KURTULUŞ CEPHESİ - Eylül-Ekim 1996
Öncü Savaşı
ve "Ayaklanma"
Ülkemizde ve dünyada egemen olan ideolojisizleşme, günümüzde, en somut ve en pratik sonuçlarını devrimci mücadele ve devrimci savaş alanlarında ortaya koymaktadır. On yıllar önce Marksizm-Leninizmin ustaları tarafından, ayrıntılı olarak, tahlil edilmiş ve çözümlenmiş sorunlar, bugün, devrimci faaliyetlerin tümüyle dışında, kendi-kendine varlığını sürdürmesi, ideolojisizleşmenin bir sonucudur. Böylece devrimci pratik, devrimci teorinin, yani Marksizm-Leninizmin kılavuzluğundan uzaklaşmış ve kendi kendine yürüyen bir faaliyet haline gelmiştir. Pratiğin teoriden böylesine uzaklaşması ve ayrışması, kaçınılmaz olarak "pratiğin teorisini" yapma yönündeki eğilimleri güçlendirmiştir. Ancak böyle bir "teori" olamayacağı için de, ya pragmatizm teori haline gelmekte ya da eklektizm teorik bir çıkış olarak görünmektedir. Pragmatizmin etkisini yitirmesine paralel olarak gelişebilen eklektizm, "her şeyin en iyisini alma" sloganı ile pragmatizmin oluşturduğu bir zemin üzerinde hareket etmektedir. Günümüzde gelişme olanağı en fazla olan yan, işte bu eklektik anlayışlar olmaktadır.
Eklektizm, burjuva ideolojisinin proletarya ideolojisi karşısında gerilediği her yerde ve her dönemde ortaya çıkan bir çizgidir. Çünkü eklektizm, proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz sınıf çelişkisinin belirlediği sınıf mücadelesinde "ortada" kalan küçük-burjuva aydınlarının bir çizgisidir. Proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadelenin "üstünden atlamaya kalkan" küçük-burjuvazi, eklektizm ile, her iki sınıfın "en iyi", "en olumlu" yanlarını "alarak", her iki sınıfı "uzlaştırabileceğini" düşünür. Onlara göre, proletarya ile burjuvazinin "en iyi" ve "en olumlu" yanları seçilerek ortaya çıkartılacak "bileşim", tüm sınıf mücadelelerini ortadan kaldıracaktır!
SBKP revizyonistlerinin Marksizm-Leninizmi revize ederken de yararlandıkları eklektizm, "kapitalizmden öğrenme", "burjuvaziden öğrenme" vb. safsatalarla dünya solunda belli bir geçmişe de sahiptir. Özellikle 1985 sonrasında Gorboçov'un "perestroyka" ve "glastnost" söyleminin temeline yerleştirilen eklektizmin sonuçları 1990'ların dünyasında açıkca görülmüştür.
İşte ülkemiz solunda son dönemlerde yeniden baş gösteren eklektizm hastalığı, değişik sol örgütlerin "her birinin en iyi yanlarını" almak ya da "doğru neredeyse oradan alınmalı" söylemiyle ortaya çıkmıştır. İdeolojisizliğin ve teorisizliğin bir "nitelik" gibi sunulduğu, pragmatizmin "çıkarcılığı"nın "politik ustalık" olarak ifade edildiği bir ortamda, pratiğin teorinin kılavuzluğunun dışında gelişmesinin getirdiği çıkmazlardan kurtulma isteminin doğru devrimci çizgiye ulaşması yoğun bir ideolojik mücadeleden sonra olabilecektir.
Son iki yıl boyunca belirgin bir biçim olan teorisizlik ve ideolojisizlik ortamında gelişen kitle hareketleri, solda yeni arayışları (ve tabi çatışmaları da) gündeme getirmiştir. Gazi olayları sonrasında ortaya atılan "ayaklanma" sloganları ve söylemi, öylesine bir yaygınlık kazanmıştır ki, birbirleriyle tarihsel ve kökensel olarak hiçbir ortak yanı olmayan sol örgütler birbirlerine "yakın" düşmüşlerdir. Artık birbirlerinden farklarını bile ortaya koyamayan, sadece adlarındaki ve yayın organlarının başlıklarındaki farklılıkları ile farklılıklarını korumaya çalışan bir sol örgütler kümesi ortaya çıkmıştır. Bu benzeşmenin, sol için yeni bir "umut" olduğunu, yıllar süren "ayrılıkların" bu temelde ortadan kalkacağını düşünen ve hatta bu temelde "birlik" çalışmalarını ve sloganlarını öne çıkartan bir çok kesim ve örgütlenme ortaya çıkmıştır.
"Ayaklanma" söyleminin böylesine yaygınlık kazanması ve tarihsel ve kökensel olarak birbirleriyle hiçbir ortak noktası olmayan değişik örgütlerin "ortak paydası" haline gelmesi, ideolojisizlik ve teorisizlik ortamında, yeni bir "yol" olarak görünmektedir. Ve süreç, Marksizm-Leninizmin ustalarının yıllar önce ortaya koyduklarını yeniden "keşfetme"ye doğru evrilmek durumundadır.
