Bir zamanlar insanlar, nereden ve nasıl geleceğini bildikleri mutlu ve güzel günlere inanıyorlardı. O günlerde devrimci mücadele siyasal bir mücadeleydi, iktidar mücadelesiydi. Mücadele ne kadar geriye itilirse itilsin, insanlar sabırla ve bir o kadar kararlılıkla gelecek günleri beklerlerdi. Tek yol devrimdi, her şey devrim içindi.
Bu zamanlarda her türlü ekonomik ve sosyal mücadeleler hızla siyasallaşırken, ekonomik ve sosyal ilişkiler de aynı hızla siyasallaşıyordu. Topluluk içindeki her türlü feodal ya da yarı-feodal ilişkiler yerlerini siyasal ilişkilere terk ederken, siyaset ve siyasal mücadele tek gündem maddesiydi.
Genel olarak 1965’den 1980’e, özel olarak 1976’dan 1980’e kadar süren bu zamanlar, 12 Eylül’ün baş paşası Evren’in sözleriyle, “biz gelmeseydik, şimdi burada onlar olacaktı” dediği günler çok gerilerde kaldı.
12 Eylül askeri darbesiyle devrimci siyasal mücadele çok gerilere itildi, elde “savunulacak” tek bir legal mevzi bile kalmadı. Yıllar baskı, terör, işkence ve katliamlar yıllarıydı. Binlerce, on binlerce, yüz binlerce insan işkenceden geçirildi, sorgulandı, gözaltına alındı, tutuklandı.
“Askerlerin terörü insanların beyinlerinde derin izler bıraktı. İşkence sadece bilgi almaya hizmet etmemişti ki, sorgulamadan da işkence yapılmıştı ya da saçma sorular sorulmuştu. Hedef tutukluyu kırmak, aşağılamak, onu insanlığından yoksun bırakmak, kimliğini yok etmekti. O, bir numara olmuştu, yerde yatan ve gereksinimlerini denetimsiz yapan, kokan, sakallı ve vahşi bir canavar. İşkencenin kurbanı sadece tutuklu değildi, böylece tüm ailesi ve sosyal çevresi de cezalandırılıyordu. Sürekli işkence görme tehdidi, toplum tarafından içselleştirildi ve bir öz savunma olarak uyumlu bir sosyal davranışa yol açtı.”
Bir yandan yeni-uyumlu “sosyal davranış” biçimi, diğer yandan devrimci mücadeleyi sürdürme istek ve kararlılığı 12 Eylül teröründen çıkış yolu olarak birlikte ve bir arada varlığını sürdürmeye başladı.
Elde kalan devrimci güçlerin, mücadeleyi sürdürmeye yönelik her hamlesi, karşı-devrimin birkaç misli karşı darbesiyle karşılaştı. İleriye yönelik yapılan her hamle, karşı-devrim tarafından daha da gerilere sürülmeyle paralel sürüp gitti.
“Uyumlu sosyal davranış” tarzı, kendi ideolojik gerekçesini, Sovyetler Birliği’nin dağıtılmışlığından, “tarihin sonu” tezlerinden üretirken, Gramscici “sivil toplumculuk” bu davranış tarzının “teori”si haline geldi.
Bir yandan devrimci silahlı mücadele yaşanılan karşı-devrimci baskı ve terörün “nedeni” olarak sunulurken, diğer yandan on yılların revizyonistleri ve oportünistleri hızla legal alanları yeniden fethetmeye koyuldular.
İleriye yönelik her devrimci girişim ne kadar geriletilirse, legalizme o kadar alan açıldı. Sol, bir bütün olarak
sözde “sivil toplumculuk”u reddederken, “sivil toplumculuk” solun tüm gözeneklerine derinlemesine nüfuz etti.
1990’ların ortalarına gelindiğinde silahlı devrimci mücadeleyi savunan örgütler giderek daralmaya, mücadele kapasitesini yitirmeye ve nihayetinde varlığını sürdüremez hale gelmeye başladı. Bunun ilk sonuçları “kırlarda” ortaya çıktı.
