalışmayı, öyle "ekonomik mücadele", "politik mücadele" vb. gibi değerlendirmelerin ötesinde görmektedirler. Onlara göre, sendikaların elinde büyük bir silah, grev silahı vardır. Doğal olarak bu silaha sahip olanlar, istedikleri anda geniş bir grev eylemini örgütleyebilirler ve bu grev eylemi ortamında "istenilen amaca" ulaşabilirler.
1905 Rus Devrimi'ni "en öğretici deney olduğu için" "model" olarak aldıklarını söyleyen "SınıfPusulası" şöyle yazmaktadır:
"Marksist-leninist komünistler, uzun yıllardan beri genel grev-genel direniş şiarını gerçeğe dönüştürmeyi, işçi sınıfı ve geniş emekçi katmanların temel hak ve talepleri uğruna harekete geçmelerini ve sistemin durmasını ve felç olmasını sağlamayı hedeflemektedirler. Bütün gündelik faaliyetlerini bu taktik planın öğeleri olarak algılamaktadırlar. ... işçi sınıfının komünist öncüsünün doğrudan grev hareketini örgütleme ve yönetme araçları olmada yeterli gelmediğini varsaydığımızda, işçi sınıfının tek tek bölüklerinin ve bütününün grevini örgütleyecek sendikalar ya da sendikal oluşumlar yaratılmadan bir genel grev örgütlemek olanaksız değilse de son derece zordur."[9]
İşte pragmatizmin geldiği son nokta budur: Sendikalar aracılığıyla genel grev yapmak ve bu genel grev ortamında iktidarı almak için "ayaklanma"yı örgütlemek.
Bu yoldan gidildiğinde hiç bir yere varılmayacağının tarihsel olarak tanıtlanmış ve kanıtlanmış olması, elbette "SınıfPusulası"nı fazlaca ilgilendirmeyecektir. Pragmatizmin egemen bakış açısı olduğu ve kavram keşmekeşi içinde neyin ne olduğunun açıkça bilinmediği bir ortamda devrimci mücadeleye katılmış pekçok yeni unsur için ise, söylenenlerin çok "akılcı" kabul edileceği de kesindir. Çünkü "amaca ulaşmak için her türlü araç mübahtır".
Bugün ülkemiz ve dünya devrim mücadelesinin karşı karşıya kaldığı en temel sorunlardan birisi de, bu "akılcı" değerlendirmenin yaygınlığıdır. Ve bu "akılcı"lık için, ülkemiz somutunda ortaya çıkan gerçekler de birşey ifade etmemektedir. Oysa ki, aynı mantıkla, çevrecilik, kadın sorunu, alevicilik gibi konuları ve alanları kullanarak kitleleri "örgütleme" çabalarının sonuçları ortadadır.
Ancak ülkemiz solunda, bu mantığın savunucuları ve sürdürücüleri sadece "SınıfPusulası" çevresi değildir. İçinde bulunulan ideolojisizlik, Marksist-Leninist teorinin alabildiğine bir kenara bırakılmışlığı ve her türden kavram keşmekeşi yeni "akılcı" girişimlerin ortaya çıkmasına uygun bir zemin oluşturmuştur. "Vatanseverlerin sesi" çevresi de, aynı mantığın ve "akılcı"lığın yeni bir evresini oluşturmaktadır.
"YaşadığımızVatan" dergisinin yayınlanmaya başlamasıyla birlikte ortaya çıkan "vatanseverler" söylemi, ülkemiz solundaki keşmekeşi daha da derinleştirmiştir.
IFY">Bilindiği gibi, Türkçe'de "vatan", "millet", "yurt", "ulus" gibi, "vatanseverlik", "milliyetçilik", "ulusalcılık", "yurtseverlik" gibi, pekçok sözcük ve kavram vardır. Dilbilimcileri, Türkçe'nin tarihsel evrimi içinde değişik dillerden, özellikle Arapça ve Farsçadan pekçok sözcük aldığını her zaman yinelemişlerdir. Asıl olarak Osmanlıca çerçevesinde ortaya çıkan bu bileşik ve karışık sözcük yapısı, zaman içinde Türkçe'nin "özleştirilmesi" hareketi çerçevesinde değiştirilmeye çalışılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kuruluş yıllarında ortaya atılan "güneş-dil" teorisi ile birlikte başlatılan "özleştirme" hareketi, zaman içinde içeriğindeki tüm küçük-burjuva milliyetçiliğe karşın, Türkçe'ye yeni sözcükler ve kavramlar kazan/ dırmıştır.
1960 sonrasında devrimci mücadelenin gelişimine paralel olarak, dildeki "özleşme" hareketinin başını çeken kemalist küçük-burjuva aydınlarının sola yönelmesi, bu "özleşme" hareketini anti-emperyalist mücadelenin bir parçası haline getirdiği gibi, tümüyle tasfiye olmamış ve özellikle üst-yapıda varlığını sürdüren feodalizme karşı bir tutumu simgeler hale getirmiştir.
