"Devrimci" Yol
"Hayaleti"
12 Eylül 1980 askeri darbesinin üzerinden 17 yıl geçti. 12 Eylül’le birlikte devrimci mücadeleyi yok etmek amacıyla yürütülen sindirme ve pasifize etme politikaları, yüzbinlerce kişinin işkencelerden geçirilmesi, yüzbinlerce kişinin tutuklanması ve yüzlerce devrimcinin katledilmesiyle birlikte sürdürülmüştür. Bunun sonucu olarak ülke çapında geniş bir pasifikasyon ortamı yaratılmış ve her türden devrimci faaliyet, devletin en şiddetli saldırısıyla yüzyüze olmuştur. Uygulanan karşı-devrimci şiddet, 1980 öncesinde devrimci mücadelede şu ya da bu oranda yer almış unsurların pekçoğunun devrimci mücadeleyi terketmeleri sonucunu doğurmuştur. Devrimci mücadeleyi terkederek, kendi bireysel yaşamlarını sürdürmeye yönelen binlerce insan, devrimci mücadeleyle hiçbir ilişkilerinin olmadığını, özellikle de silahlı devrimci örgütlerden uzak durduklarını devlete “kanıtlamak” amacıyla, kendi bireysel yaşamlarının dört duvarı içinde yıllar boyu kalmaya özen göstermişlerdir. Ancak bunlar içinden bazıları, oligarşik yönetimin sağladığı bazı olanaklardan yararlanarak, mevcut düzene ters düşmeyen ve onu şu ya da bu yönden takviye etmeye yarayan ve de mevcut düzene karşı oluşan tepkileri “sol” görünüm altında pasifize etmek için devrimci mücadeleyi karalamaya çalışmışlardır. Bu kişiler, kimi zaman “sivil toplumcu”luk tezleriyle, kimi zaman “solda birlik” girişimleriyle, kimi zaman “sosyalizmi demokratikleştirme” adı altında bu çabalarını yıllarca sürdürmüşlerdir.
12 Eylül öncesi ile 12 Eylül sonrası Türkiye, birbirinden büyük farklılıklar gösteren iki ayrı dünya gibidir. 12 Eylül 1980 öncesine ilişkin hemen herşey, 12 Eylül sonrasında (günümüze kadar) ters yüz edilmiştir. Adına “neo-liberalizm” denilen politikalarla, bireyselleşmenin yüceltildiği, bireysel faaliyetlerin desteklendiği, “işbitiricilik”in, “köşe dönmecilik”in başlı başına bir erdem gibi sunulduğu bir ortamda, devrim mücadelesinin “köşe dönücüleri” nin ortaya çıkmasına fazlaca şaşırmamak gerekir. 12 Eylül sonrasındaki ortama uygun olarak devrimciliği kendi kişisel çıkarları için pazarlayan bu “köşe dönücüler”, ÖD Partisi’nin kurulmasıyla birlikte, kendilerini “yeniden” “sol” olarak piyasaya sürmeye başladılar.
12 Eylül’den günümüze kadar geçen onyedi yıl boyunca, devrimci mücadeleyi karalamak için ellerinden geleni yapan bu kişiler, 1995 sonrasında “yeniden” piyasaya çıkmalarıyla birlikte, kendilerinden önceki devrim kaçkınlarının oluşturdukları zemin üzerinde faaliyetlerini daha rahat sürdürebileceklerini düşünmüşlerdir. Onların kendileri için uygun bir zemin olarak düşündükleri, 12 Eylül sonrasında yetişen yeni kuşağın içinde bulunduğu durumdur. Bu durumu Kurtuluş Cephesi’nin 36. sayısında şöyle ortaya koymuştuk:
kuşak, içinde bulundukları ilişkilerde her türlü nesnel bilgiden uzak tutulurken, yazılı ve görüntülü basın tarafından (moda sözcükle medya) kendilerine sunulan hazır, kurgusal (montaj) bilgilerle yetinmek zorunda bırakıldılar. Devrim, devrimcilik, devrimci mücadele, örgütsel faaliyet, örgüt vb. hakkındaki tüm bilgileri bu kurgusal bilgilerle sınırlıydı. Böylece, Tupamaros yöneticisinin de belirttiği gibi, ‘bilgi eksikliği, genel tarihsel bilgi eksikliği’, örgütler ve örgütsel faaliyet üzerine bilgi eksikliği, nesnel bilgi ile kurgusal bilgi arasındaki farklılıkla belirlenen bir zıtlık olarak ortaya çıkmaktadır. Yazılı ve görüntülü basının, romanların, flimlerin, televizyon dizilerinin, aktüel haberlerin kurgusu içinde ve kurgusuyla devrimci mücadeleye ilişkin olarak elde edilen bilgiyle ‘bilgi sahibi’ kılınan yeni kuşak, eski devrimcilerin yozlaşmış ve yozlaştırılmış ilişkileri içinde, bu bilgilerinin doğru olduğu kanısına ulaştılar. Bunun sonucunda devrimci mücadele ile kesinkes çatışan ve devrimci mücadeleden dışlanması kaçınılmaz olan anlayışlar ve davranışlar, bu bireyler tarafından doğal bir anlayış ve davranış olarak kabul edildi ve pratikte de ona göre hareket etmeye başladılar. Bu durum devrimci örgütlerce de facto kabul edildi. Ama bu şekilde kabul edilen durum, pratikte yeni çatışmalar yaratmadan var olamazdı ve öyle de oldu. Yeni kuşağın medyadan öğrendiği ve doğruluğundan hiç şüphe duymadığı devrimcilik ile devrimci mücadelenin kendi gerçekliği arasında çıkan bu çatışma, kaçınılmaz bir biçimde kurgusal bilgiyle şekillendirilmiş devrimciliğin dışlanmasını getirdi.” [1]
Yeni kuşağın içinde bulunduğu bu durum karşısında, bunu oluşturmak için özel çaba içinde bulunmuş çevreler ÖD Partisi olarak kendi faaliyetlerini daha da yaygınlaştırabilmek için bugünlerde yeni girişimlerde bulunmaya başlamışlardır. Onlar devrimci mücadelenin gerek teorik olarak, gerekse pratik olarak yıllar boyu çarptırılması için gösterdikleri çabalarla ulaşmak istedikleri sonuçları alamadıklarını gördüklerinden, buldukları ilk fırsatta “yeniden” girişimlerine hız vermişlerdir. Bunun ilk ürünlerinden birisi, ÖD Partisi içinde kendilerini toplayan “Devrimci Yol”cuların yayınladıkları “Yeniden” dergisinin Mayıs 1997 tarihli sayısında yer alan “Devrimci Yol Dosyası” olmuştur.
1980 öncesinin bu müzmin oportünistleri, bu kez, hem kendilerinin 1980 öncesindeki durumlarını, hem de aynı dönemdeki devrimci mücadeleyi “teorik” bir söylemle çarpıtmaya girişmişlerdir.