Oysa ki, Marksizm-Leninizmle az çok tanışıklığı olan herkesin kolayca görebileceği gibi, sorun, devrim teorisine ilişkin bir sorundur. Daha tam deyişle, sorun, iktidarın nasıl feth edileceğine ilişkindir. Devrimin hangi yolu, rotayı izleyerek gerçekleşeceği belirlemesi, aynı zamanda, devrimci mücadelenin bugünden yarına nasıl yürütüleceği ve örgütleneceğini belirler. Bunun Marksizm-Leninizmdeki karşılığı devrim teorisinin, örgütlenme anlayışının ve çalışma tarzının belirlenmesidir. Bu da, ancak dünyanın doğru bir tahlili ile mümkündür.
Dünya devrimci mücadelelerinin tarihi göstermiştir ki, iktidarın proletarya tarafından feth edilmesi, ancak şiddete dayanan bir devrim ile olanaklıdır. Marksizm-Leninizmde devrimci şiddet, silahlı aksiyon yöntemleri olarak ortaya çıkar ve barikat savaşlarından gerilla savaşına kadar bir dizi eylem biçimini kapsar. Ayaklanma stratejileri, hemen her zaman kentleri ve kent savaşlarını esas alır ve buna yönelik olarak örgütlenmeyi ve faaliyeti içerir. Gerilla savaşı yöntemi ise, Halk Savaşı stratejisinin bir parçası olarak ön planda yer alır. Sovyetik ayaklanma olarak da tanımlanan ayaklanma stratejisi, kentleri ve kent savaşlarını esas almış olmakla, barikat savaşı temelinde yürütülen bir mücadeleyi öngörür. Gerilla savaşı, bu stratejide, barikat savaşlarının tamamlayıcı bir unsuru olarak ortaya çıkar. Dolayısyla, Halk Savaşlarındaki gerilla savaşının stratejik konumu ve sorunları, bu stratejide sadece konjonktüreldir, taktikseldir.
Günümüzdeki teorisizlik ve ideolojisizlik, ayaklanma stratejisi ile Halk Savaşı stratejisi arasındaki farklılıkların yok sayılmasını getirmiştir. Öyle ki, "yararlı" olduktan sonra, "her şey" yapılabilir. Bunun için belli bir teoriye ya da devrim stratejisine gerek bile yoktur. Bunun sonucu olarak, bir yandan kentlerdeki başlatılacak bir ayaklanma yönünde sloganlar ve faaliyetler öne çıkartılırken; diğer yandan, kır gerillasından, halk ordusundan söz edilebilmektedir. Bütün bunların Marksizm-Leninizm tarafından yıllar önce ele alındığı ve çözümlendiği tarihsel bir gerçekken, ideolojisizleştirme süreci ile "unutturulmuştur".
AYAKLANMA ve MARKSİZM-LENİNİZM
Ayaklanma konusu, Marks-Engels'den başlamak üzere, tüm ustalar tarafından ele alınmıştır. Özellikle Paris Komünü, Marksizm-Leninizmin ayaklanma konusundaki belirlemelerinde özel bir yere sahip olmuştur. Ülkenin politik merkezi durumundaki belli bir kentte (örneğin Paris) silahlı ayaklanmayla iktidarın ele geçirilmesi, 1789 Fransız Devrimi'nden itibaren belirleyici bir mücadele olarak ortaya çıkmıştır. 1848 Devrimleri ve Paris Komünü bu mücadele anlayışının uygulandığı alanlar olmuştur.
"Günümüzde ayaklanma -diye yazıyor Engels, gerçekten savaş türünden bir sanattır ve ihmal edildiği zaman eden partinin mahvına sebep olacak kurallara bağlıdır. Partilerin yapısından ve ayaklanma durumunda göz önüne alınması gereken hususlardan mantıksal olarak çıkartılan kurallar o kadar açık ve basittir ki, 1848'deki kısa deneyleri Almanlara bunları gayet iyi öğretmiştir. Önce, oyununuzun sonuçlarıyla karşılaşmaya tamamen hazır olmadıkça ayaklanma ile aynamayınız. Ayaklanma son derece belirsiz niceliklerle yapılan bir hesaptır. Bu niceliklerin değeri her gün değişebilir. Karşınızdaki güçler, örgüt, disiplin ve yerleşmiş otorite bakımından sizden ileridirler. Sizin onlara karşı kuvvetli üstünlükleriniz olmadıkça yenilir ve mahvolursunuz. İkinci olarak, ayaklanma bir kere başladı mı, en büyük azimle ve hücum planında yürür. Savunucu bir eylem her silahlı ayaklanmanın ölümüdür. Düşmanlarla boy ölçüşmeye kalkmadan kaybedilir. Hasımlarınızı güçleri dağınıkken bastırınız; küçük de olsa her gün yeni başarılar, ilerlemeler tertipleyiniz. İlk başarılı ayaklanmanın size verdiği moral üstünlüğü muhafaza ediniz; daima en kuvvetli tahrike kapılan ve daha emin olan yanı gözeten, iki taraf arasında çekimser kişileri kendi tarafınıza toplayınız; düşmanlarınızı size karşı güçlerini biraraya getirmeden geri çekilmeye zorlayınız. Devrimci politikanın bugüne kadar bilinen en büyük üstadı Danton'un dediği gibi: Hücum, hücum ve yine hücum." [1*]
Ancak Paris Komünü'nün yenilgisinden sonra, Marks ve Engels, şehirlerde başlatılan silahlı ayaklanma konusunu yeniden ele almışlar ve yeni gelişmelerin bu tür bir mücadeleyi önemli ölçüde geri plana attığını belirlemişlerdir. Bu belirlemeyi yaparken ortaya koydukları gerçekler, ondan sonraki tüm devrim mücadelelerinde proletarya partilerinin önemle gözettikleri bir kılavuz ilke olmuştur.
