KURTULUŞ CEPHESİ - Eylül-Ekim 1995
12 Eylül
ve
Toplumsal Bunalım
Bundan tam 15 yıl önce, 12 Eylül 1980 günü, oligarşinin askeri darbesi gerçekleşmişti. Ve yıllar süren bir terör dönemi böylece başlamıştı.
Bu öylesine bir terör dönemiydi ki, üç milyonu aşkın kişi gözaltına alınmış, sorgulanmış, işkence görmüştür. Aynı dönem içersinde 650 bin kişi tutuklanmış, değişik sürelerle cezaevlerinde tutsak edilmişlerdir. Yetmişe yakın idam cezası infaz edilmiş ve yüzlerce kişi işkencelerde, operasyonlarda katledilmiştir. Kitlesel tutuklamalar birbirini izlemiş, askeri yönetimin onaylamadığı her türlü politik ilişki ve düşünce, en acımasızca ezilmeye çalışılmıştır. Sözcüğün tam anmamıyla, kadro pasifikasyonu kitle pasifikasyonuyla bütünleştirilmiş ve en geniş ölçekte depolitizasyona, yani kitlelerin politikadan uzaklaştırılmasına yönelinmiştir. 24 Ocak 1980 günü Demirel'in azınlık hükümeti tarafından ilan edilen ekonomik kararlar, tüm yönleriyle uygulamaya sokulmuş ve dünya ekonomik buhranının ülkemize yansıyan boyutları kitlelerin sırtına acımasızca yüklenmiştir.
Böylece, bir yandan geniş ölçekli bir pasifikasyon ve depolitizasyon uygulamaları sürdürülürken, diğer yandan IMF'nin ekonomik reçeteleri en uç noktalara kadar uygulanılmıştır.
İşte, aradan geçen 15 yıla rağmen, toplumun bir türlü üzerinden atamadığı tüm ilişki ve çelişkiler, 12 Eylül döneminin uygulamalarının bütünsel sonuçları olarak ortaya çıkmaktadır.
Ülke tarihinin en geniş terör uygulamasının gerçekleştiği 12 Eylül döneminin izlerinin günümüzde bile silinememiş olması, hatta yarattığı toplumsal, siyasal, ekonomik tahribatların etkisinin bile azaltılamamış olması en açık olgu durumundadır.
12 Eylül döneminde uygulanan devlet terörünün her türlü siyasal ilişkiye yönelik uygulanması, sadece devrimci örgütlerin etkisizleştirilmesi olarak açıklanamaz. Oligarşinin 12 Eylül askeri yönetimiyle gerçekleştirmek istediği temel hedef, kendi iktidarına yönelik devrimci hareketin etkisizleştirilmesi ve yokedilmesi olmakla birlikte, devrimci hareketin gelişimine neden olabilecek her türden ekonomik, sosyal, politik ve kültürel ilişkilerin de tasfiye edilmesi hedeflenmiştir. Bu çerçevede, bir yandan devrimci örgütlere ve devrimci kitleye yönelik kanlı bir terör uygulaması sürdürülürken, diğer yandan devrimci hareketin gelişiminde ve yayılmasında etken olan tüm ilişki ve kurumlara saldırılar düzenlenmiştir.
12 Mart döneminde Anayasa değişiklikleriyle sınırlandırılan TRT ve üniversite özerklikleri, askeri yönetimin hemen ilk planda ele aldığı iki temel konu olmuştur. TRT, tümüyle askeri yönetimin denetiminde bir propaganda aracı olarak kullanılması ile sınırlı olmayan girişim, kurumun her türlü yayınını da kapsayacak boyutlara ulaştırılmıştır. Özellikle yetişmiş personel açısından yapılan kıyımlar (ki bir kısım TRT yönetmenlerinin Orman Bakanlığında memur olarak görevlendirilmesi gibi uygulamalara sahne olmuştur), ilk anda herhangi bir hükümet değişikliği ertesinde meydana gelen olaylar gibi görülmüşse de, sonuç olarak, eğlence programlarından belgesellere kadar dönemin hedeflediği kalıplarda "vatandaş" yetiştirmeye yönelmiştir.
Üniversiteler, YÖK düzenine sokularak, sözcüğün tam anlamıyla liseleştirilmiştir. Orta öğrenimden başlayarak üniversiteleri de kapsamına alan yeni bir eğitim sistemiyle apolitik bir gençlik yaratılmaya yönelinmiştir. Ancak apolitik bir gençlik yaratma amacı, herhangi bir dönemdekiyle kıyaslanmayacak ölçüde ortaya çıkmış ve yeni uygulamalarla bugün bile sonuçlarına tüm toplumun katlanmak durumunda olduğu bir duruma gelinmiştir.