1980 öncesinin “Devrimci Yol” oportünistlerinin bu yeni girişimleri, bugüne kadar “sol” söylemle yapılan her türlü çarpıtmadan çok daha geniş bir çerçeveyi içermektedir. Bu açıdan, DY’li oportünistlerin bu girişimleri, devrimci örgütlerle neredeyse nihai bir hesaplaş-ma anlamına gelmektedir. Bu kez DY oportünistleri bir bütün olarak silahlı devrimci mücadeleyi ve Marksist-Leninist parti anlayışını hedef olarak almışlardır. Artık, ya bugüne kadar DY oportünizmine karşı yürütülmüş mücadele ve bu mücadelenin tüm ürünleri bir yana atılacaktır; ya da DY oportünizmi bir da-ha ortaya çıkamayacak şekilde tarihin çöplüğüne yollanacaktır. Kendisine devrimciyim diyen hiçbir örgüt, bu nihai hesaplaşmadan kendisini uzak tutamayacağını ve tutmamak zorunda olduğunu bilmek zorundadır. Hiç kimse sorunun, THKP-C’lilerin sorunu olduğunu, THKP-C’nin kendisini ilgilendiren bir sorun olduğunu düşünerek, bu hesaplaşmanın sonuçlarından uzak duramayacaktır.
Bu bir hesaplaşma olacaktır. 1980 sonrasındaki kitle pasifikasyonuyla, 1980 sonrasındaki ideolojisizleştirmeyle, 1980 sonrasındaki bireycilikle, 1980 sonrasındaki neo-liberalizmle ve en önemlisi 1980 sonrasındaki Marksizm-Leninizme karşı yürütülen ideolojik saldırılarla bir hesaplaşma olacaktır. Devrimci mücadeleye ve devrimci örgütlere karşı “Devrimci Yol”cuların “Yeniden”le başlattıkları bu yeni saldırı, tüm olumsuz koşullara rağmen kesinkes etkisiz kılınmak zorundadır.
Kendilerini ÖD Partisi içinde toplaştıran DY oportünistlerinin bu yeni girişimleri, öncelikle kendi “tarihleri”nin anlatımı adı altında, ülkemiz devrimci mücadelesinin 1965’den sonraki tüm tarihini çarpıtmaya dayanmaktadır. İşte bu yönüyle, DY oportünizminin “hortlatılması” gündemdedir. Bu açıdan, DY oportünizminin niteliğinin iyi bilinmesi gerekir. Onların tek tek çarpıtmalarının etkisizleştirilmesi ve açığa çıkartılması, bu oportünizmin niteliğinin iyi kavranıldığı sürece olanaklıdır.
DY oportünizminin en tipik özelliklerinden birisi, mümkün olduğunca “zayıf bir hasım” seçerek, bu “hasmı” “eleştirme” paravanası altında kendi oportünist görüşleri için uygun bir zemin oluşturmaktır. Bu öylesine bir yöntemdir ki, seçilen “zayıf hasım”ın teorik ve pratik olarak ortaya koyduğu herşey ele alınır ve bunların ne denli “ilkel”, “sıradan” oldukları gösterilir. Burada başvurulan temel yöntem demagoji olmaktadır. Demagojiler, kendilerinin gelecekte ortaya koyacakları oportünist görüşlerin yadırganmamasını sağlayacak tarzda yapılır. Okuyucu ilk planda “zayıf hasmın” “yanlış” ya da “basit” denilebilecek yanlarına dikkat etmeye yöneltildiğinden, “değerlendirme” bölümünde söylenenlere fazlaca dikkat etmez. Ancak yapılan “değerlendirmeler” genel izlenim olarak okuyucuya aktarılmış olduğundan, daha sonraki zamanlarda bu izlenimlere dayanarak her türlü oportünist görüşü sunmak olanaklı olmaktadır.
DY oportünizmi, bu noktada, “zayıf hasmı” küçümseyen, onu “ciddiye almayan” bir söylem kullanmaya özel önem verir. “Zayıf hasmın” kendilerine yönelik “eleştireye” karşı verdikleri her yanıt, DY oportünizmi için yeni bir olanak olarak değerlendirilir ve aynı yöntemler kullanılarak “zayıf hasım”ın “yanıtına yanıt” verilir.
Demagoji ve küçümseme, DY oportünizminin en önemli iki silahıdır. “Hasım” baştan olabildiğince “zayıf” seçildiğinden, küçümseme için fazlaca zorlanmayan DY oportünistleri, demagojiyi, kendi okuyucusunun düzeyine göre ayarlar. Tümünde dikkat edilen yan, gelecekte kendilerinin ortaya koyacakları oportünist görüşler için zemin oluşturmaktır.
“Yeniden”in Mayıs 1997 tarihli 24. sayısında yayınlanan “DY Dosyası", DY oportünizminin aynı taktiklerinin “yeniden" kullanılmasını içermektedir. Bu yeni dönemlerinde bulunan “zayıf hasım”, kendisini DHKP-C olarak örgütleyen DS olmuştur. (1977’lerde önce KSD, sonra MLSPB ve EB aynı şekilde DY oportünizminin sürekli gündeminde olmuştur. O dönemde önceliğin KSD’ye verilmesinin nedeni, KSD oportünistlerinin THKP-C çizgisini açıkca inkar etmeleri ve bunu açıkca söylemeleridir. Bu-gün DS’nin seçilmesi, DS’nin THKP-C adını atarak kendisini DHKP-C olarak tanımlamasıdır.) DS’nin “Kendiliğindenci bir hareket: Devrimci Yol” adlı broşürünün “eleştirisi”, sözünü ettiğimiz “Yeniden”de yer alan “DY Dosya”sının dörtte birini oluşturmaktadır. Ve böylece DY oportünizmi yeni dönemde ilk “büyük” teorik saldırısını başlatmış bulunmaktadır. Bu da, DY oportünizminin aradan geçen onca zamana ve oportünist tutumlarının 12 Eylül döneminde ortaya çıkardığı sonuçlara rağmen değişmeden kaldığının açık kanıtıdır. Huylu huyundan vazgeçmemiştir.
DY oportünizminin diğer bir özelliği de, tüm yazılı metinlerde kişilerle yüzyüze yapılan konuşmalarda kullanılacak “ikinci” bir malzemeye yer vermesidir. Kendilerinin yazılı metinlerine yönelik her türden eleştiriye karşı kullanılabilen bu ikinci malzeme, yazımı her türden metni devre dışı bırakabilen “ima”lardan ibarettir. Bu imalar, ister teorik tartışmalar-da olsun, ister yazılı tartışmalarda olsun, hiçbir biçimde gündeme getirilmez. Ama kişilerle yapılan konuşmalarda sürekli olarak bu “ima” lar gündeme getirilir. Bir başka deyişle, DY oportünizmi yazılarının satır aralarına yerleştirdikleri cümlelerle, sözcüklerle kendi kitlesini “belli birşeye karşı” koşullandırmaya çalışmışlardır. Neredeyse DY’nin geçmişi kadar eski olan bu yöntem, bugün “yeniden” uygulanmaktadır.