Yıllarca yere-göğe sığdırılamayan “kır gerillası”, giderek eylemsizlik içinde biçimsizleşmeye başladı ve sonuçta düğünlerde “gerilla halayı” çeken sıradan bir “sosyal gruba” dönüştü.
Bu dönüşüme paralel olarak, belli belirsiz “gerilla” propagandası/reklamı üzerinde biçimlenen legal faaliyetler, demokratik kitle örgütlerinden “STK”lara, faaliyet mekanları da “kültür merkezleri”ne dönüştü.
Legal olanaklardan yararlanma adına kurulan her “kültür merkezi”, başlı başına bir “sivil toplum” örgütlenmesi olarak, baştan ve “teorik” olarak reddedilen Gramscici “sivil toplumda hegemonya kurma” araçlarına evrildi.
1990-1995 yıllarında ağır kayıplar veren değişik örgütlerin “şehir gerilla” faaliyetleri, Mart 1995 Gazi olaylarıyla birlikte önemli bir duraklamaya ve dönüşüme uğradı.
Bu alanda yoğun eylemlilik içinde olan bazı örgütler, özellikle 9 Ocak 1996 tarihinde gerçekleştirilen Özdemir Sabancı eyleminden sonra ağır kayıplar karşısında yeni “taktikler” oluşturmaya yönelmişlerdir. Bu “taktikler”in belirleyicisi ise, giderek yoğunlaşan bir legalizasyon ve silahlı eylemlerin terk edilmesi olmuştur.
Kendisini DHKP-C olarak örgütleyen DS bu durumu kendi jargonundan şöyle ifade etmiştir:
“Çiller grup toplantısında 28.11. 1996 tarihli bir emniyet raporuna atıf yaparak DHKP-C’nin Susurluk’la ilgili eylem hazırlığı içinde olduğunu iddia etmiştir...
Elbette çetelerin peşindeyiz, halkımıza bunların gerçek yüzünü göstermek, halkın çetelerden hesap sormasına önderlik etmek misyonumuzun gereğidir. Ancak tüm kamuoyuna açıkça ilan ederiz ki, bu süreçte DHKP-C olarak bu sorunla ilgili HERHANGİ BİR ASKERİ EYLEM PROGRAMIMIZ YOKTUR.”[1*] (Büyük harfler kendilerine aittir)
Artık silahlı eylemlerin ikincil, hatta tümüyle bir yana bırakıldığı, legalleşmenin ve legal alanlarda “kültür merkezleri” aracılığıyla faaliyet yürütmenin başat hale geldiği yeni bir döneme girilmiştir.
Bir zamanların illegal ve silahlı mücadele yanlısı örgütlenmesi olan
Devrimci Proletarya hareketi bu gelişmeyi şöyle değerlendirmiştir:
“... devletin devrimci örgütlere karşı izlediği ve ‘yeraltına ve silahlı mücadeleye hayır, yasal çalışmaya evet’ şeklinde özetlenebilecek stratejisiyle örtüşmesi de yine tesadüfle açıklanamaz. Bu ruh hali içinde ve bu koşullarda, yasallığın ‘cazip’ ve ‘huzurlu’ olanakları ile yeraltının ağırlaşan bedelleri teraziye vurulunca, birincisi ağır basmıştır ... Yeraltı korkusu, tasfiyeciliğin karakteristik özelliği ve en açık belirtilerinden biridir.”[2*]
Gerekçesi, ister uğranılan ağır kayıpların yerlerinin doldurulamaması olsun, ister illegal ve silahlı mücadelenin oligarşinin ağır baskısına maruz kalması olsun, her durumda 90’ların ortalarından itibaren legalizmin neredeyse tüm solu kapsamına aldığı yeni dönem başlamıştır.
Her ne kadar “yeni dönem”, biraz geri çekilmek, biraz “soluklanmak”, kayıpları “telafi etmek” vb. nedenlerle “taktiksel evre” olarak görülmeye çalışılmışsa da, süreç giderek uzamaya başlamış, bir ve aynı şeyleri biteviye yineleyen bir görünüme bürünmüştür.