Türk Dil Kurumu, kendi içersinde barındırdığı tüm gerici ögelere rağmen, toplumsal olarak "ilerici" bir konumda yer alıyor olmasıyla, askeri yönetimin ilk planda tasfiyeye giriştiği kurumlardan bir diğeri olmuştur. Yeni sözcüklerin türetimi ve türetilmiş yeni sözcüklerin devrimci çevrelerde kavramlaştırılmasıyla ortaya çıkan gelişmeler, TDK'na yönelik saldırının ana nedeni olmuştur.
Sendikalar, demokratik kitle örgütleri, askeri yönetimin devrimci örgütlere yönelik saldırılarının bir parçası olarak yokedilirken, her çeşit örgütlülük "düzene yönelik bir saldırı" olarak tanımlanmıştır. DİSK'in, TÖB-DER'in kapatılması neredeyse alışıla gelen bir askeri cunta uygulaması olarak ortaya çıkarken, özellikle DİSK'in mal varlıkları üzerinde oynanan oyunlar, aynı zamanda askeri darbenin ekonomik uygulamalarının içeriğini oluşturmuştur. Doğrudan doğruya, yani yasal olarak kapatılmayan bir sendika ve bu sendikaya kayıtlı yüzbinlerce işçi, bir sabah, sendikası olmayan sendika üyeleri olarak uyanmışlardır.
Bu ve benzeri uygulamalar, neredeyse her askeri yönetimin ilk planda yapması neredeyse kaçınılmaz olan uygulamalar olarak ortaya çıkmıştır. Düzen partilerinin kapatılmasıyla birlikte, tümüyle politikanın yasaklandığı bir dönemin başlaması söz konusu olmakla birlikte, tüm yaşam süresinin askeri yönetimin yaşam süresi ile sınırlı olacağı beklentisi ortaya çıkmıştır. Ancak, ne bu alanda, ne de diğer alanlarda beklenilen olmamış ve 1982 Anayasası oylamasıyla bir dönemin bitmek üzere olduğu sanıları, 1983 Genel Seçimlerinin sınırlı bir katılımla yapılmış olmasına rağmen gerçekleşmesiyle yeni bir dönem beklentisine dönüşmüştür. Ama beklenildiği gibi olmamış, 8 yıl ülkeyi istediği gibi yönetebilen bir Özal döneminin başlamasını getirmiştir.
Aradan 15 yıl geçmiş olmasına rağmen, Türkiye toplumunun alt-yapısından üst-yapısına kadar içinde bulunduğu çürümüşlük, yozlaşma, değersizleşme sürecinin bitmemiş olmasının gerçekliği de, bu gelişmelerle birlikte ortaya çıkan olgularda bulunmaktadır.
Toplumun içten çürümesine neden olan 12 Eylül döneminin, sözü fazla edilmeyen, ancak yarattığı toplumsal tahribatlarla tüm zamanları etkileyen olaylar dizisinin belki de en önemlisi 1982 yılında patlak veren bankerlik olayları olmuştur. 1981 yılında başlayan ve 1982 ortalarında Banker Kastelli'nin kaçışıyla sonuçlanan kısa bir dönemde ortaya çıkan ekonomik olgular, toplumsal sonuçlarıyla büyük olmuştur.
1977-80 döneminde kitlelerin hemen hemen en aza inmiş olan tüketim eğilimlerinin, 12 Eylül sonrasında teşvik edilmesi, ilk planda ekonomik bir uygulama olarak başlamıştır. Ancak "bankerlik" olayı olarak ortaya çıkan, küçük tasarruflara büyük faiz uygulaması, neredeyse tüm toplumun en küçük birikimine kadar bankalara ve bankerlere yatırılmasını getirmiştir. Kısa sürede yüksek para kazanma ve bununla tüketime yönelme tutkusu, neredeyse tüm toplumu sarmıştır. Ama temelinde, tekelci sanayi burjuvazisinin kendi sermayesini yeniden değerlendirme uygulamaları yatan ve sermaye birikimini eski sermayenin lehine eritmeyi amaçlayan yüksek faiz uygulaması, bir yandan tekelleşememiş sanayi burjuvazisinin tasfiye edilmesini (ve kaçınılmaz olarak politik etkinliğini yitirmesini) getirirken, diğer yandan halk kitlelerinin tümüyle mülksüzleştirilmesini getirmiştir.