Nisan 1977 yılında yayınladıkları “Bildirge” ile kendi “kuruluş”larını ilan eden DY’nin bu yöntemi ilk kez açık biçimde kullanmaları da bu tarihte başlamıştır. Bu “Bildirge”den bir aktarma yaparak konuyu somutlayalım:
bu bakımdan öncünün kitlelerle üye alışverişini sağlamak ve giderek genişleyen ve yaygınlaşan bir şekilde yığınların mücadelesini örgütleyecek bir yapılanışa sahip olmalıdır.
THKP-C pratiği bu açıdan irdelendiğinde bu konuda uygulamada bütünsel bir olumluluk gösterdiğini söylemek mümkün değildir. İlk parti içi ayrılık sırasında görüş ayrılıkları ile ilgili olarak M. Aktolga tarafından kaleme alınan metinde bu konuya ilişkin şu satırlar dikkat çekicidir: ‘Denilir ki, ‘işte parti de var cephe de var’ çok yönlü çalışma deyip görev bölümü de yaptık. Yalnız bazıları görevlerini yaptılar, bazıları da yapmadılar... Numara yapmaya gerek yoktur. O haltlar hep beraber yenmiştir. (Altını Aktolga çizmiş) Parti de cephe de çok yönlü çalışma da Narodnizmi gizlemeye yarayan maskeler olmuşlardır.’ Bunada Aktolga kendilerine yöneltilen çok yönlü çalışma içindeki görevlerini yerine getirmediklerine ilişkin suçlamaya karşı kendini savunmaya çalışırken parti çizgisini suçluyor. Biz burada bu suçlama ve savunmayı bir yana bırakalım. Burada önemli olan iki nokta sözkonusudur. Bunlardan birincisi, partinin çok yönlü çalışmanın gerekliliğine ilişkin anlayışının kanıtlanmasıdır. Bunun yanında ikinci olarak, parti pratiği içinde çok yönlü görevlerin bir kısmının yerine getirilmemiş olması durumunun tesbitidir.” [
2]
DY’nin 1977 yılında kendi “kuruluş”unu ilan ederken yayınladığı “Bildirge”sinde yer alan bu sözleri şöyle bağlanmaktadır:
böyle bir durumda parti yapılanmasında önemli zaaflar varken açık ve yoğun bir baskı döneminin içine girildi. Kazanılmış mevzilerin savaşsız terkedilmemesi ve bu gibi başlıca politik sebeplerle 12 Martın kanlı saldırganlığına karşı savaşmak zorunda kalındı. Oligarşinin ülkemiz tarihinin belki en büyük takibi koşullarında bölünmeye uğranarak örgütün baştaki bütünlüğü kayboldu. Bu nokta yenilginin ortaya çıktığı noktadır.” [
3]
Burada okuyucu M. Aktolga’nın kim olduğunu merak edecektir. M. Aktolga, THKP-C’nin kuruluşunda oluşturulan Merkez Komite’ de Mahir Çayan ve Yusuf Küpeli’yle birlikte yer alan üç kişiden birisidir. 1971 yazında Mahir Çayan yoldaşın yakalanmasından sonra Yusuf Küpeli ve M. Aktolga, THKP-C’nin çizgisinin yanlış olduğunu, narodnizmin çizgisi olduğunu vb. söyleyerek sağ görüşler ileri sürmüşler ve silahlı mücadelenin terk edilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Mahir yoldaşın Maltepe askeri cezaevinden kaçışından sonra bu kişiler THKP-C’den ihraç edilmişlerdir. (O tarihte bu olayın, hemen tüm THKP-C’liler ve sempatizanlar tarafından çok iyi bilindiğini anımsatalım.)
Yaptığımız alıntı yeniden dikkatlice okunduğunda görülecektir ki, kendisi THKP-C içinde “hain” olarak bilinen ve ihraç edilmiş bir kişinin kaleme aldığı yazıdan bir alıntı yapmak, kendilerinin “önemli” buldukları iki nokta için pek “önemli” değildir. Bir partinin ya da THKP-C’nin “çok yönlü çalışma” yapması “gerekliliğini” gösterebilmek için, herşeyden önce Mahir Çayan yoldaşın yazılarında alıntı yapılabilecek pekçok yer vardır. İşte birkaç örnek:
parti, bu üç cephede (ideolojik, ekonomik ve politik), her cephenin imkanlarını en iyi şekilde harekete geçirerek savaşan partidir. Partimiz emperyalizme, yerli hakim sınıflara ve onların soldaki uzantılarına karşı, üç cephede birden savaşı yürütmeye çalışmaktadır.” (THKP I Nolu Bildirisi, Mayıs 1971)
“Savaş çok yönlüdür. Çeşitli halk kesimlerinin kitlevi hareketinin örgütlendirilip, yönlendirilmesinden, ideolojik savaştan, silahlı savaşa kadar bütün mücadele biçimlerini aynı anda yürütmek gerekmektedir...
Partimizin bu çok yönlü mücadeleyi yürütebilmek için, her alanın en tutarlı en sivrilmiş elemanları ile, bütün bu alanlar arasında ilişki ve güdümü sağlamak ile yükümlü merkez komitesi üyelerinin de katıldığı bir genel komitesi vardır.” (THKP Tüzüğü, 1971)
“Proletaryanın partisi ideolojik, ekonomik-demokratik ve politik olmak üzere üç cephede birden savaşan, diyalektik ve tarihi materyalizmin temeli üzerinde kurulmuş olan proletaryanın öncü müfrezesidir.” (Kesintisiz Devrim II-III)
Görüldüğü gibi, hain M. Aktolga’nın yazdığı bir yazıdan (üstelik yazı o dönemde polis tarafından ele geçirilmiş olup, tüm aktarma askeri savcının hazırladığı iddianameden yapılmıştır) alıntı yaparak “partinin çok yönlü çalışma yapması gerekliliği”ni “kanıtlamak”ın görünürde hiçbir “mantığı” yoktur.
Gelelim, M. Aktolga alıntısı ile DY’nin daha kuruluş günlerinde kanıtlamaya ve tesbite çalıştığı ikinci “önemli” noktasına. Burada ortaya koymak istediklerinin bu
“çok yönlü görevlerin bir kısmının yerine getirilmemiş” olduğunu “tesbit” etmektir. Ama bu konuda da Mahir Çayan yoldaşın açık belirlemeleri vardır. Mahir Çayan yoldaş Yusuf Küpeli-M. Aktolga kliğine karşı Aralık 1971 tarihli mektupta şöyle yazmaktadır:
kadarıyla bu arkadaşlar, Marksizmden habersiz kişiler değil, tam tersine bu konuda toplantılarda vs.’lerde sözcülük yapan çeşitli fraksiyonların yanlış çizgide olduğunu, sosyalizmin ustalarının eserlerinden alıntılarla söyleyen ve de aylarca birlikte devrim anlayışı, çalışma tarzı, örgüt anlayışı, Türkiye’nin şartları gibi konularda konuşup hemfikir olduğumuz kişilerdi.
