Ülkemizin son 40 yıllık tarihi, devrim ile karşı-devrim arasındaki mücadelenin tarihi olmuştur. Bu tarihsel süreçte, yükselen devrim mücadelesi karşısında emperyalizm ve oligarşinin karşı-devrimci hareketi, her zaman askeri darbeyle tamamlanmıştır. 12 Mart 1971 askeri müdahalesinden 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar geçen zaman diliminde devrimci mücadelenin ülke çapında gelişmesi ve yükselmesi, aynı zamanda 12 Eylül askeri darbesinin uygulamalarının boyutlarını belirlemiştir. 12 Eylül askeri darbesinin izlerinin ülke çapında ve her alanda 20 yıldır varlığını sürdürmesinin nedenleri de bu uygulamalarda ortaya çıkmaktadır.
Ekonomik alanda 24 Ocak 1980 Kararları' nın ”tam ve kesin” olarak uygulamaya sokulduğu 12 Eylül dönemi, ülke tarihinin en geniş ve kitlesel pasifikasyon ve depolitizasyon uygulamalarına sahne olmuştur. Devrimci örgütlere ve kitleye yönelik askeri terör, devrimci, ilerici, solcu olarak görülen herşeye karşı bir terör olarak ortaya çıkmıştır.
Askeri darbenin ilk aylarında doğrudan devrimcilere ve devrimci örgütlere yönelik olarak yürütülen şiddet ve baskı, giderek devrim mücadelesinin hedeflediği yeni toplumsal düzene ilişkin her türlü izin ortadan kaldırılmasına yönelmiştir. DİSK'ten Türk Dil Kurumu'na kadar uzanan bir dizi uygulama, devrimciliği, ilericiliği ya da solculuğu temsil eden herşeyin şiddet ve baskıyla yüzyüze olduğu ve olacağı yargısının kitlelere yerleştirilmesine hizmet etmiştir.
3 Milyon kişinin soruşturmadan geçirildiği, 650 bin kişinin gözaltına alındığı 12 Eylül terör döneminde bireylere yönelik şiddet ve baskı, toplumsal alanda sola ilişkin her türden düşünce, istem, özlem, davranış biçimi, değer yargısı vb.'nin yokedilmesine yönelik bir şiddet ve baskıya dönüştürülmüştür.
Devrimci mücadeleyle şu ya da bu düzeyde ilişkisi olan herkes, 12 Eylül sürecinde karşı karşıya bırakıldığı şiddet ve baskı ortamında, o güne kadar inandığı, düşündüğü şeyleri inkar etmek, bireysel yaşamında düşüncelerine ilişkin her türlü davranıştan, kuraldan vazgeçmek durumuna itilmişlerdir. Ve 12 Eylül yönetimi burada da durmayarak, bireylerden günlük yaşantısındaki her türlü ilerici, solcu davranış biçimlerini terk etmesini de bir koşul olarak ortaya koymuştur. Gözaltına alınıp bırakılan her birey, kendisine bir iş bulmak, askerliğini yapmak ve evlenmek olarak tanımlanan üç koşulu yerine getirmeye zorlanmıştır. Bu koşulları yerine getiren bireylere, bir süre sonra (okullarda din derslerinin zorunlu hale getirilmesine paralel olarak) yeni bir koşul daha getirilmiştir: namaz kılmak ve oruç tutmak.
Böylece 12 Eylül askeri yönetimi, 1980 öncesinde kendisine devrimci diyen bireylere mevcut düzenin içinde yaşama olanağı tanırken, aynı zamanda onların devrimcilikle ilgili her türden değeri çiğnemelerini zorunlu hale getirmiştir. Bunun sonucu ise, her türden devrimci değerin, bizzat devrimcilik yapmış kişiler tarafından ayaklar altına alınması, değersizleştirilmesi, yozlaştırılması olmuştur.
Bu uygulamanın toplumsal ölçekteki sonucu ise, kitlelerin, şiddet ve baskı karşısında kendi değerlerini terkeden, onları değersizleştiren ”sol”culardan uzaklaşması ve devrimcilere olan güvenini yitirmesi olmuştur.
Meyhanelerde, birahanelerde toplaşan ”eski solcular”ın devrimci değerleri bu terkedişleri karşısında toplumun gösterdiği tepki, aynı zamanda onların tecrit olmalarına da neden olmuştur. Ancak bunların tecrit oluşu, bireyselliklerinin ötesinde siyasal sonuçlar doğurmuş ve açık biçimde kitlelerin devrimci hareketten uzaklaşmaları ve karşı bir konuma geçmeleriyle somutlaşmıştır.