1982 itibariyle ortaya çıkan "bankerzedeler" olgusu, bir yandan oligarşinin yeni adamlarının ortaya çıkmasına hizmet ederken (ki bunun en tipik örneği Tansu-Özer Çiller'dir. Özer Çiller'in Genel Müdürlüğünü yaptığı İstanbul Bankası, bu dönemin en önemli dolandırıcı bankası durumundadır), diğer yandan halk kitlelerinin yoksulluğunu görülmemiş seviyeye çıkarmıştır.
Bu gelişmelerin ilki, Özal döneminde artarak büyüyecek yeni bir toplumsal kesimin, "köşe dönücü", "işbitirici", "yiyici" bir toplumsal tabakanın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu toplumsal tabaka, kendi içersinde yeni bir tüketici kitlesi oluşturarak, ülkenin emperyalist metaların açık pazarı haline getirilmesi için önemli bir rol oynamıştır.
İkinci gelişme ise, halk kitlelerinin, en küçük birikimlerine kadar tüm parasal ya da paraya çevrilebilir olanaklarını yitirmeleriyle başlamıştır. Bu durum, çalışan kitlelerin reel gelirlerindeki sürekli düşüşlerle birleşerek, uygulanan enflasyonist politikaların sonucu olarak, büyük bir toplumsal yıkıma dönüşmüştür. Günlük olarak en asgari gereksinmelerini temin edemeyen bir halk kitlesi ile, bu asgari gereksinmeleri için gerekli parasal kaynakları, "her koşulda" bulmak durumunda olan bireyler, tüm toplumsal çürümenin temelini oluşturmuştur. 1984'e girildiğinde, ülke çapında tarihte görülmemiş oranda yükselen bir fuhuş olayı ortaya çıkmasının nedeni de bu olmuştur. Dört milyon çivarında bir nüfusun içine girdiği bu çürümüşlük, ilk planda tekil aileleri etkilemiştir. Aile içi ilişkiler, 1980 öncesiyle kıyaslanamayacak boyutta tersine dönmüştür. Nereden ve nasıl temin edildiği sorulmayan bir gelir ve bu gelire dayanan bir tüketim, neredeyse toplumun dörtte birini içine almıştır.
Bu toplumsal çürümüşlük, Özal'ın ağzından "benim memurum işini bilir" sözleriyle açıkça ifade edilen geniş bir rüşvet ve yolsuzluk dalgasıyla birleşerek, tüm zamanı etkilemiştir.
1990'lara gelinirken, çeşitli ekonomik uygulamalarla, örneğin "tüketici kredileri"yle, vergi iadesi uygulamalarıyla teşvik edilen bu çürüme ve yozlaşma, emperyalist metaların ithaliyle birleşerek, kendine yeni hedefler ortaya çıkarmıştır.
Tüm bu gelişmenin temel dinamiği, oligarşinin şehir küçük-burjuvazisi ve şehirli ya-rı-proleter unsurlara yönelik uygulamalarda ortaya çıkmıştır. Yukarda da belirttiğimiz gibi, 12 Eylül'le birlikte ithalatın serbest bırakılmasıyla tüketim ekonomisi yeni bir görünüm kazanmıştır. 1950'lerde yeni-sömürgecilik yöntemlerinin ilk uygulanmasıyla ortaya çıkan durum (nispi refah), bu kez kitlelerin alım gücünü artırarak değil, tüketim alışkanlığını değiştirerek yaratılmak istenmiştir. Özellikle reklam ve promosyon alanındaki gelişmeler bu değişimin unsurları olmuşlardır. Bu da yeni tüketim nesnelerinin iç pazara sürülmesiyle, en çok şehir küçük-burjuvazisini hedeflemiştir. Genellikle, az da olsa belli bir eğitim görmüş unsurlardan oluşan şehir küçük-burjuvazisinin ithal mallarına olan eğilimini değerlendiren oligarşi, nispi refahı zihinsel olarak yaratmaya yönelmiştir. 1970-80 arasında anti-faşist mücadelenin, anti-emperyalist mücadeleyi aştığı ve gerilettiğini gören oligarşi, gizli işgal esprisinin ürünlerini almak durumundaydı. Böylece anti-emperyalist tepkilere yol açmayacağı görülür görülmez ithal serbestliği uygulamaya sokuldu. 1977-80 yılları arasında kitle mücadelesinin yükselmesi ve faşist milis saldırılar nedeniyle, bastırılmış yada ertelenmiş tüketim eğilimi (talep), 12 Eylül sonrasında, özellikle 83 seçimlerinden sonra önemli bir pazar yaratmıştı. Renkli televizyonla başlayan, video ve müzik setleriyle süren ve sonuçta her çeşit tüketim malını kapsayan bu tüketim, şehir küçük-burjuvazisi içinde tam bir bireysel rekabet ortamı yaratmıştır. Yıllar boyu "Batı"nın tüketim ekonomisine büyük bir hayranlık besleyen ve çoğu zaman da ülkenin geri-bıraktırılmışlığına bu düzeyde tepki duyan şehir küçük-burjuvazisi (ve özellikle aydınları) böylece hem pasifize edilmiş, hem de kendi içinde bölünmüş oluyordu.