Mayıs ayının sonuna kadar parti çizgisini hararetle savunan bu arkadaşlar, İstanbul’daki arkadaşların yakalanmaları üzerine, eski ideoloji ve stratejilerini değiştirerek, eski çizgiyi sol sapma diye mahkum ederek, kitaplar içine dalarak (bütün pratik görevlerini bir yana itip) Marksizmi öğrenip, sonunda da ‘eskiden Doktor genellikle doğru söylüyordu. Biz Doktor’un dediklerini yanlış değerlendirmişiz’ diyerek zamanında revizyonist ve anti-Leninist diye mahkum edilmiş olan çizgiyi, partinin yeni çizgisi diye ilan etmişler, bunu Doktor’un her dediğinin doğru olduğunu söyleyerek değil, genellikle doğru söylüyordu diye yapmaktadırlar.” (Mahir Çayan, Aralık 1971 tarihli mektubu)
İşte bu noktada DY oportünizminin niteliği açık biçimde ortaya çıkmaktadır. Onların kullandığı yöntem, her zaman kendi oportünist ve sağcı görüşlerini
uygun bir zemin oluşana kadar gizleme amacına hizmet etmiştir. Bir yandan THKP-C’nin 1971-72 yıllarında sürdürdüğü Öncü Savaşının kitleler üzerinde yaratmış olduğu sempatiyi kendi oportünist amaçları için kullanmaya çalışırken, diğer yandan kendi oportünist amaçlarına adım adım ulaşmaya çalışmışlardır.
Yukarda DY “Bildirge”sinden yaptığımız alıntıda M. Aktolga’nın yazısından alıntı yapılması, DY’nin bu oportünist tutumunun ürünüdür. Hiçbir biçimde “önemli” dedikleri noktaları ifade etmeye yönelmeyen M. Aktolga alıntısı, ifade edilmeyen bir başka amaca hizmet etmiştir:
THKP-C’nin önemli zaaflar taşıdığını kanıtlamak. Bu amaç, M. Aktolga alıntısında “altını Aktolga çizmiş” denilen cümleyle sağlanmaya çalışılmıştır:
“Numara yapmaya gerek yoktur. O haltlar hep beraber yenmiştir”. İşte bu yolla DY’liler THKP-C’yi “zaaflı” olarak algılamaya ve THKP-C üzerine söylenenleri “palavra” olarak kavramaya alıştırılmışlardır. Artık böyle bir algılama ve kavrayış içinde olan bir DY kitlesine, sempati duydukları THKP-C’nin çizgisini doğru bir biçimde anlatabilmek olanaksız hale gelmiştir.
DY, hemen hemen tüm süreci boyunca Mahir Çayan yoldaşın ortaya koyduğu THKP-C’nin ideolojik-politik çizgisini değersizleştirebilmek ve kendi taraftarlarının gözünde önemini yitirtmek için her türlü yolu denemiştir. Bu nedenle, DY, tüm sürecinde (1977-1980) bir yandan THKP-C’nin adına sahip çıkarken, diğer yandan THKP-C’nin ideolojik-politik çizgisini çarpıtması ve değersizleştirmesi karşısında kendilerine yönelik olarak “THKP-C’nin çizgisini inkar ediyorsunuz” eleştirisini yukarda ortaya koymaya çalıştığımız yöntemleri kullanarak etkisiz kılmaya çalışmıştır. Bu oportünist yöntemlerinin etkisiz kaldığını gördükleri her yerde kaba kuvvete başvurmaktan da kaçınmamışlardır. Mahalle kabadayılığının, neredeyse DY oportünizminin ikinci bir kimliği haline gelmesinin nedeni de budur.
DY, bu yöntemleri kullanarak amacına ulaşmada başarılı olmuştur. Ve kendilerinin bu amaçlarına ulaştıklarını düşündükleri tarihten itibaren, amaçlarını daha açık ifade etmeye başlamışlardır.
Bakın 1978 yılında yayınladıkları “Teorik Notlar 2”da DY oportünist yöneticileri kendilerine yöneltilmiş bir eleştiriye karşı neler yazmaktadırlar:
nokta, bizim ileri sürdüğümüz tezlere karşı, THKP-
C’nin ‘eksik ve zaaflarının bulunmadığını’ neye dayanarak iddia edebildikleridir. Şöyle yazanlar var:
‘THKP-C’nin doğuşundan sonraki tüm yazılar partinin ideolojik çizgisini ve politikasını açıklayan yazılardır. Bu yazıların tümü o dönemde parti örgütlenmesi içinde yer alan tüm arkadaşların ortak görüşüdür ve THKP-
C’nin ideolojik-
politik ilkelerini belirler.’
Yazılanların tümünün THKP-
C’nin ideolojik çizgisini belirlediğini söylemeye bile gerek yok, ama bu ‘yazıların tümü o dönemde parti örgütlenmesi içinde yer alan tüm arkadaşların ortak görüşüdür’ derken neye dayanıyorlar? Kim bu, Acelecilerin parti örgütünde yer alan ‘arkadaşları’? Y. Küpeli, M. Aktolga, İ. Uçar, M. Ulusoy, B. Erdumlu gibilerinin baştan beri sözkonusu yazılarda ‘ortak’ görüş sahibi olduğunu, hangi arkadaşları anlatıyor kendilerine? Bizim söylediğimiz herşeyi gözü kapalı reddeceğim derken, ne anlama geldiğini bile hiç düşünmeden çocukça laflar geveleyip duruyorlar. İtiraz et de ne olursa olsun, nasıl olsa kimse, neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamaz (!).” [
4](abç)
İşte kendi oportünist amaçlarına yavaş yavaş ulaştığını düşünen DY oportünist yöneticileri, böyle bir anda kendilerine yönelik bir eleştiri karşısında böylesine pervasızca sözler edebilmişlerdir. Mahir Çayan yoldaşın Aralık 1971 tarihli mektubunda yazdıkları ise açıktır:
kadarıyla bu arkadaşlar, Marksizmden habersiz kişiler değil, tam tersine bu konuda toplantılarda vs.’lerde sözcülük yapan çeşitli fraksiyonların yanlış çizgide olduğunu, sosyalizmin ustalarının eserlerinden alıntılarla söyleyen ve de aylarca birlikte devrim anlayışı, çalışma tarzı, örgüt anlayışı, Türkiye’nin şartları gibi konularda konuşup hemfikir olduğumuz kişilerdi.” (abç)
DY oportünizminin THKP-C’nin adını kendi oportünist amaçları için kullanmalarına karşı yöneltilen eleştirileri etkisizleştirmede kullandıkları diğer bir yol da “Aceleciler” ya da “Aceleci gruplar” söylemi olmuştur.
DY oportünist yöneticilerinin özenle seçtikleri “Aceleciler” ifadesi, Öncü Savaşını reddettikleri eleştirilerine karşı “Öncü Savaşı taktik bir evredir, zamanı gelince verilecektir, acele etmeye gerek yoktur” sözleriyle kendi oportünist amaçlarını gizleme çabalarının bir ürünü olmuştur.