Engels, 6 Mart 1895 tarihinde yazdığı "Fransa'da Sınıf Savaşımları"na "Giriş" yazısında şöyle demektedir:
"Eski tarzda ayaklanma, 1848'e kadar her yerde kesin olan barikat üzerinde savaş, şimdi bir hayli eskimiş, modası geçmiştir.
Bu konuda hayale kapılmayalım: Sokak çatışmasında başkaldırmanın birliklere karşı zaferi, iki ordu arasındaki bir savaşta olduğu gibi bir zafer, çok ender bir şeydir. Ama zaten başkaldıranların bunu hedef almış oldukları durumlar da seyrek olmuştur. Onlar için ancak birlikleri moral bakımdan etkileyek gevşetmek, zayıflatmak söz konusuydu, bu da savaşan iki ülkenin orduları arasındaki savaşımda hiç bir rol oynamaz ya da pek o kadar büyük bir rol oynamaz. Eğer bu başarılırsa, birlik savaşmayı reddeder, ya da komutanlar başlarını kaybederler ve başkaldırma, zafer kazanır. Ama eğer bu başarıya ulaşamazsa, o zaman, sayıca daha az birliklerle bile olsa, donatım (teçhizat), eğitim (talim), tek merkezden yönetme, silahlı kuvvetlerin sistemli bir biçimde kullanılması ve disiplin bakımından üstünlük galip gelir. Bir başkaldırma hareketinin gerçekten taktik bir eylemden bekleyebileceği en fazla şey, tek başına bir barikatın yoluna yordamına göre kurulup savunulmasıdır. Karşılıklı destek, yedek kuvvetlerin kurulması ve kullanılması, kısacası, bir mahallenin, hele hele bütün bir büyük kentin daha savunulması için mutlaka zorunlu olan ayrı ayrı müfrezeler arasında işbirliği, ancak çok yetersiz bir biçimde gerçekleştirilecektir ya da hiç gerçekleştirilemeyecektir; silahlı kuvvetlerin belirleyici bir nokta üzerinde yoğunlaştırılması elbetteki sözkonusu değildir. Buna göre pasif direniş, egemen olan savaş biçimidir; kuvvetlerini toplayarak saldırı, elbette ki, şurada burada, fırsat düştüğünde, ama gene de ancak çok özel durumlarda, ilerlemeler ve yeniden saldırılar kaydettirecektir, ama genel kural olarak geri çekilmekte olan birliklerin bıraktıkları mevzilerin tutulması ile sınırlı kalacaktır. Buna ek olarak, bir de, ordunun bulunduğu yanda, toplar vardır, baştan aşağı donatılmış, talim görmüş istihkam birlikleri, başkaldıranların hemen hemen her zaman tümden yoksun bulundukları savaş araçları vardır. En büyük bir kahramanlıkla çarpışılan barikat savaşlarının bile, -Haziran 1848' de Paris'te, Ekim 1848'de Viyana' da, Mayıs 1849'da Dresden'de- saldırıyı yöneten liderler siyasal düşüncelere aldırmadıklarından salt askeri görüş ve gerekçelerle hareket edince ve erleri de kendilerine bağlı kalınca, sonunda başkadırmanın yenilgisiyle sonuçlanmasında, demek ki, şaşılacak bir şey yoktur...
Demek ki, klâsik sokak çarpışmaları çağında bile, barikatların, maddi olmaktan çok manevi bir etkisi vardı. Barikat, askerlerin cesaretini, dayanma gücünü sarsmak için bir çare idi. Eğer barikat, askerler çözülünceye kadar tutunursa zafer elde ediliyordu; yok, tutunamazsa yenilmek vardı. Bu, gelecekte de, sokak savaşının başarı olasılıkları incelendiğinde akılda tutulması gereken başlıca noktadır..." [2*]
Engels, yüzyıl önce ayaklanma ile barikat savaşının ilişkisini ve sorunlarını özlü bir biçimde ortaya koymaktadır. Amacın iktidarın feth edilmesi olarak belirgin olduğu bir mücadele için, Engels'in bu belirlemelerinin ne denli önemli olduğu 1905 Rus Devrimi'nde ve 1917 Ekim Devrimi'nde açıkça görülmüştür.
1905 Rus Devrimi'nde barikat savaşları özel bir yere sahiptir. Neredeyse, klâsik barikat savaşlarının en görkemli ve en son örneğini ortaya koymuştur. 1905 Moskova ayaklanması üzerine yaptığı bir değerlendirmede Lenin, "yeni barikat taktikleri" olarak "gerilla savaşı"nın nasıl ortaya çıktığını ve nasıl kullanılması gerektiğini anlatarak, bunun Moskova ayaklanmasından alınacak "dersler" den biri olarak ortaya koymuştur.