Aradan geçen 15 yıla rağmen etkilerini halen sürdüren diğer gelişme ise, şehirlerde yo-ğunlaşan yarı-proleter unsurlara ilişkin olmuştur. Genellikle kırsal alanlardan yeni gelmiş ya da ekonomik buhran nedeniyle işsiz durumunda bulunan bu unsurların en temel özelliği sürekli bir işe sahip olmamalarıdır. Sürekli bir fabrika yaşamının içinde olmadıkları için de kolay kolay küçük-burjuva dünya görüşünü bırakamazlar. *okluk inşaat sektöründe taşeronlarla ilişki içinde olduklarından "işveren"in durumuna göre biçimlendirilebilmektedirler. 12 Eylül'le birlikte devrimci mücadeleye karşı şeriatçıların oligarşi tarafından bir karşı-devrimci bir güç olarak desteklenmesi, aynı zamanda bu kesimlerin yeni parasal olanaklara sahip olmaları sonucunu doğurmuştur. Tekelleşememiş sanayi burjuvazisi içinde yer alan çeşitli sermaye kesimleri ile küçük sermaye kesimlerini kapsayan "teşvikler", özellikle şehirlerdeki yarı-proleter unsurların kullanılmasına hizmet etmiştir. Bir yandan, ekonomistlerin "kayıt dışı ekonomi" dedikleri yasadışı faaliyetler içinde yer alan yarı-proleter unsurlar, diğer taraftan şeriatçı kesimlerin tabanını oluşturacak şekilde kanalize edilmişlerdir. Bugün şeriatçı kesimlerin tabanını oluşturan yarı-proleterler, 80 öncesinde aynı ilişkiler nedeniyle (taşeronlar aracılığıyla) faşist milislerin kaynağıydılar. (1990 sonrasında faşist örgütlenmenin faaliyetlerindeki artış ve gelişmeler, faşistlerin bu kesimlerdeki etkinliklerini yeniden kurmaya yöneldiklerini göstermektedir. Özellikle faşist örgütlenmenin yoğun bulunduğu yerlerde Refah Partisi ile MHP'nin etkilerinin diğer düzen partileriyle kıyaslanamayacak boyutta olması bunun sonucudur.)
İşte, 12 Eylül'le birlikte şehirlerde, küçük-burjuvazi ile yarı-proleter unsurların değişimi, tüm toplumsal ilişkileri belirleyen ilişkiler ortaya çıkarmıştır.
Tüm toplum, hemen her düzeyde değerlerini yitirmiş, her türlü toplumsal ilişki parasal ilişkiye ve çıkar ilişkisine dönüştürülmüştür. Bireysel ailelerin üyelerini de içine alan bu çürümüşlük, her türlü toplumsal faaliyetin en önemli engeli durumuna gelmiştir. Öyle ki, askeri yönetim tarafından politikadan yasaklanmış düzen politikacılarının yasaklarının kaldırılmasından sonra bile, insanlar bir araya gelemeyecek kadar birbirleriyle çıkar çatışması içinde olmayı sürdürmüşlerdir. Sözün özü, tüm toplum birbirine güvenmeyen bireysel ilişkiler alanı haline dönüşmüştür.
İşte bu toplumsal güvensizlik, çürümüşlük, yozlaşma, bir yandan tüketime yönelik us dışı yaşam istemleriyle hertürlü ahlaki değerlerin etkisizleşmesine neden olurken, diğer yandan lümpen-arabesk kültürün yaygınlaşmasına neden olmuştur.