1975 yılında
Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I’in yayınlanması ve buna paralel olarak yürütülen örgütlenme faaliyetleri DY oportünistleri için büyük bir tehlike oluşturmuştur. O dönemde THKP-C/HDÖ’ nün kamuoyunda “Acilciler” olarak bilinmesinden yola çıkan DY, “Acilciler” adını “Aceleciler” olarak kullanarak, bir yandan Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I’de ortaya konulan görüşleri bir çırpıda “değersizleştirirken”, diğer yandan THKP-C/HDÖ’nün Öncü Savaşı konusunda “acele” ettiğini ima etmeye başlamışlardır. Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I’e ve THKP-C/HDÖ’nin kendilerine yönelik eleştirilerine yanıt bulmakta zorlanan DY oportünist yöneticilerinin buldukları bu parlak keşif, bir taşla üç-beş kuş vurmalarını sağlamıştır. 1977 sonrasında THKP-C çizgisini benimsediğini söyleyen ve bu yönde faaliyet yürüten MLSPB ve Eylem Birliği, DY tarafından “Aceleciler” ya da “Aceleci gruplar” söylemiyle DY’ nin dergi sayfalarında eleştirilmeye başlanmıştır. DY oportünistleri MLSPB ve EB’nin kimi eksik teorik belirlemelerini “Aceleciler”in “görüşleri” olarak sunarak eleştiri konusu yaparken, kendi taraftarlarında “Acilciler”e karşı önyargı oluşturmayı amaçlamıştır. THKP-C/HDÖ’ne karşı doğrudan eleştiri yöneltemeyen DY oportünistleri uzun süre THKP-C/HDÖ’yü “görmezlikten” gelerek, tüm saldırılarını “Aceleciler” söylemiyle MLSPB ve EB’ye yöneltmiştir. Bu yolla kendi taraftarlarında “Acilciler”e karşı yeterince önyargı oluşturduktan sonra, yavaş yavaş THKP-C/HDÖ’ye yönelik karalama ve saldırılara başlamışlardır.1978 yılı ortalarından itibaren
“TDAS’ın takipçisi olmaları nedeniyle diğer aceleci grupların ‘anası’ sayılabilecek olan HDÖ’cüler” söylemini gündeme getirmeye başlamışlardır.
çoğunlukla ‘aceleci gruplar’ başlığı altında topladığımız kesimde belli başlı üç ayrı grup var. HDÖ (Acil), MLSPB ve Devrimci Kurtuluş (Eylem Birliği).” [
5]
Şüphesiz yazımızın konusu DY oportünizminin THKP-C/HDÖ karşısındaki tutumunu ele almak değildir. Burada ortaya koymaya çalıştığımız DY oportünist yöneticilerinin demagojik yöntemlerinin zaman içinde nasıl oluştuğu ve evrildiğidir. Bugün “yeniden” piyasaya çıkan DY oportünistleri, benzer söylemi kullanmayı sürdürmektedirler:
THKP-C Hareketinin değerlendirilmesinde, özellikle de Kurtuluş, Acilci gibi ‘sol’ grupların Devrimci Yol’a yönelttikleri suçlamaları olduğu gibi benimsediler.” [
6]
Bu ifadeler, DY oportünizminin, bildik tüm eski yöntemleriyle, demagojileriyle “yeniden” sahnede yerlerini almaya çalıştıklarını açıkca göstermektedir.
Ancak bugün daha rahattırlar. Herşeyden önce THKP-C’nin yarattığı sempatiyi kendi oportünist amaçları için kullanmak gibi bir kaygıları
fazlaca yoktur. Bu nedenle açık oynamayı tercih etme eğilimindedirler.
Yol’un politik hattının belirlenmesinde de 70 öncesi hareketin çok yönlü etkilerinden sözedilebilir. Bu açıdan, onun 1975-
80 arasındaki mücadele çizgisi ve politik hattıyla 70 öncesi gelişmelerin ve özellikle THKP-
C’nin ilişkisi ve farklılıkları üzerinde durulabilir.
Burada sözkonusu olan kuşkusuz geçmişin değerlendirilmesi ve özellikle THKP-C hareketi karşısında alınan tavırdır. 12 Mart sonrası dönemde 70’lerin başında gelişen silahlı mücadele eylemlerinin yenilgileri karşısında yaygın bir red eğilimi vardı. Devrimci Yol’un 68 hareketinin ve onun en ileri noktası olarak biten THKP-
C hareketinin doğal uzantısı olarak görülmesine karşın, onun örgütlenme ve mücadele hattında THKP-
C’nin Mahir Çayan tarafından formüle edilmiş çizgisinden önemli farklılıklar olduğu biliniyor.
Geçmişin eleştirisi bu şekilde (o dönemde sağ bir eğilim olarak yaygın olduğu şekilde, geçmiş hareketin toptan reddi olarak değil) mücadele içinde ve mücadelenin somut gereklerine uygun politikalar ve çözümler getirmeye çalışarak gerçekleştiriliyordu.” [
7] (abç)
Böylece DY’nin yıllarca reddettiği “THKP-C’yi inkar ettiği” belirlemesi bugün açık biçimde kabul edilmektedir.
Aynı yerde bir başka yazar, DY’un 1977-80 dönemindeki oportünist tutum ve yöntemlerinin nedenlerini, daha tam deyişle, THKP-C’nin ideolojik-politik çizgisini kabul etmedikleri halde neden “savunuyormuş” gibi göründüklerini şöyle anlatmaktadır:
Yol’un THKP-
C Hareketi ve Mahir Çayan’ın teorik çözümlemeleri konusundaki, onu kalıplaşmış formüller halindeki bir dogma olarak değil, geliştirilmesi gereken ve devrimci mücadelenin somut sorunlarını çözmede kullanılabilecek ve yeniden üretilecek bir çıkış noktası olarak kavrayan yaklaşımları, onu daha çok Öncü Savaşı, Suni Denge, PASS vb. kavramlara ait bir formüller ve tanımlar kataloğu olarak benimseyen genç-
sempatizan kesimler arasında yeterince kavranamamıştır...
Devrimci Yol bu sorunu teorik eğitimin derinleştirilmesi ile çözülebilecek bir sonuç olarak görmüş, bunu yazılarında sürekli olarak vurgulamak gereğini duymuştur. Ancak zaten kendisi pek çok eksiklikler taşıyan genç bir hareket olan Devrimci Yol, özellikle başlangıçta bu sempatizan unsurları eğitmekte (özellikle İstanbul gibi bazı bölgelerde) güçlüklerle karşılaşmıştır.” [
8] (abç)
İşte “yeniden”in “DY dosya”sı yazarının DY oportünistliğinin nedenlerini ortaya koyuşu böyledir. Bu yazara göre, “genç-sempatizanlar” THKP-C’nin görüşlerini “yeterince kavramamış” oldukları için, “teorik eğitimin derinleştirilmesiyle” sorunu çözmek istemiştir. Doğal olarak, böyle bir “eğitim” tamamlanana kadar kendisini THKP-C’yi savunuyor gibi göstermesinde bir sakınca yoktur!