1995-2000 dönemi, “globalizm” söyleminin egemenlik kurduğu, neo-liberal ekonomi politikalar yoluyla “nispi refah” görüntüsünün ortaya çıktığı, menkul kıymetler borsasının (İMKB) kent küçük-burjuvazisinin yaşamının ayrılmaz bir parçası haline geldiği bir dönem oldu. Bu dönemde sol, durağan ve edilgenlik içinde sadece günü kurtarma, elde olanı koruma kaygısı içinde toplumsal yaşamın izleyicisi konumunda kaldı. Bunun sonucu da, sol örgütlerin kan kaybının süreğenleşmesi oldu.
1999 yılı, yeni bir “yüzyıl”ın, “milenyum”un arifesi olarak Bülent Ecevit’in azınlık hükümetiyle başlarken, en önemli gelişme A. Öcalan’ın Kenya’dan alınarak Türkiye’ye teslim edilmesi oldu. Bu gelişme de, Türkiye siyasetindeki hareketliliğin ana unsuru durumunda olan Kürt ulusal hareketinin (bir süreliğine de olsa) ikincil plana itilmesi sonucunu doğurdu. Soldaki edilgenlik ve durağanlık, Kürt ulusal hareketini de kapsayarak genel bir nitelik aldı.
Bu ortamda yapılan seçimlerde Bülent Ecevit’in DSP’si birinci parti olurken, MHP ikinci parti olarak seçimlerden çıktı. Ardından DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti kuruldu.
“Milenyum”, yüksek faiz politikalarıyla, borsa spekülasyonlarıyla ve kredi kartlı yaşamla başladı. Ekonomik kriz kapıya dayanmıştı. Şubat 2001’de Türkiye tarihinin en büyük ekonomik krizi patlak verdi.
İşte bu ortamda durağanlık ve edilgenlik koşullarında sürekli kan kaybeden sol, DS’nin (DHKP-C’nin) önerisiyle ve planlamasıyla 20 Ekim 2000 tarihinde ölüm orucu sürecine başladı.
DHKP-C, TKP/ML ve TKİP başta olmak üzere değişik sol örgütlerin katılımıyla 20 Ekim 2000’de başlayan ve DHKP-C dışındaki örgütlere mensup devrimci tutsakların 28 Mayıs 2002 tarihinde sona erdirdiği, ama DHKP-C tutsaklarının 21 Ocak 2007’ye kadar sürdürdüğü ölüm oruçları sürecinde (19 Aralık “Hayata Dönüş” operasyonunda yaşamını yitiren 30 kişi dahil) 122 kişi yaşamını yitirdi.
2000-2002 yılları arasında “sol”un birleşik ve birlikte sürdürdüğü ölüm orucu, 19 Aralık müdahalesine rağmen kitlelerin politizasyonunda önemli bir etkide bulunmadı. Ölüm orucunun kanlı katliamları karşısında ekonomik krizin ağırlığı yaşamın her alanında kendisini kabul ettirdi. Bu durum ölüm orucunu sürdüren devrimci tutsaklar arasında ayrışmaya ve giderek ölüm orucunu bitirmeye yönelik bir tutum alınmasına yol açtı.
DHKP-C kendi saflarını pekiştirmeye yönelik olarak ölüm orucunu sürdürürken, “kalan sol” daha yoğun biçimde “kültür merkezleri”nde toplaşmaya ve tüm siyasal faaliyeti kültürel faaliyet alanına hapsetmeye koyuldu.
SİP kendisini “TKP” olarak örgütlerken,
Nazım Hikmet Kültür Merkezi ve ardından
Nazım Hikmet Akademisi yeni dönemin yeni kuruluşları olarak piyasaya çıktı.
2004 yılı MLKP rüzgarlarının esmeye başladığı ilk yıl oldu. 2007 yılına kadar solda “fırtına” gibi esen MLKP, mevcut durağanlığın yaratmış olduğu tepkiyi örgütleyerek ölüm oruçlarıyla ortaya çıkan boşluğu doldurmaya girişti.