Ancak Lenin'ın açık biçimde ortaya koyduğu gibi, bu "yeni barikat taktiği" olan "gerilla savaşı", gerilla savaşının barikatları desteklemek amacıyla kullanılmasından başka birşey değildir.
"Devrimimizin halk arasındaki düşmanlarının sayısı azdır; ama mücadele keskinleştikçe bunlar daha da örgütleniyor ve burjuva sınıfının gerici tabakasınca destekleniyorlar. Bu yüzden, böyle bir dönemde, ulus çapında siyasal grevler döneminde bir ayaklanmanın ufacık bir bölgeyle ve kısacık bir zamanla sınırlanmış eski bireysel hareketler şeklini alamayacağı çok doğal ve kaçınılmazdır. Ayaklanmanın bütün ülkeye yaygın, daha yüksek ve daha karmaşık uzun bir iç savaş biçimi alması, yani halkın iki bölümü arasında silahlı bir çarpışma durumuna gelmesi çok doğal ve kaçınılmazdır. Böyle bir savaşın oldukça uzun aralarla birkaç büyük kavga, ve bu aralar süresinde, çok sayıda küçük mücadelelerle sürdürüleceği düşünülebilir. Bu böyle olunca -kesinlikle böyledir- Sosyal-Demokratlar bu büyük kavgalarda, mümkün oldukça küçük çatışmalarda da, kitlelere önderlik etmeye yatkın örgütler yaratmaya mutlaka kendilerine ödev edinmelidirler." [3*]
İşte Lenin'in ortaya koyduğu "uzun ardalardaki" "küçük çatışmalar" gerilla savaşı olarak ortaya çıkmaktadır.
"1905 Devrimi okulunda okumuş proletarya" Şubat ve Ekim 1917 Devrimlerinde, Marksizm-Leninizmin tüm bu belirlemelerinin ışığında hareket etmiştir. Şubat-Ekim 1917 döneminde Bolşevik Partisi, 1905 Devrimi deneyimlerini ve Engels'in uyarılarını dikkate almıştır. Bu dönemde, söz konusu edilemeyecek kadar az barikatın ortaya çıkması, Marksist teorinin pratiğin yönlendirilmesinde ne denli önemli bir yere sahip olduğunu da göstermiştir. Böylece "Sovyetik Ayaklanma" adı verilen yeni bir ayaklanmayla iktidarın feth edilmesi yolu ortaya çıkmıştır. Bu yeni yol, kitlelerin kendiliğinden ayaklanma ve isyanlarının proletarya partisi tarafından örgütlenmesi ve bu örgütlenme aracılığıyla iktidarın ele geçirilmesi olarak belirlenmiştir. Artık barikat savaşının belirsizlikleri ve askeri birlikler karşısındaki dezavantajları gündemden çıkmıştır. Gündemde, planlı, programlı, örgütlü ve merkezi yönetime sahip ayaklanma vardır. Ekim Devrimi, bu yeni yolun zaferi olarak ortaya çıkmıştır.
İşte bu andan itibaren, dünya devrim mücadelelerinde "sovyetik ayaklanma" yeni bir devrim stratejisi olarak ortaya çıkmıştır.
Bu stratejinin temelinde, ülkedeki devrim durumunun doğru bir tahlili yatmaktadır. Milli krizin ortaya çıkışı, evrimi ve gelişme dinamiklerinin oluşturduğu devrim durumu, ayaklanmanın gündemde olması demektir. Evrim ve devrim aşamalarının kesin çizgilerle birbirinden ayrıldığı ülkeler için geçerli olan sovyetik ayaklanma, uzun bir evrim döneminden sonra, nispeten kısa süren devrim aşamasının mücadele çizgisini oluşturur.
Ancak emperyalist hegemonya altında olan, ister I. ve II. bunalım döneminin sömürge ve yarı-sömürge ülkelerinde olsun, isterse III. bunalım döneminin geri-bıraktırılmış ülkelerinde olsun, sürekli milli krizin mevcudiyeti, evrim ve devrim aşamalarının kesin çizgilerle ayrılmasını olanaksız kılmaktadır. Bu ülkelerde evrim ve devrim aşamaları iç içe geçmiştir. Dolayısıyla, bu ülkeler devriminde, "sovyetik ayaklanma", çok daha farklı koşullara bağlıdır.
"Genellikle modern revizyonistlerin (T"K"P, TİP vb.) ... devrim anlayışlarını 'sovyetik tip ayaklanma' olarak formüle etmek mümkündür. Bu anlayış, şehirleri temel alan bir çizgi oluşturur. Bu çizgiye göre, ülkemizdeki politik güçler, kitle haberleşme araçları şehirlerde merkezileşmiştir; ülke nüfusunun büyük bir bölümü şehirlerde oturmaktadır; devrimin temel gücü proletarya olacaktır ve proletarya şehirlerde bulunmaktadır.
Ülkemizde kapitalizmin egemen olduğunu kanıtlamaya yönelik tahliller, son tahlilde, şehirlerde bir ayaklanma başlatarak politik iktidarın fethedileceğini ve sonra devrimin kırlara taşınacağını ileri sürmeye yönelik olarak kullanılır. Bunların en büyük dayanağı Rusya'daki Ekim Devrimi'dir. Ülkede silahlı ayaklanmanın nesnel koşullarının mevcut olmadığını bildikleri için de, günlerini sendikal çalışmayla, burjuva muhalefetiyle ittifak yolları aramakla geçirirler. Bu kesimin şiddetle karşı çıktığı devrimci saptama ise, milli krizin -olgun olmasa da- sürekli mevcudiyetidir.