İşte toplumsal ölçekte tecrit olan bu eski ”solcular”, 1993 sonrasında T. Özal'ın ”yeni” politikalarıyla toplumun üstünde, ”elit” bir konuma yükseltilmişlerdir. T. Özal'ın ağzından düşürmediği ”transformasyon” politikalarıyla, askeri yönetimin şiddet ve baskı yöntemleriyle devrimci düşüncelerden ve değerlerden kopartılan ve bunlara karşı bir yaşama sokulan ”eski solcular” yeni kuşakların biçimlendirilmesi için basın-yayın alanında ”iş” sahibi haline getirilmişlerdir.
1984'den itibaren Sovyetler Birliği'nde Gorbaçov'la birlikte başlatılan ”perestroyka” ve ”glasnost” politikaları, eski ”solcular”ın yeni ”iş”lerinde kendilerine ”sol” bir görünüm verebilmeleri için uygun bir ortam yaratmıştır. Gorbaçov söylemiyle piyasaya sürülen bu eski ”solcular”ın tek amacı, devrimci düşüncenin, ideolojinin ve değerlerin yozlaştırılması, değersizleştirilmesi ve güvenilmez hale getirilmesi olmuştur.
1986 yılında T. Özal tarafından çıkartılan ceza indirimi yasası, bu kesimlerin gösterdikleri başarının bir ödülü olarak ortaya çıkmıştır.
Ekonomik konularda Asaf Savaş Akat, Osman Ulagay, İlhan Tekeli vs. yanında, ideolojik konularda Murat Belge, Halil Berktay, vs.; basın-yayın alanında Hasan Cemal, Belge Yayınları, İletişim Yayınları yeni kuşakların ideolojisizleştirilmeleri ve depolitizasyonu için oligarşinin en gözde militanları haline gelmişlerdir. ”Sivil toplumculuk” söylemiyle sürdürülen ideolojik yozlaştırma faaliyetleri, ”ithalatın liberalizasyonu” uygulamalarıyla birleşerek yeni bir tüketici kuşağın yaratılmasına yöneltilmiştir. Murat Belge'nin deyişiyle, yeni kuşaklar ”soyut bir gelecek uğruna somut bugünden vazgeçmeme” kavrayışına ulaştırılmıştır.
Gorbaçov'un ”perestroyka” söylemiyle birlikte ortaya çıkan küçük-burjuva aydınlarının Marksist-Leninistlerden çok daha ”üretken” olduklarına ilişkin savlar, böyle bir ortamda gözle görülmez bir etkiye sahip olmuştur.
Küçük-burjuva aydınlarının Marksizm-Leninizme ”yeniden kazanılması” söylemiyle ortaya atılan bu savın ana unsuru, küçük-burjuva aydınlarının ideolojik ve politik düşünce ”ürünleri”nin kesinkes Marksist-Leninist evrensel tezlerle değerlendirilmeksizin kabul edilmesidir. Böylece küçük-burjuva aydınlarının her türden bireysel düşünceleri, Marksist-Leninist ölçülerle değerlendirilmeden benimsenecektir. Bunun somut görünümü ise, ”sol düşünceler”in Marksist-Leninist klasiklerden alıntı yapılmaksızın ortaya konulması olmuştur.
Ve yine yıllar sonra Murat Belge bu somutluğu şöyle itiraf eder:
”... Fakat zaman içinde kendiliğinden alıntı yapmamaya başladım. Daha sonra bunu düşündüm. Sanıyorum bu düşünce dünyasıyla daha sahici ilişkiler kurmanın sonucuydu. Mecbur muyum? Ben böyle düşünüyorum... Marx da benim gibi düşünüyordu demem neden gereksin? Allah Allah, düşünmeyiversin.” [1*] Murat Belge'nin sözlerinde açık biçimde ifade edildiği gibi, sol adına ortaya konulan düşüncelerin Marksizm-Leninizmle ilişkisinin kopartılması, ama öte yandan ”sol” görünüm altında, ”solcu” olarak aynı düşüncelerin piyasaya sürülmesi 12 Eylül döneminin sola bıraktığı en olumsuz miras olmuştur.
Şüphesiz hiç kimsenin kendi düşüncelerinin geçerliliğini Marksizm-Leninizmle ölçmesi ya da değerlendirmesi diye bir koşul sözkonusu değildir. Ancak burada söz konusu olan kendisini Marksist-Leninist olarak sunan ya da tanımlayanların kendi düşüncelerini hiçbir ölçüte sahip olmaksızın ortaya koymalarıdır. Elbette, Murat Belge gibilerinin Marks gibi düşünmeleri ya da Marks'ın düşüncelerini kabul etmeleri beklenemez. Marksizm-Leninizmin ustalarının düşüncelerini kabul etmek kişinin Marksist-Leninist olması için gerekli ölçüttür. Bunu kabul etmeyenlerin Marksist-Leninist olmalarından sözedilemeyeceği gibi, bunların Marksist-Leninist hareket içinde de yerleri yoktur. [2*] İşte bu yalın gerçek, 1984 sonrasında solda yaygınlaştırılan ”alıntı yapmama” modasının yaratmış olduğu hava içinde bir yana konulmuştur.