Böylece, ülkemiz yakın tarihinde, dildeki "özleşme" hareketi ("öztürkçe") politik bir tutumun ifadesi olmuştur. 1977 sonrasında başlatılan ve başını Nazlı Ilıcak'ın çektiği "yaşayan Türkçe" hareketi, dildeki "özleşme" hareketinin devrimci ve ilerici mücadeleyle olan özdeşliğine karşı oligarşinin bir politik tutumu olarak gündeme getirilmiştir.
İşte bu dildeki "özleşme" hareketi içinde Türk Dil Kurumu'nun yabancı sözcüklere karşı önerdiği yeni Türkçe sözcükler, ağırlıklı olarak sol sanat-edebiyat çevreleri ile sol yayınlarda kullanılır olmuştur.
1960 sonrasında gelişen devrimci mücadelede öne çıkan "halk" kavramı, egemen sınıf politikacılarının "millet" kavramının karşıtı olarak sosyalist perspektifi yansıtan en yaygın kullanılan sözcük olmuştur. Aynı şekilde "milli mesele", bu süreçte "ulusal sorun" olarak değiştirilmiş, "millet" yerine "ulus" sözcüğü kullanılmaya başlanmıştır. Aynı süreçte, Marksist-Leninistlerin "ulus" karşısındaki tutumlarına ilişkin yapılan belirlemelerde "vatan" sözcüğünün karşısına "yurt" sözcüğü konulmuş ve Marksist-Leninistlerin enternasyonalist bakış açılarına en uygun sözcük olarak "yurtsever" sözcüğü ("milliyetçi"nin karşıtı olarak) kullanılmaya başlanmıştır.
Ve sonuç olarak, faşistler ve her türden gerici kesimler kendilerini "vatanperver" ya da "vatansever" olarak tanımlarken, devrimciler kendilerini "yurtsever" olarak tanımlamışlardır. Bu bağlamda, yabancı dillerden yapılan çevirilerde "patriotizm" sözcüğünün karşılığı olarak "yurtseverlik" sözcüğü kullanılmaya başlanılmıştır. Ve o zamandan günümüze kadar, hemen tüm sol yayınlarda, Marksist-Leninistlerin "ulusal sorun" karşısındaki tutumu "yurtseverlik" temelinde ele alınmıştır. Bunun en tipik sonucu ise, küçük-burjuva milliyetçi bakış açısına sahip olan PKK hareketinin kendisini hemen her zaman "yurtsever" olarak tanımlamasıdır.
Bu tarihsel gelişimin ortaya koyduğu gerçekler böyle olmakla birlikte, "YaşadığımızVatan" dergisi, "yurtsever" sözcüğünü eski zamanların "vatansever" sözcüğü ile değiştirmiştir.
Şüphesiz bu belirli bir politik bakış açısının (perspektifin) sonucudur. Her ne kadar kendileri bu konuda açık bir belirleme ortaya koymamışlarsa da, bunun politik niteliği tartışmasız ortadadır. Devrim şehitleri için "mevlit" okutan, şeriatçılarla birlikte türban eylemlerine katılan ve bunların "halkın değerlerine saygı göstermek" olduğunu ileri süren bir politik yapının, kaçınılmaz olarak dildeki "özleşme" hareketi karşısında da "yaşayan Türkçe"nin taraftarı olması şaşırtıcı değildir. Ancak her zaman söylediğimiz gibi, "siyasi,ideolojikvefelsefimücadeledekelimeleraynızamanda,silah,patlayıcıveyauyuşturucumaddevezehirdir". "YaşadığımızVatan" dergisiyle birlikte ortaya çıkan "vatansever" söylemi, bu bağlamda değerlendirilmek zorundadır.
Evet, Türkçe'de aynı anlamlara gelen pek çok sözcük vardır. Aynı anlamı ifade eden Türkçe, Arapça ve Farsça sözcüklerin varlığı, kullanımda bu aynı anlamlı sözcükler arasında bazı "nüans", vurgu farklılıkları yaratmıştır. İşte "vatan" sözcüğü ile "yurt" sözcüğü, kullanımda böylesine farklılığın ortaya çıktığı sözcüklerden birisidir. Yukarda da belirttiğimiz gibi, 1960 sonrasında gelişen devrimci mücadeleye paralel olarak bu nüans ve vurgu farklılığı, aynı zamanda politik tutum farklılığı olarak belirgin hale gelmiştir. Ve herkesin kolayca bileceği gibi, "vatan" sözcüğü, kullanımda "belirli bir devlet sınırları içindeki toprak parçasını" ifade ederken, "yurt" sözcüğü, sadece "üzerinde yaşanılan toprak parçası" olarak kullanılmaktadır. Bu yönüyle, "vatanseverlik" kendi içinde belirli bir devleti esas alırken; "yurtseverlik" devlet kavramını dışlar. Bu nedenden dolayı, "vatanseverlik" "milliyetçilik"e daha yakın bir sözcük halindeyken, "yurtseverlik" "milliyetçilik"in karşıtı durumuna gelmiştir.