Oysa ki, DY oportünist yöneticilerinin, öyle “teorik eğitim”le, “teorik eğitimi derinleştirmek”le uzaktan yakından ilgileri olmamıştır. Yayınladıkları tüm dergiler, yazılar ortadadır. Teorik metin olarak adlandırılabilecek metinleri, emperyalizm üzerine yazdıkları “eğitim yazısı”ndan öte birşey değildir. Tüm süreçlerinde yayınladıkları iki “Teorik Yazılar”da ise, THKP-C’yi inkar etmelerine ilişkin yapılmış eleştirilere karşı yaptıkları “polemik”ler yer almaktadır. Şimdi söyledikleri gibi, “THKP-C Hareketi ve Mahir Çayan’ın teorik çözümlemeleri”ni “yeterince kavramamış” “genç-sempatizanlar”a, kendi oportünist görüşlerini “alıştıra alıştıra” vermekten başka birşey yapmamışlardır.
Tüm bu oportünist yönleriyle DY, 1977-80 döneminde birşeyler yapmadığı, bazı işlevleri yerine getirmediği söylenemez. Bunları hiç kimse inkar edemez.
DY’nin yaptığı en önemli iş, THKP-C’nin 1971-1972 yıllarında sürdürdüğü Öncü Savaşının yaratmış olduğu sempatinin THKP-C’nin ideolojik-politik çizgisi etrafında örgütlenmesini engellemek olmuştur.
DY oportünist yöneticileri bunu yaparken, bir yandan THKP-C’nin ideolojik-politik çizgisinin çarpıtılmasını sağlamış, diğer yandan silahlı mücadeleye ilişkin dünya devrimci mücadelelerinin ortaya koyduğu gerçeklerin devrimci unsurlar tarafından bilinmesini engellemişlerdir. DY’un “zamanı gelince” Öncü Savaşına başlayacağını uman binlerce samimi unsur, DY oportünist yöneticilerinin yönetimi altında ülkemiz devrim mücadelesinin en yüksek olduğu bir dönemde
pasifize olmuştur. Bugün bu gerçeği “Yeniden” sayfalarında utanmadan yazabilmektedirler:
öncesinin yoğun silahlı çatışma ortamı içinde Devrimci Yol’ un ortamı gerginleştiren değil ‘frenleyici’ bir siyasi çizgi izlediği söylenebilir. Bazıları bunun nedenlerini 12 Mart döneminde ve sonrasında 70 eylemlerine yönelik yürütülen kitlelerden kopukluk, maceracılık, anarşistlik suçlamalarının baskılanmalarına bağlamıştır. Bu, gerçeği ifade etmekten uzak bir değerlendirmedir. Bunalımın derinleşmeye devam ettiği bir kriz ortamında, devrimci güçler iktidarı ele geçirme konumunda değillerse, iktidar değişikliğini zorlayan şiddetteki bir askeri eylem çizgisi, kaçınılmaz olarak yaratılan iktidar boşluğunun diğer burjuva iktidar seçenekleri tarafından doldurulmasını getirecekti. Bu yüzden, bunalımı hükümet değişikliklerini zorlama yönünde derinleştirme doğrultusundaki bir şiddetli askeri eylem çizgisinin burjuva kliklerinin iktidar hesaplarına takılmasına yolaçması mümkün görünüyordu.
Bize göre yetmişlerin sonlarında Devrimci Yol’un iktidarı ele geçirmeye yönelik daha yüksek bir eylem çizgisi izlemesine uygun bir durumunun bulunmadığı çok açık bir gerçekti. Ne dünya ne Türkiye gerçeği, ne de devrimci hareketin kendi gerçekleri buna uygun bir durumda değildi. Yetmişlerin sonlarına gelirken Devrimci Yol’un aşırı saldırgan eylem eğilimlerine karşı kimi zaman frenleyici ve mücadeleyi kitlesel bir direniş hattında tutarak iktidar mücadelesini tabana yayma ve küçük yerel birimler düzeyinde sürdürme yönündeki bir siyaset ve eylem çizgisi izlemesinin (Fatsa’nın ‘Kızıldere’nin hem eleştirisi, hem de devamı’ olmasının) nedenlerini bu çerçeve içinde değerlendirmek gerekir.” [
9] (abç)
Görüldüğü gibi, bugün açık biçimde 1980 öncesinde DY’nin “frenleyici” bir çizgi izlediği söylenebilmektedir. Binlerce samimi unsurun pasifize edilmesini sağlayan bu “frenleyici” çizgi, DY oportünizminin niteliğinden başka birşey değildir. Ama bugün kitleleri pasifize etmelerini, sanki koşullar bunu gerektiriyormuş gibi sunma pişkinliğini de göstermektedirler. Ne de olsa, yeni kuşak, yaşanılan süreci somut olarak yaşamamıştır ve 12 Eylül sonrasında yapılan ideolojik saptırmalarla geçmişi kurgusal olarak öğrenmiştir. Böyle bir durum DY oportünistlerinin kendi yüzlerini gizlemeleri için bulunmaz bir fırsat olmaktadır.
O dönemde bu nitelikleri açık biçimde ortaya konulmuş olmasına rağmen, DY oportünizminin etkisi kırılamamış ve kendi etraflarında topladıkları binlerce samimi unsurun pasifize olması engellenememiştir. Şimdi “Yeniden” sayfalarında “aşırı saldırgan eylem eğilimleri” olarak ifade ettikleri, 1977-80 döneminde kullandıkları “aceleciler” söyleminden başka birşey değildir. Kendi kitleleri üzerinde “acele edilmemesi”ni söyleyerek gerçekleştirdikleri pasifizmin, bugün “frenleyici” olarak ifade edilmesine de şaşırmamak gerekir.
DY oportünizminin diğer bir özelliği de -tüm oportünistler gibi- kavram karışıklığı yaratmaktır.
Ancak DY oportünistlerinin yarattığı kavram karışıklığı, asıl olarak, bir yandan THKP-C’nin 1971-72 yıllarında yürütmüş olduğu Öncü Savaşının yarattığı sempatiyi kendi oportünist amaçları için kullanmak, diğer yandan ise kendi oportünist amaçlarıyla kesinkes çelişen THKP-C’nın ideolojik-politik çizgisini bozmak amacına yönelmiştir. 1978 yılından itibaren THKP-C’nin ideolojik-politik çizgisi kendileri için büyük bir sorun olmaya başlamasıyla birlikte, kendi kitlesinin THKP-C’yle her türlü ilişkisini kesmek amacıyla (kendi deyişleriyle “temelli kopuş” için) terminolojik olarak farklılıklar yaratmaya yönelmiştir. İşte
THKP-C’nin ideolojik-politik çizgisi ile her türlü “kopuş”, öncelikle terminolojiden başlatılmıştır. Bunun sonucu ile, gerek Marksist-Leninist literatürdeki, gerekse THKP-C’deki pekçok kavramı yerli yersiz kullanarak “DY’a özgü” yeni bir terminoloji yaratmaya yönelmek olmuştur. Bu amaçla yaptıkları kavram çarpıtmalarının başında, THKP-C’nin ideolojik-politik belirlemelerinde özel bir yere sahip olan silahlı propaganda, öncü savaşı, örgüt ve geri-bıraktırılmış kavramları gelmiştir.