Bu olgunun diğer bir yansısı ise, sol örgütlerin ”ben yazdım oldu” mantığı ile Marksizm-Leninizmle hiçbir ilişkisi olmayan, tam tersine Marksizm-Leninizmle temelden çelişen görüşleri ve belirlemeleri kendi yayınlarında ortaya koymaları olmuştur. Kalem ”tutanı”yla değil, üretilmesiyle kolektif bir faaliyet olan örgütsel yazın, giderek, bireylerin kendi adlarıyla yayınlanan bireysel yazılara dönüşmüştür. Böylece Yalçın Küçük gibi, kendi yazdıklarını okumayan kişiler solda itibar sahibi olurken, alıntısız yazılar birer düşünce ürünü olarak değerli kılınmıştır. Yazılı hale getirilen düşüncenin kendisinden çok, yazıyı kaleme alanı öne çıkartan bu olgu, kaçınılmaz olarak insanlık tarihinin en birleşik, kolektif ve örgütlü faaliyetini, yani devrimci faaliyeti bireysel faaliyet görünümüne sokmuştur.
Solda ortaya çıkartılan ideolojisizleşmeyle birlikte gelişen bireyselleşme olgusu, devrimci örgütlerin 12 Eylül askeri darbesi koşullarında karşı karşıya kaldıkları imha operasyonlarıyla birleşerek, örgütlerden kaçışı ve kopuşu genel bir olgu durumuna getirmiştir.
Devrimci örgütleri, devrimci ideolojiyi, devrimci değerleri, şiddet ve baskıyla da olsa reddeden, onları değersizleştiren ve giderek bireyselleşen bireylerin yaşama ”hakkı”na sahip oldukları bir kez kabul ettirildikten sonra, sıra T. Özal'ın ”transformasyon”unun ”adam satın alma” uygulamalarına gelmiştir. 1990'lara gelindiğinde, bireysel düzeyde üniversite öğretim üyelerinden devlet memurlarına kadar pek çok ”yasaklı”ya ”özel sektör”de iş verilmiştir. Üniversitelerden ”solcu” olduğu için atılan ya da ayrılmak zorunda bırakılan profesörler, bu süreçte birer ”holding profesörü” haline dönüştürülmüşler ve 1990'ların ortalarından itibaren holding üniversitlerinin ”insan kaynağı”nı oluşturmuşlardır. Okullarından atılan ”solcu” öğretmenler, önce ”özel dershane” öğretmenliğine, oradan da ”özel okul” öğretmenliğine terfi etmişlerdir. Hiçbir ”diploması” olmayanlar ise, ”tencere-tava pazarlamacılığı”yla işe başlamışlar ve giderek sigorta şirketlerinin pazarlamacılığına terfi etmişlerdir.
Böylece her yılın 12 Eylül'ü geldiğinde, oligarşinin basın-yayın organlarında bir dizi bireyselleşmiş bireyin 12 Eylül ”anıları” yayınlanır olmuştur. Yayınlanan her ”anı”, anımsayanın algısıyla sınırlı da olsa, örgütsel faaliyetlerin bir dizi ayrıntısının ortaya konulmasından başka birşey olmasa da, bireyselleşmiş bireylerin karşı karşıya kaldıkları sıkıntılarını, ”bozulmuş kimyalarını” ifade etmekten öteye geçmese de, örgüt sözcüğünde ifadesini bulan kolektivizasyonun, birlikteliğin karşısına bireyselliği koymayı daha da pekiştirmeye hizmet etmektedir. Kendilerinin devrim mücadelesinde, örgütsel faaliyette ne denli ”fedakar ve cefakar” olduklarını sergileyen 12 Eylülzedelerin bireysel ”anılar”ı, hemen her zaman 12 Eylül döneminde gözaltına alınmış, yıllarca hapishanelerde yatmış 650 bin kişiyi de, içinde yer aldıkları örgüte karşı ”vefa”larını da kolayca bir yana bırakabilmektedir.
12 Eylül askeri darbesinden 20 yıl sonra ”sol”dan son kalan anılar da ”12 Eylül kaçakları” dizisiyle tüketilmiştir. ”Örgütün kendisine ne ettiği”ni anlatan ”12 Eylül Kaçakları”, kendilerinin örgütlere ”ne ettiğini” anımsayamayacak kadar tükendiklerini sergilerken, aynı zamanda 12 Eylül askeri darbesinin yaratmış olduğu bozulmanın, çürümenin, yozlaşmanın en son halkasını da kamuoyunun önüne çıkartarak son misyonlarını da yerine getirmişlerdir. [3*] İşte bu ortamda, 12 Eylül askeri darbesinin 20. yılında, faşistlerin kolaylıkla kendilerini askeri darbenin ”en büyük mağduru” ve ”en büyük düşmanı” gibi sunabilmeleri olanaklı olabilmiştir.