Benzer biçimde “Halkevciler”, yeni misyon ve yeni vizyon sahipleri olarak sosyal sınıfların değil, sosyal kesimlerin sözcülüğüne soyundu. “Sağlık hakkı”, “ulaşım hakkı”, “barınma hakkı”, “çevre ve su hakkı” gibi
sosyal alanlarda faaliyet yürütmeye koyuldu. Bu sosyal sorunlara karşı “farkındalık” yaratarak yürütülen faaliyetleri siyasallaştırma adına bir “parti” bile oluşturmaya çalıştılar.
Tüm bu “yeni”, kimilerinin büyük “tez”leriyle “post-devrimci dönem”de legalizasyon alabildiğine yaygınlaşırken, silahlı mücadele sadece birkaç kişinin gerçekleştirdiği “feda” eylemlerine indirgendi. Dersim merkezli “gerilla” hareketleri de kendi içinde yozlaşarak sıradanlaşmayı sürdürdü. (Bu öylesine uç noktalara kadar gelişti ki, Kasım 2012’de tam teçhizatlı 24 MKP/HKO “gerillası” Dersim’de cümbül cemaat teslim oldu.)
MLKP rüzgarlarının estiği 2004’lerden günümüze kadar on yıl geçti. Bu on yılda solun tek aktivitesi, 1 Mayıs’larda ortaya çıkan hareketlilik ve çatışmalar oldu. Daha önceki yılların legalist partileri gerilemeye başlarken, yeni legalistler partileşerek piyasaya çıktılar. Her yeni legalist parti yeni bir hareketin temsilcisi olarak kendisini sunarken, kuruluşlarının ilk birkaç ayını kapsayan “aktivite”nin bir adım ötesine geçemediler. İster silahlı, ister silahsız/barışçıl olsun, hiçbir mücadele biçimi etkinlik sağlayamazken, beklentiler hiçbir biçimde gerçekleşmedi. Kısacası, “umudu büyütme”yle yıllar geçirildi, ama ortada büyümeyi bir yana bırakalım, varlığını sürdürebilen bir “umut” bile kalmadı.
Siyasal mücadelenin gelişmediği/gelişemediği, siyasal mücadele alanından yeni unsurların sağlanamadığı bir ortamda, kaçınılmaz olarak ilişkiler sosyalleşmeye ve “mücadele alanları” sosyal ilişki alanları olmaya başladı.
DHKP-C, 2007 yılında büyük bir “manevra” ile ölüm oruçları sürecini tamamlarken, faaliyetlerini İstanbul’un bildik mahallelerinde toplaştırdı.
Grup Yorum konserleriyle “kitle ilişkisi” kurmaya yöneldi. Bu ilişkilerde “yozlaşmaya karşı mücadele”, “uyuşturucuya karşı mücadele”, “ahlaksızlığa karşı mücadele” sloganları öne çıkartılarak, mahallelerin “sosyal sorunları” üzerinden “siyaset” yapmaya çalışıldı.
MLKP, kendisini legal parti haline dönüştürerek ve nihayetinde HDP’ye ilhak ederek piyasadan çekilirken, Halkevciler birkaç kişilik “gösteriler”le varlıklarını sürdürmeye çalıştılar. ÖDP, Ufuk Uras’lı neo-liberal sol çizgisinde giderek gerilere düşmeye başladı. Ufuk Uras’ın tasfiyesi de bu gerilemeyi durdurmaya yetmedi.
Özcesi, beklenilen, umulan, “bir gün mutlaka” denilen, o “güzel” günler bir türlü gelmedi. Devrim beklentileri giderek tükenmeye başladı. “Geciken devrim” karşısında insanlar ayakta kalmaya, en azından hala “devrimci” olarak varolmaya zorlandılar. Siyasal mücadele, mevcut düzen içi seçimsel mücadeleden bir adım öteye taşınamadı. Ama yaşam akmaya devam etti.
Bu koşullarda siyasal ilişkiler giderek sosyal ilişkilere, siyasal mücadele sosyal faaliyete dönüşmeye başladı. Devrimci teori tümüyle unutulup gitti. Devrimci teorinin kılavuzluğu, yol göstericiliği olmayınca da, herşey el yordamıyla, sosyal yaşamın akışı içinde idare edilmeye çalışıldı.