Tüm bu süreçte, devrimci örgütlerin, tarihin en azgın terörü ile ezilmeye çalışılmasının sonuçları açık biçimde ortaya çıkmıştır. Tüm toplumu en geniş biçimde etkileyen devrimci düşünceler ve devrimci faaliyetler, yürütülen büyük terör ile bir süre için etkisizleştirilmiştir. Ancak devrimci örgütlerin belli bir süre sonrasında kendilerini düzenleyebilmeleri, gelişen bir dizi olguyla etkili olmalarına yol açmamıştır. İşte, genel olarak toplumsal ilişkilerde günümüzde bile sonuçlar üreten tüm çürümüşlüğün ortadan kaldırıcıları olan devrimciler, aynı zamanda bu çürümüşlük ortamında etkisiz kalmışlardır.
Devrimci örgütlerin etkisiz kalışlarında, şüphesiz uygulanan devlet terörünün yaratmış olduğu yılgınlık ve bu yılgınlığın yarattığı devrimci örgütlerden ve düşüncelerden kopuş önemli bir etken oluşturmuştur. Ancak, hemen her dönemde ortaya çıkan bu türden kopuşlar, günümüzde varlığını sürdüren bir sürecin tek belirleyicisi olmamıştır. 12 Eylül faşist cuntasının, tüm ilerici, demokrat, yurtsever ve devrimci unsurları, neredeyse yaşama ve çalışma koşullarının dışına itmesi, oligarşinin "adam satın alma" politikaları için gerekli zemini oluşturmuş ve tüm sürece damgasını vuran sonuçlar yaratmıştır.
İlkin, bireysel düzeydeki öğretim üyelerinden, devlet memurlarına kadar pekçok "yasaklı"nın "özel sektörde" iş verilmesi gündeme gelmiştir. Üniversitelerden atılan ya da ayrılmak durumunda bırakılan profesörlerin, zaman içersinde birer "holding profesörü" haline dönüştürülmeleri; TRT'den Orman Bakanlığına, oradan da reklam şirketlerine yönelen "reklam yönetmenleri" olmaları; okullarından atılan öğretmenlerin, önce "özel dershane" öğretmenliğine, daha sonra "özel okul" öğretmenliğine geçişleri; hiçbir yerde iş verilmeyen, sadece "tencere-tava pazarlamacılığı" yapabilen eski devrimci unsurların, kitap pazarlama şirketlerinden sigorta şirketlerine geçişleri tüm dönemin en önemli olguları olmuştur. Tüm toplumsal gelişmelerde etkili olabilecek kesimlerin, böylesine bozulmaları, çürümeleri ve satın alınmaları, aynı zamanda kendisine çıkış yolu arayan toplumun, kendisine göre en ileri konumdaki insanlara karşı bütünsel bir güvensizliğine neden olmuşlardır.
Devrimcilerin, daha tam deyişle, devrim mücadelesini sürdüren devrimcilerin karşısındaki en büyük engel, işte bu dönüşüm ve satın almalar olmuştur. Maddi olarak en zor koşullar altında sürdürülen bir devrimci mücadele ortamı ile, daralmış kitle ilişkileri alanı, bu olguyla birleşerek, devrimcilerin kitlelerin çıkış yolu olmasını engellemiştir.
İşte aradan geçen 15 yıla rağmen, tüm toplumu, her yönden etkileyen bir süreç bitmemiştir. Bu sürecin bitişi, aynı zamanda devrimci mücadelenin yükselişi demek olacaktır. Devrimci mücadelenin yükselişi, aynı zamanda halk kitlelerinin yarınlara duyacakları güvenle bütünleşecektir. Böyle bir süreç, tüm toplumun, tüm zamanların pisliklerinden arınması için gerekli temeli, yani devrimi yaratacaktır. Bu hedefin gerçekliği, aynı zamanda, devrimcilerin, yaşanılan 15 yıllık süreçteki, her türlü çürümüşlükle, yozlaşma ile, bozulma ile, kültürsüzleşme ile hesaplaşmalarını gerekli kılmaktadır. Bu hesaplaşma için zaman çoktan gelmiştir. Devrimciler için yapılacak tek şey, bu hesabın tümüyle görülmesi için kendi koşullarını hazırlamaları ve hesabı görmeleridir. Ve ancak o zaman 12 Eylül dönemi kesinkes bitmiş olacaktır.