12 Eylül askeri darbesinin 15. yılında Kurtuluş Cephesi'nde yapılan değerlendirmenin son bölümü bugün de geçerliliğini korumaktadır: ”Tüm toplumsal gelişmelerde etkili olabilecek kesimlerin, böylesine bozulmaları, çürümeleri ve satın alınmaları, aynı zamanda kendisine çıkış yolu arayan toplumun, kendisine göre en ileri konumdaki insanlara karşı bütünsel bir güvensizliğine neden olmuştur.
Devrimcilerin, daha tam deyişle, devrim mücadelesini sürdüren devrimcilerin karşısındaki en büyük engel, işte bu dönüşüm ve satın almalar olmuştur. Maddi olarak en zor koşullar altında sürdürülen bir devrimci mücadele ortamı ile daralmış kitle ilişkileri alanı, bu olguyla birleşerek, devrimcilerin, kitlelerin çıkış yolu olmasını engellemiştir.
İşte aradan geçen 15 yıla rağmen, tüm toplumu, her yönden etkileyen bu süreç bitmemiştir. Bu sürecin bitişi, aynı zamanda devrimci mücadelenin yükselişi demek olacaktır. Devrimci mücadelenin yükselişi, aynı zamanda halk kitlelerinin yarınlara duyacakları güvenle bütünleşecektir. Böyle bir süreç, tüm toplumun, tüm zamanların pisliklerinden arınması için gerekli temeli, yani devrimi yaratacaktır. Bu hedefin gerçekliği, aynı zamanda, devrimcilerin, yaşanılan 15 yıllık süreçteki her türlü çürümüşlükle, yozlaşmayla, bozulmayla, kültürsüzleşmeyle hesaplaşmalarını gerekli kılmaktadır. Bu hesaplaşma için zaman çoktan gelmiştir. Devrimciler için yapılacak tek şey, bu hesabın tümüyle görülmesi için kendi koşullarını hazırlamak ve hesabı görmektir. Ve ancak o zaman 12 Eylül dönemi kesinkes bitmiş olacaktır.”
Dipnot
[1*]Birikim, s: 100, s 42, Ağustos 1997 [2*] Yukardaki alıntıda M. Belge, Marks'ın kendisi gibi düşündüğünü göstermek zorunda olmadığını söylemektedir. Marksistler ”Marks gibi” düşünmek durumundadırlar. Ancak aklı başında hiç kimse Marks için ”benim gibi düşünmeyiversin” diye bir söz söyleyemez. Sözün doğru ifadesi ”ben Marks gibi düşünmü-yorum”dur. M. Belge, Marksist-Leninist klâsiklerden alıntı yapmayarak kendisinin Marksizm-Leninizmden ayrıldığını ifade etmekle yetinmeyip, kavram kargaşası yaratarak, çarpık bir kafa yapısının propagandasını yapmayı sürdürmektedir. [3*] Emin Karaca'nın hazırladığı ve serbest gazeteci olarak Milliyet gazetesinde bir kısmını yayınladığı ”12 Eylül Kaçakları” dizisinde THKP-C/HDÖ içinde yer almış iki kişinin de ”anı”sına yer verilmiştir. Birisi, THKP-C/HDÖ'nin ideolojik ve stratejik görüşlerini ortaya koyan ”Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I”in ”yaza-rı” olmaktan öte ovünecek başka bir şeyi kalmadığını ortaya koyarken; ikincisi, cezaevinden kaçışından sonra Avrupa serüvenini ve bu süreçte karşılaştıklarını anlatmaktadır. Birincisinin THKP-C/HDÖ ile olan tüm örgütsel ilişkisi 1978 yılında kesilmiş, ikincisinin ise örgütsel ilişkisi 1979 yılında kesilmiştir. Örgütsel ilişkisi kesilen bu kişiler, daha sonra örgütün kamuoyunda tanınan adını kullanarak kendilerini sadece ”Acilciler” olarak tanımlayan bir oluşum içinde yer almışlardır. Milliyet gazetesinde çıkan Emin Karaca'nın tefrikasında anlattıkları ”anılar”, onların bu ilişkilerine ilişkindir ve kamuoyunda Acilciler olarak tanınan THKP-C/HDÖ ile hiçbir bağlantısı bulunmamaktadır. İkinci kişinin, Avrupa'ya kaçışından sonra ”örgütün kendisine ettiği”ne ilişkin söyledikleri, THKP-C/HDÖ'nden ayrıldıktan sonra Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I'in ”yazar”ının bizzat kurucularından olduğu ayrı bir örgütlenmeye ilişkindir ve bugün böyle bir örgütlenme de mevcut değildir.