Ayaklanma stratejisi, ülkenin belli başlı kentlerinde -'sinir merkezleri'- nesnel ve öznel koşulların olgunlaştığı bir anda başlatılacak bir kitle hareketiyle iktidarın fethini öngörür. Burada silahlı ayaklanmanın yanında, ikincil olarak başka savaş biçimlerinin gündeme gelmesi önemli değildir. Diğer silahlı aksiyon yöntemleri, silahlı ayaklanmayı geliştirmek ve geciktirmemek koşuluyla kullanılır, yani talidir. Bizim gibi emperyalist hegemonya altında bulunan (açık ya da gizli işgal) bir ülkede, büyük kentlerde başlatılacak bir silahlı ayaklanma, ilk anda kentlerin iç denetimini sağlasa bile, gerek emperyalist orduların müdahelesi ile, gerekse kırsal alanlardan gelen karşı-devrimci güçlerin saldırısı karşısında iktidarı uzun süre elde tutamaz. Ekim Devrimi'nden bugüne kadar yaşanılan deneyimler bunu açıkca kanıtlamıştır. Örneğin, Komintern'in direktifleriyle 1927'de Çin'de başlatılan ayaklanmalar (Kanton, Güz Hasadı vb.), şehir merkezli bir stratejinin, ayaklanma yönteminin yanlışlığını gösterir. Keza İspanya İç Savaşı (özellikle Madrit savunması), bir ya da birkaç şehirde iktidarın ele geçirilmiş olmasının yeterli olamayacağını göstermiştir. Daha tek bir şehrin denetimini bile ele geçiremeden yenilmiş sayısız ayaklanma girişimleri, dünyanın pekçok yerinde görülmüştür." [4*]
HALK SAVAŞI VE AYAKLANMA
Emperyalist hegemonya altında bulunan geri-bıraktırılmış ülkelerin somut koşulları, bu ülke devrimlerinin yolunu Halk Savaşı olarak belirlemektedir. Çin ve Vietnam Devrimlerinin zaferiyle tanıtlanmış olan bu yol, sürekli bir milli krizin mevcut olduğu geri-bıraktırılmış ülkeler devriminde tek geçerli stratejiyi oluşturmaktadır. Halk Savaşı stratejisi olarak da tanımlanan bu strateji, uzatılmış bir savaş aracılığıyla, düşman güçlerini yıpratarak, devrim güçlerini geliştirerek, zayıf bir halkın maddi ve teknik olarak üstün düşmana karşı zafer kazanmasının stratejisidir.
Halk Savaşı stratejisinin özü, maddi ve teknik olarak güçlü bir düşmana karşı, politik ve moral üstünlüğe sahip halk güçlerinin, uzatılmış bir savaşla zafer kazanmasıdır. Bu amaçla ve bu hedefe yönelik olarak, gerilla savaşından mevzi savaşa kadar bir dizi savaş biçimi, koşullara ve güçler dengesine uygun olarak yürütülür. Bu savaşta, gerilla savaşı, geniş halk kitlelerinin silahlı mücadele biçimidir.
Burada ülkemiz solunda sık sık unutturulan ya da çarptırılan bir yan ortaya çıkar. Bu da, Halk Savaşında, devrimci savaş ile ayaklanmanın ilişkisidir. Kimilerinin sandığının aksine, Halk Savaşı, şehirlerdeki ayaklanmayı dışlamaz. Ancak Halk Savaşı, kimilerinin iddia ettiği gibi, ayaklanmayla iktidarın ele geçirilmesinde "gerillaların desteklediği" bir devrim stratejisi değildir. Halk Savaşında, devrimci savaş ile ayaklanma, diyalaktik bir ilişki içindedir. Ancak devrimci savaş (ağırlıklı olarak gerilla savaşı), Halk Savaşının temel unsurudur, ayaklanma ise, bu temele tabidir.
Giap, Halk Savaşının yönetim biçimini anlatırken şöyle söylemektedir:
"Bütün alanlarda bütün halkın savaşını yürütmek, silahlı kuvvetlerle siyasi kuvvetleri, silahlı mücadeleyle siyasi mücadeleyi, silahlı ayaklanmayla devrimci savaşı bir arada düzenlemek...
Savaş boyunca, silahlı kuvvetlerin eylemiyle işbirliği içindeki kitlelerin ayaklanma hareketi, genelleştirilmiş bir siyasi mücadele sayesinde her defasında kendini yeniledi. Savaş, ayaklanma şartlarını olgunlaştırıp ona daha fazla yayılma olanağı verdikçe, ayaklanma devrimci savaş alanını genişletip, devrimci savaşı güçlendirir ve durmadan gelişmeye doğru iter...