Bunların içeriğini boşaltarak ya da aynı anlamda kullanılıyormuş görüntüsü vererek yeni bir terminoloji oluşturmaya başlamışlardır. Böylece Öncü Savaşı kavramı yerine “iç savaş”, silahlı propaganda yerine “silahlı mücadele”, devrimci örgüt yerine “devrimci hareket” ve geri-bıraktırılmış ülkeler yerine “yeni-sömürge ülkeler” geçirilmiştir. Bunun yanında Lenin’in çok açık biçimde ekonomizm olarak nitelediği politik çizgilerini “meşruiyet” söylemiyle gizlemeye çalışmıştır.
1977-80 döneminde yarattığı kavram karışıklığı, aynı zamanda 12 Eylül askeri darbesi sonrasında kendi kitlesinin yaşadığı olayların nedeni de olmuştur. Bunların içinde en yoğun biçimde çarpıtmaya uğrattıkları Öncü Savaşı kavramı, bir yandan “iç savaş” söylemiyle yerdeğiştirilirken, diğer yandan “taktik evre” olarak tanımlanarak, “zamanı gelince” ya da “tüm legal olanaklar tükendiğinde” yürütülecek bir savaş olarak sunulmuştur.
DY, yarattığı kavram karışıklığı ile Öncü Savaşını Halk Savaşının bir “taktik evresi” olarak tanımlayarak ve bunu da “tüm legal olanakların tükendiği” bir evre olarak ifade ederek, 12 Eylül’e kadar (legal olanakların tükenmediği sanılarıyla) kendi kitlesini oyalamayı başarmıştır. Öte yandan, yıllarca THKP-C’nin 12 Mart döneminde
“kazanılmış mevzilerin savaşsız terkedilmemesi ve bu gibi başlıca politik sebeplerle 12 Martın kanlı saldırganlığına karşı savaşmak zorunda kalındı” diyerek ve “1971 yenilgisinin” nedenini bununla açıklayarak şekillendirdiği kitlesi 12 Eylül darbesi karşısında ne yapacağını şaşırmıştır. (O dönemde bu tür örgütlenmelerin asla silahlı savaşma aşamasına geçemeyecekleri defalarca ifade edilmiştir.)
Öncü Savaşı kavramında yaptıkları çarpıtma yanında, “meşruiyet” söylemleri, aynı şekilde DY kitlesinin 12 Eylül öncesinde ve sonrasında pasifize olmasında önemli etkide bulunmuştur. Bugün “yeniden” piyasaya sürmeye başladıkları bu “meşruiyet” söylemlerini şöyle ifade ediyorlar:
yandan Devrimci Yol’un eylem anlayışı ‘meşruluk’ ilkesine dayanır. Sınıflar mücadelesinin düzeyi, geniş emekçi kesimlerinin içinde bulundukları psikolojik durum, gelişen süreci algılayış biçimleri her zaman Devrimci Yol için temel kalkış noktası olmuştur.” [
10]
Oysa Marksizm-Leninizmle az çok tanışıklığı olan herkesin çok iyi bildiği gibi, böyle bir anlayış yalın bir kendiliğindenciliktir ve kitle kuyrukculuğundan başka anlama gelmez. Ve Lenin’in daha 1900’lerin başında yazdığı ve Marksist-Leninist örgütlenme anlayışının en temel yapıtı olan “
Ne Yapmalı?”da bu anlayış açık biçimde mahkum edilmiştir. Lenin’e göre, bu anlayış, kitle hareketinin birinci görevi “otokrasinin devrilmesi görevini” birinci görev olarak kabul etmemenin ve bu görevi kitle hareketi adına kısa vadeli siyasal istemler uğruna mücadele derekesine düşürür. Lenin’in sözleriyle DY’nin “meşruiyet” adını verdiği anlayış, katıksız bir ekonomizm ve kendiliğindenciliktir ve mantık olarak ekonomizmin şu belirlemelerinin aynısıdır:
“Özlemi duyulacak olan mücadele, mümkün olan mücadeledir, ve mümkün olan mücadele belli bir anda verilmekte olan mücadeledir.” Lenin bu anlayışa,
“kendini edilgen olarak kendiliğindenliğe uyduran sınırsız oportünizm eğiliminin ta kendisidir” demektedir.
Ama bugün hala, DY’un “önder kadrolar yakalanmasaydı” 12 Eylül koşullarında savaşabileceği, Öncü Savaşına başlayabileceği ve hatta yer yer başladığı kanısında olan ya da böyle bir kanıyı yaymaya çalışanlar bulunmaktadır.
“12 Eylül kır pratiği” olarak “Yeniden” sayfalarında ifade edilen bu kanılar, DY oportünizminin 1977-80 döneminde silahlı devrimci mücadeleye ilişkin yaptığı çarpıtmaların bir ürünü olarak “yeniden” gündeme getirilmektedir.
DY’lilerin 12 Eylül sonrasında karşı karşıya kaldıkları durumu yıllar öncesinde Mahir Çayan yoldaş
Kesintisiz Devrim II-III’de şöyle ifade etmiştir:
uzlaşıcı ve teslimiyetçi tutumlarını, ‘ülkemiz, uzak-doğu veya Latin Amerika ülkeleri gibi değildir; oralardaki kitlelerde bir isyancı gelenek vardır. Oysa ülkemizde durum başkadır, böyle bir gelenek yoktur. Bu yüzden, önce kitleleri silahlı aksiyonun dışındaki mücadele biçimleri ile bilinçlendirip, örgütleyelim, yani silahlı mücadele için asgari (!) örgütlenmeyi sağlayalım, ondan sonra silahlı mücadeleye başlarız’ diyerek haklı ve mazur göstermeye çalışmaktadırlar. (Pasifistlerin, emperyalizmin işgali altında olan ülkemizde meseleyi bu şekilde koymalarının Türkçesi, ‘önce revizyonist çalışma yaparak, kitleyi ve kendimizi örgütleyelim, ondan sonra da devrimci mücadeleye başlarız’ demektir. Oysa barışçıl mücadele metodları temel alınarak yapılan örgütlenme asla savaşma aşamasına geçemez. Yunanistan örneği açıktır.) Bu da, belli ölçülerde, önemli sayılmasa bile solda bulanıklık yaratmaktadır. Bu revizyonist ve pasifist yorum, formel mantığa göre çok mantıki (!) olduğu için, meselelere henüz diyalektik materyalizmin ışığı altında bakamayanların kafalarını bulandırmaktadır.”