Görüleceği gibi, sorun, yalın bir tarzda, aynı anlama gelen Türkçe ya da Arapça bir sözcüğü seçme sorunu değildir. Sorun, ülkemiz somutluğunda devrimci-milliyetçi bir bakış açısının egemen kılınmaya çalışılmasıdır.
1993 yılında kendisini DHKP-C olarak örgütlediğini ilan eden DS'nin evrimine bakılacak olursa, yapılan "tercih"in, ideolojik ve politik bir tercih olduğu açıkça görülecektir. DHKP-C'nin kısa tarihi (her ne kadar kendilerini THKP-C ile başlatarak "30 yıl"lık bir tarihe sahip olduklarını söylüyorlarsa da), nedenleri açıklanmayan bir dizi değişimin, dönüşümün tarihi olmuştur. "Kuruluş Kongresi" ni yaparak "resmen" kurulmuş bir "parti" olduğunu ilan eden DHKP-C, aynı kongrede alındığını ilan ettiği pekçok kararı, hiçbir gerekçe göstermeksizin ortadan kaldırdığı gibi, aynı zamanda kendisini "resmen kurulmuş bir parti" olmaktan da çıkartmıştır. Çünkü, "parti"nin en üst ve en yetkili organı "parti kongresi"dir ve dolayısıyla "parti kongresi" kararları, ancak bir diğer "parti kongresi" kararı ile değiştirilebilir. Ortada yapıldığı bildirilmiş ya da açıklanmış bir "parti kongresi" yokken, örneğin "parti kongresi" kararı olarak ilan edilen "periyodik merkezi yayın organı Devrimci Sol"un ortadan kayboluşu, kaçınılmaz olarak "partinin feshi" anlamına gelmektedir.
Elbette ülkemizde bunlar böyle yapılmamaktadır. Tabii ki, DHKP-C kendisini "fesh" etmemiştir ve herkesin bildiği gibi vardır. Burası "Türkiye"dir. Bu gibi konularda yapıldığı gibi, kavramlarda da herkes istediğini istediği biçimde ve ölçüde kullanma durumundadır. Bunların bilinçteki yansıları, yaratacağı tahribatlar önemli değildir. Önemli olan, "kedinin fare tutmasıdır". Gerisi, bizim gibilerin, Marksist-Leninist ideolojik ve politik belirlemeler ve ilkeler karşısındaki uzlaşmaz tutumudur. Bunların da "fazla ciddiye alınması gerekmez"!
Ama unutulmamalıdır ki:
Lemortsaisitlevif!
"Bilimsel olarak kavram, nesnel gerçekliğin insan beyninde yansıma biçimidir. Dolayısıyla, kullanılan kavramlar, aynı zamanda kişinin ya da ortaya konulan düşüncenin nesnel gerçekliği nasıl kavradığını, algıladığını ortaya koyar. Bu yüzden, her dünya görüşü ya da siyasal görüş, kendi kavrayışını belli kavramlarla, kavramlar dizgesi ile ortaya koyar. Ne anlama geldiği ve neyi ifade ettiği belirlenmiş sözcükler, böylece belli bir görüşün ifade edilmesinin temel araçları durumundadır ve bu yolla kavram haline gelirler. Tanımlanmamış ve her istenildiğinde değişik anlamlara sokulabilen kavramlar, kaçınılmaz olarak belirsizliği ortaya çıkarır ve bu tür kavramlarla ortaya konulan görüş ve düşünce her yöne çekilebilir bir nitelik kazanır. Bu da, her türden oportünizmin kendisini kolayca gizleyebilmesini olanaklı kılar."[10]
Dipnot
[1]Yaşadığımız Vatan, 22 Mayıs 2000, Sayı: 40 [2] Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III [3]Sınıf Pusulası, Propagandacıya Notlar (I), sayı: 6 [4]Sınıf Pusulası, Propagandacıya Notlar (I), sayı: 6 [5] G. Politzer, Felsefenin Temel İlkeleri, s: 240-241 [6] THKP-C/HDÖ, PASS ve Devrimci Taktiğimiz, s: 19-20 [7]Sınıf Pusulası, İşçi Sınıfının "Örgütlenme Merkezleri" Olarak Sendikalar, Sayı: 6 [8] Lenin, Ne Yapmalı?, s: 75, Sol Yayınları, Birinci baskı [9]Sınıf Pusulası, İşçi Sınıfının "Örgütlenme Merkezleri" Olarak Sendikalar, Sayı: 6 [10]Kurtuluş Cephesi, Sayı: 51, Eylül-Ekim 1999