Her devrimin temel meselesi iktidar meselesidir ve her savaşın temel meselesi de düşman silahlı kuvvetlerinin yokedilmesi meselesidir. Savaşımız devrimci bir savaştır ve iktidarın ele geçirilmesi için mücadele biçimi olarak devrimci savaştan yararlanıyoruz. Bu savaş, düşman silahlı kuvvetlerinin yokedilmesi, düşman iktidarının parçalanması ve halk iktidarının kurulması sorununu çözümlemeyi amaçlar. Halk savaşımızda, iktidarın ele geçirilmesi açısından kitlesel ayaklanmalarla, düşman ordularını yoketmeyi amaçlayan halk silahlı kuvvetlerinin savaşçı eylemini düzenliyoruz. Farklı somut şartlarda, düşman iktidarının parçalanması ve çeşitli kademelerde halk iktidarının kurulması düşmana saldırmak ve onu yoketmek için yeni olanaklar yaratılmasını amaçlar.Diğer yandan, iktidarı ele geçirmek, yeni güçler ve üsler yaratmak açısından ayaklanan kitleleri desteklemek için düşmanı yoketmek zorunludur." [5*]
Halk Savaşının yürütülmesinde ayaklanmanın nerede ve nasıl gündeme geleceği, Giap'ında ifade ettiği gibi, tümüyle devrimci savaşın gelişmesine ve güçler dengesine bağlıdır. Ancak her koşulda, Halk Savaşında ayaklanma, "sovyetik ayaklanma"dan farklıdır. Bu fark, Halk Savaşının, Halk Ordusunun yürüttüğü politikleşmiş askeri savaşı ile iktidarın fethini temel almasından kaynaklanır. Halk Savaşında ayaklanma, belirli bölgelerin kurtarılmasında gündeme gelir. Halk ordusunun, ister gerilla birlikleri olarak, ister bölgesel birlikler olarak, isterse düzenli birlikler olarak, düşmanın elindeki bölgeleri ele geçirmek için yaptığı saldırılar, aynı zamanda düşmanın işgal bölgesindeki halk güçlerinin silahlı eylemleri ile birlikte koordine edilir. İşte düşmanın işgal bölgelerindeki halk güçlerinin silahlı eylemleri, silahlı ayaklanma ve şehir gerilla savaşı olarak ortaya çıkar. Yine belirtelim ki, burada silahlı ayaklanma ve şehir gerillası, temele, yani halk ordusunun savaşına bağlıdır ve onun tamamlayıcı bir unsuru olarak ortaya çıkar. Halk Savaşının devrimde zorunlu durak olduğu ülkelerde, silahlı ayaklanma, halk ordusunun saldırısı ile birleşik olmadığı sürece ve ona tabi olarak gündeme gelmediği takdirde, kesin bir başarısızlık olarak ortaya çıkar. Burada silahlı ayaklanma, tek başına iktidarın ele geçirilmesinin aracı durumunda değildir.
Çin ve Vietnam Devrimleri bu konuda yeterince açık bir örnektir. Halk Savaşı koşullarında ayaklanmanın yeri konusunda en son örneklerden birisi de 1978-79 Nikaragua'da verilmiştir.
Nikaragu Devriminde şehirlerde yürütülen gerilla savaşı ve yerel ayaklanmalar, III. bunalım döneminin ilişki ve çelişkileri içinde, bir devrim mücadelesinin planlı ve programlı olarak yürütülmesi açısından önemli bir örnektir. Genel olarak 1978'e kadar FSLN'nin yürüttüğü Öncü Savaşı, bu tarihten itibaren Halk Savaşına dönüşmüştür. 1978 Ocak sonunda gerçekleştirilen genel grev ve Şubat ortalarında başlayan yerel silahlı ayaklanmalar, Öncü Savaşının Halk Savaşına geçiş aşaması olarak belirmiştir. FSLN'nin Terceristas kesiminin yürüttüğü şehir gerilla savaşı ve şehir ayaklanmaları, "Uzun Halk Savaşı" çizgisini benimseyenlerin yürüttüğü kır gerilla savaşıyla birlikte gerçekleştirilmiştir.
Ülkemizde son iki yıldır görülen kimi gecekondu mahallelerindeki eylemlerde örnek alınan Nikaragua Devriminin şehir eylemleri, şehir ve kırın, gerilla savaşı ile ayaklanmanın birleşik olarak ele alınmasının görüngüleridir. Nikaragua şehirlerinde şu ya da bu fotoğraflara ya da filimlere yansıyan barikat görüntüleri, iktidarın ele geçirilmesinin son evresini göstermektedir. Bütün bunların doğru bir biçimde tahlil edilmesi ve değerlendirilmesi, Nikaragua Devriminin genel gelişim çizgisi ortaya konulmasıyla olanaklıdır. Aksi halde, "görüntüler", olayların sadece dış görünüşlerini yansıtma özellikleriyle, bir dizi yanılgının nedenleri haline gelecektir.
ÖNCÜ SAVAŞI
En kısa tanımıyla, Öncü Savaşının amacı, geniş halk kitlelerini silahlı mücadeleye kazanmak, yani Halk Savaşını başlatmaktır. Çünkü III. bunalım döneminin özelliklerinden dolayı, bizim gibi emperyalist hegemonya altında bulunan geri-bıraktırılmış ülkelerde, Halk Savaşı, Çin ve Vietnam Devrimlerinde olduğu gibi başlamamaktadır. Ülkede merkezi otoritenin güçlendirilmiş olması (oligarşik dikta), halk kitlelerinin tepkileri ile oligarşi arasında suni bir dengenin kurulmuş bulunması, kaçınılmaz olarak, Halk Savaşının başlatılabilinmesi için, merkezi otoritenin zayıflatılmasını ve suni dengenin bozulmasını gerektirmektedir. İşte Öncü Savaşı, bu koşulların yaratılması demektir.