Mahir Çayan yoldaşın bu belirlemeleri 1977-80 döneminde en çok sözü edilen belirlemelerin başında gelmiştir. Ancak yine de DY kitlesi, DY oportünist yöneticilerinin demagojik söylemlerinin etkisiyle bu belirlemenin kendileri için geçerli olmadığı sanısına kapılmıştır. Oysa Latin-Amerika’daki gerilla savaşlarının da çok açık biçimde tanıtladığı gibi,
“bir gerilla hareketi, bozgundan çıkmış, darmadağın, destekten yoksun bir kitleyi birleştirip toparlayacak bir kurtarıcı güç olamaz”. İşte bu gerçekler, DY’nin 1980 sonrasındaki “kır pratiği”nin neden bir gerilla savaşı, Öncü Savaşı olamayacağını açıkca göstermektedir. Zaten yapılan 12 Eylül koşullarında aranan bazı devrimci unsurların kendilerini gizlemek için başvurdukları bir “pratik”ten başka birşey değildir. Ve 12 Eylül’le birlikte görülmüştür ki, DY’nin bugün bile hala hararetle savunduğu “direniş komiteleri”nden, yani
“gelecekteki devrimci halk iktidarının nüveleri” olan, o gün için
“anti-
faşist halk güçlerinin birleşik devrimci savaşının örgütlendirilmesi” olan “direniş komiteleri”nden hiçbir iz bile kalmamıştır. Yıllarca insanları “direniş komiteleri” oluşturmakla oyalayan DY oportünistleri, bugün “Yeniden” sayfalarında, 12 Eylül sonrasında tek bir “direniş komitesi” nin bile varolamamasını bir yana bırakarak, “halkın yönetime katılımını sağlayan” “yeni bir görüş” vs. diye yaptıklarını gizlemeye çalışmaktadırlar.
yıllarda Devrimci Yol çevresine karşı yapılan sert eleştirilerin başında da bu tartışma başlıkları geliyordu. Devrimci Yol çevresi, özellikle THKP-
C kökenli örgütler tarafından, Mahir Çayan’ı inkar etmekle suçlanıyordu. Direniş Komitelerinin Mahir Çayan’ın tezlerinde olmadığı söyleniyordu.
Devrimci Yol Ana Davası’nın 1 Nolu sanığı Oğuzhan Müftüoğlu, o günkü tartışmaları şöyle değerlendiriyordu bir yazısında: ‘Zengin bir mücadele ve deneyler birikimini sunan Devrimci Yol pratiği bize göre THKP-
C hareketinin en iyi değerlendirilmesi sayılmalıdır. Onun en iyi savunmasını da, devrimci bir eleştirisini de orada bulmak olanaklıdır. Bu nedenle ‘Fatsa’, ‘Kızıldere’nin bir devamı olduğu kadar onun bir eleştirisidir de.’ (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi. Mart 1990)” [
11] (abç)
İşte yıllar sonra DY oportünistleri “direniş komiteleri”ni böyle ortaya koymaktadırlar. [
*]
Tüm bu süreçte DY oportünizminin silahlı devrimci mücadeleyi savunan ve sürdüren örgütlere karşı en büyük iddiası, bu örgütlerin “fokocu” oldukları ve THKP-C’nin görüşlerini “fokoculuğa” indirgedikleri iddiası olmuştur. Görünüşte çok basit görünen böyle bir iddianın ciddiye alınacak bir yanı bile yok gibi görünmektedir. Bugün “Yeniden” sayfalarında geçmişe ilişkin sözler arasına sıkıştırılan bu “fokoculuk” iddiaları, aynı zamanda gerilla savaşının sıradanlaştırılmasına hizmet etmiştir. Tüm DY kitlesi, bu iddiaya bakarak gerilla savaşının fokoculuktan “çok farklı bir şey” olacağını düşünerek ve bunun da ne olduğunu bilmeden 12 Eylül’e getirilmiştir. “3-5 adamın eline silah alıp eylem yapması ya da dağa çıkması” olarak kavratılan “fokoculuk”, bugün hala bir “hayalet” gibi ortalıkta dolaştırılmaktadır.
İşte ele aldığımız yönleriyle DY oportünizmi, ülkemiz devrimci mücadelesinde bir dönem önemli bir kitleyi etrafında toplamış ve 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte açıkca görüldüğü gibi, bu kitleyi pasifize etmiştir. Ancak bugün tüm oportünistlikleriyle “yeniden” piyasadadırlar. Kendi “tarihleri”nden geriye kalan nedir sorusuna, yıllar önce yaptıkları bir belirleme yeterince yanıt getirmektedir:
savaşı devrim stratejisi değildir. Devrim stratejisi, devrimin temel ve genel yolunu belirler. Ülkemizde devrim uzun dönemli bir silahlı savaş yolundan, ülkemize özgü bir halk savaşından geçerek zafere ulaşacaktır. Öncü savaşı, ülkemizde halk savaşının geçmek zorunda olduğu; halk savaşının ilk evresinde geçilecek olan bir ‘ara aşama’ veya ‘taktik evre’dir. Emperyalizmin 3. bunalım dönemine has gelişmelerin bir sonucu olarak halk savaşının başlangıç aşaması proletarya partisinin örgütleyip yürüteceği öncü-
gerilla mücadelesi ile karakterize olacaktır.” [
12] (abç)
Ama ne yazık ki, DY, 1977-80 döneminde “partileşme sürecini” tamamlayamamıştır. Doğal olarak “proletarya partisinin örgütleyip yürüteceği öncü-gerilla mücadelesi” verilemeden 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte dağıtılmıştır! İşte DY oportünist yöneticilerinin kendi kitlesini oyalamasının “yeniden” ifadeleri böyle olmaktadır. Oysa, Mahir Çayan yoldaşın da açık biçimde ifade ettiği gibi, onlar, asla silahlı savaşma aşamasına gelemeyeceklerdi ve öyle de olmuştur. Bu DY’nin oportünizminin niteliğinin kaçınılmaz sonucu olmuştur.
İşte DY’nin tüm tarihinden geriye kalan da budur.
Dipnotlar
[1] Kurtuluş Cephesi, 1980’den Günümüze Kitle Pasifikasyonu ve Sonuçları, Sayı: 36, s: 28, Mart-Nisan 1997
[2] DY Bildirge, s: 34
[3] DY Bildirge, s: 35
[4] “Devrimci” Yol, Sayı 21, 21 Ağustos 1978
[5] “Devrimci” Yol, Sayı 21, 21 Ağustos 1978
[6] Yeniden, “Devrimci” Yol Dosyası, Sayı: 24, s: 35
[7] Yeniden, “Devrimci” Yol Dosyası, Sayı: 24, s:13
[8] Yeniden, “Devrimci” Yol Dosyası, Sayı: 24, s: 35
[9] Yeniden, “Devrimci” Yol Dosyası, Sayı: 24, s: 13-14
[10] Yeniden, “Devrimci” Yol Dosyası, Sayı: 24, s: 19
[11] Yeniden, Sayı: 24, Mayıs 1997, DY Dosyası, s: 9
[*] Bu “yeniden”leştirilmiş ifadeler, aynı zamanda DY oportünizminin eski yöntemlerinin bir sergilenmesidir de. Öyle ki, konuyla hiçbir ilgisi olmayan bir ifade satır arasına özenle sıkıştırılmıştır: “Devrimci Yol Ana Davası’nın 1 Nolu sanığı Oğuzhan Müftüoğlu”. Oysa aynı “sanık” 1973 yılında başlayan THKP-C “davası”nın 195. sırasındaki sanığından başkası değildir.
[12] DY, Bazı Teorik Sorunlar Üzerine, Öncü Savaşının Bir Taktik Evre Olarak Belirlenmesi ve Devrim Stratejisi Kavramı, Sayı: 18, 22 Mayıs 1978