Öncü Savaşı, yalın bir biçimde "öncünün yürüttüğü bir mücadele" değildir. Öncü Savaşı, yukarda ortaya koyduğumuz gibi, emperyalizmin III. bunalım döneminin ilişki ve çelişkilerinin oluşturmuş olduğu koşullarda, Halk Savaşını başlatmaya yönelik bir mücadeledir. Halk Savaşı, bizim gibi ülkeler devriminide zorunlu bir evredir ve iktidar ancak Halk Savaşının zaferi ile ele geçirilebilinir. Dolayısıyla, Öncü Savaşının başarısı, Halk Savaşının başlatılmasını getirerek, Halk Savaşının yürütülmesinin koşullarını oluşturur. Bu nedenden dolayı, Öncü Savaşı, devrim sürecinde, stratejik nitelikte, yani zaferi belirleyen özelliklere sahip bir süreçtir. Öncü Savaşı, Halk Savaşına dönüşmediği sürece, iktidarın ele geçirilmesi olanaksızdır ve Öncü Savaşı olmaksızın Halk Savaşı verilemez.
Öncü Savaşı ile Halk Savaşının, tek bir sürecin iki aşaması olması kavranamadığı sürece, devrimci pratik, birbiriyle çelişen bir dizi silahlı eylem olarak kendiliğinden yürütülen bir faaliyet haline dönüşür. İster Öncü Savaşını Halk Savaşının bir evresi, "taktik bir evresi" olarak ele alan anlayışlar olsun, isterse Öncü Savaşını reddederek, salt Halk Savaşının verilmesi gerektiğini ileri süren anlayışlar olsun, bu gerçeğin çıkmazları içersinde bir ileri, bir geri gidip gelmektedirler. Sonuç, nesnel gerçeklikle çelişen kavrayışlar ve bu kavrayışlar nedeniyle doğru bir devrimci çizgiye sahip olamayıştır. Kaçınılmaz olarak, bu durumda, tüm pratik faaliyet ve eylemler, o anki anın getirmiş olduğu pratik faaliyet ve eylemler haline dönüşmektedir. Bunun sonucu ise, stratejik bir plana, rotaya bağlı olmayan, dolayısıyla birbiriyle çelişen faaliyetler ve kararlar olmaktadır. Stratejik bir planlama, stratejik bir rota olmayınca da, silahlı mücadele, kendine ait bir askeri tırmanma politikasına sahip olamamaktadır. Sonuç, nesnel koşulların dışında, öznel nedenlerle gerçekleştirilen çeşitli silahlı eylemlerdir.
Öncü Savaşının kavranılmaması ya da Öncü Savaşının yanlış kavranılması, yürütülen silahlı mücadelenin, ülkenin içinde bulunduğu nesnel koşullardan ve mevcut durumun ortaya koyduğu gelişme dinamiklerinden kopuk bir mücadele haline getirmektedir. Böylece, suni dengenin bozulmasına yönelmesi gereken faaliyet, günlük mücadeleyle sınırlanmakta ve devrimci propaganda şu ya da bu silahlı eylemin nasıl gerçekleştirildiğinin propagandasına indirgenmektedir. Son dönemlerde yapılan silahlı eylemlerin, nasıl yapıldığını anlatan "Eylem Öğretiyor" türünden yayınlara bakıldığında, bu eylemlerin nesnel koşullarla ilişkisinin (ya da ilişkisizliğinin) hiçbir biçimde ortaya konulmadığı görülmektedir. Böyle olunca, tüm silahlı eylemler, her koşulda geçerli iki "amaç"la yapıldığı ve bu "amaç"ların da "halk düşmanlarının cezalandırılması" ve "kamulaştırma" olduğu görülmektedir. Bunun Öncü Savaşıyla ne denli uyumlu olduğu bir yana, Lenin'in ortaya koyduğu "gerilla savaşı"yla ne denli uyumlu olduğuna bakmak gerekir.
"Bizim ilgilenmekte olduğumuz olgu, silahlı mücadeledir; bu mücadele, bireyler ve küçük gruplar tarafından yürütülmektedir... Silahlı mücadele, birbirinden kesinkes olarak ayrılması gereken farklı iki amaca yöneliktir; önce, bu mücadele kişilere, liderlere ve ordu ve polisteki görevlilere suikast yapmayı amaçlar; ikinci olarak, hem hükümete ait, hem özel kişilere ait para kaynaklarına elkoyar." [6*]
İşte Lenin'in 1905 Rus Devriminde ortaya koyduğu silahlı mücadele amaçları ile ülkemizde gerçekleştirilen silahlı eylemlerin uyumu böyle ortaya çıkmaktadır.
Oysa hemen herkesin çok iyi bildiği gibi, Öncü Savaşı ile Lenin'in barikat savaşının bir tamamlayıcı unsuru olarak ortaya çıkan gerilla savaşı üzerine belirlemeleri birbirinden farklı niteliktedir ve farklı amaçlara sahiptir. 1980 öncesinin DY'sinin Öncü Savaşını reddedebilmek için yaygınlaştırmaya çalıştığı Lenin'in gerilla savaşı değerlendirmesi, kendilerinin devrim mücadelesinden silinmiş olmalarına rağmen, etkinliğini günümüze kadar sürdürmesi işte böyle ortaya açıkmaktadır.
Tüm bunları, Ocak 1993 tarihli Kurtuluş Cephesi'nin 11. sayısında yayınlanan "Öncü Savaşında Yol Ayrımı" yazısında ortaya koyduğumuz için burada tekrar ele almayacağız. Belirtelim ki, Öncü Savaşı ile öncünün yürüttüğü mücadele bir ve aynı değildir.
Öncü Savaşı, birbirine bağlı iki fonksiyona sahiptir:
1- Oligarşinin siyasal zorunu bertaraf etme. Bu görev, geri-bıraktırılmış ülkelerde, siyasal zorun askeri biçimde maddeleşme koşullarında sürdürülmesi ve zaman zaman maddeleşmesi nedeniyle askeri niteliktedir. Askeri yön olarak da tanımlayabileceğimiz bu görev, bir yandan oligarşinin siyasal zorunu bertaraf ederek, kitlelerin tepkilerini açığa çıkartır ve kitleleri devrimci propagandaya açık hale getirirken; diğer yandan, oligarşi ile olan maddi ve teknik güç dengesini devrim cephesi lehine bozmaya yönelir. (Suni dengenin bozulması esprisi.)
2- Oligarşiyi siyasal olarak tecrit etme, kitleleri siyasal olarak devrim cephesine kazanmak, yani siyasi gerçekleri açıklama kampanyası ile kitleleri bilinçlendirnek ve örgütlemek.
Bu amaçlara yönelik olarak yürütülen Öncü Savaşı, suni dengeyi bozarak, Halk Savaşının koşullarını oluşturur ve Halk Savaşının verilebilmesi için gerekli örgütlenmeleri yaratır. Bu boyutu ile Öncü Savaşı, başlangıçtan itibaren kitlelerin büyük birimler etrafından örgütlenmesini amaçlayamaz. (Burada söz konusu olan "büyük birimler", kitlelerin ekonomik-demokratik hak ve istemler etrafında örgütlenmesi olarak sendikalar ve demokratik kitle örgütleri değildir. "Büyük birimler", kitlelerin siyasal örgütlenmesidir.) Dolayısıyla, Öncü Savaşı evresinde, kitlelerin yerel düzeylerde ortaya çıkan tepkileri, planlı ve programlı bir mücadeleye yöneltilmek zorundadır. Aksi halde, yerel ve özel düzeyde ortaya çıkan kitlesel tepkiler, oligarşinin zoruyla yüzyüze gelecek ve buna karşı kitleyi koruyacak silahlı güç bulunamayacağından, sonuç, ya katliam olacak ya da kitlelerin pasifize olması. İşte Öncü Savaşının yürütüldüğü ve yürütülmesi gerektiği bir dönemde, kitlelere yönelik olarak yapılacak her türden "ayaklanma" propagadası ve ajitasyonu, hem kitlelerin büyük birimler içinde örgütlenmesini gerektirdiğinden, hem de böyle bir ayaklanmanın nesnel koşulları mevcut olmadığından, tümüyle devrim mücadelesini saptırıcı özellikler ve sonuçlar yaratacaktır.
Öncü Savaşı sürecinde, kitlelerin tepkileri açığa çıkartıldığı, yani suni denge bozulduğu oranda, kitlelerin kendiliğinden ayaklanma ve isyanları gündeme gelecektir. Özellikle Öncü Savaşının Halk Savaşına dönüşme evresinde bu tür gelişmeler çok daha fazla ve yaygın olacaktır. Bu nedenle, Öncü Savaşını yürüten örgüt, bu gelişmelerin yaratıcısı olarak, örgütsel faaliyetini, propaganda ve ajitasyonu, bu gelişmeleri gözönüne alarak yürütür. Silahlı güç ile kitle örgütlenmesinin birlikte gelişmesi için gerekli önlemleri alır. Aksi halde, öncünün eylemlerinin sonuçları ile öncünün kendi örgütlenmesi ve kavrayışı arasında çelişki ortaya çıkacaktır. Öncü, mücadelesini kendi stratejik rotasına uygun olarak yürüttüğü sürece, bu çelişki ikincil kalacak ve Halk Savaşı başlatılabilinecektir. Bunun için, öncü, başlangıçtan itibaren, bu gelişme dinamiklerinin bilincinde olarak, kitlelerin örgütlenmesine yönelir. Onları, her türlü kısa vadeli mücadele anlayışından uzak tutar ve uzatılmış bir savaşa göre bilinçlendirir ve örgütler.
Dipnotlar
1* Engels: Almanya'da Devrim ve Karşı-Devrim, Akt. W. Pomeroy: Marksizm ve Gerilla Savaşı, s: 51-52
2* Engels: Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s: 239-240
3* Lenin: Gerilla Savaşı, Kurtuluş Cephesi, Sayı: 11, 1993
4* THKP-C/HDÖ: Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi ve Devrimci Taktiğimiz, s: 19-20, 1987
5* Giap: Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı, s: 34-39
6* Lenin: Gerilla Savaşı, Kurtuluş Cephesi, Sayı: 11, 1993