Siyasal ilişkilerin sosyal ilişkilere dönüşümü, giderek sol “medya”da kendisine yer bulmaya başladı. Öyle ki, neredeyse sıradan sosyal faaliyet siyasal bir faaliyetmişçesine “algı”lanmaya ve sunulmaya başlandı.
Aşağıda vereceğimiz örnekler,
Yürüyüş dergisinin son bir aylık sayılarından ve aynı çizgide yer alan “
www.halkinsesi.tv”den derlenmiştir. Bu örneklere bakıldığında, siyasal mücadelenin sosyal faaliyete dönüşümünün ne kadar yaygın olduğu açıkça görülecektir.
1) Okmeydanı’nda “Gözaltı Tavrı ve Sahiplenme” Konulu Halk Okulu Çalışması yapıldı
Okmeydanı’nda, 28 Ocak tarihinde gözaltı tavrı ve sahiplenme üzerine halk okulu çalışması yapıldı. Polisin saldırıları karşısında yasal haklarımızın ne olduğunun anlatılmasıyla başlayan çalışmada, gözaltına alınanlar da yaşadıklarını paylaştı. AKP’nin saldırılarının meşru olmadığı ve buna karşı direnmenin en temel hak olduğu anlatıldı.
Son olarak eylemlerin sahiplenilmesi ve saldırılara karşı dayanışmayı büyütme üzerine sohbet edildi. 1 saat süren çalışmaya 18 kişi katıldı.” (3 Şubat 2015/halkinsesi.tv)
2) “Londra’da 24. Halk Toplantısı Yapıldı
1 Ocak Pazar günü Anadolu Halk Kültür Merkezi’nde yapılan halk toplantısı her zamanki gibi kahvaltıyla başladı yine... Yürüyüş Dergisinin Öğretmenimiz köşesi bir kaç kez okundu. Herkes tek tek fikirlerini ifade edip ne anladıklarını anlatan kısa konuşmalar yaptı. 34 kişinin katıldığı toplantıdan sonra, toplu olarak hastanede yatmakta olan arkadaşımız Hüseyin Armutlu ziyaret edildi.” (2 Şubat 2015/halkinsesi.tv)
3) “Altınşehir’de Dergi Dağıtımı
Altınşehir-Bayramtepe’de Yürüyüş dergisi dağıtımı yapıldı. 1 Şubat Pazar günü, Bayramtepe Tokat mahallesi bölgesinde Yürüyüş dergisinin 454. sayısının tanıtımı ve satışı yapıldı.
Saat 16.30’da başlayan dağıtımda mahallede bulunan kahveler dolaşıldı. Daha sonra kapı çalışmasına geçildi. Mahalledeki sokakların tamamı dolaşıldı. 3 Halk Cepheli’nin katıldığı dağıtım 50 dergi halka ulaştırılarak saat 18.00’da bitirildi.” (2 Şubat 2015/halkinsesi.tv)
4) “Dersim’de Yozlaşmaya, Uyuşturucuya, Fuhuşa Karşı Mücadeleyi Büyüteceğiz!
Halk Cepheliler 25 Ocak günü Dersim’de Yeni Mahalle’nin bir bölgesinde yozlaşmaya, uyuşturucuya karşı kampanya çerçevesinde tek tek evleri gezip evlere misafir oldular. 3 grup oluşturarak yapılan çalışmada gidilen evlerde yozlaşmaya ve uyuşturucuya karşı mücadele ve mahallede yaşanan sorunlarla Halk meclisleri ve Halk komiteleri ile ilgili sohbet edildi. Gidilen evlerde halkın ilgisi ve misafirperverliği iyiydi. Çaylar içildi ve öneriler istendi.” (25 Ocak 2015/halkinsesi.tv)
5) “Devrimci Gençlik Sanat Okulunda Dersler Başladı!
Devrimci Gençlik Sanat Okulunda 4 haftadır koro dersleri devam ediyor. Her Pazar saat 13.00 de başlayan koro dersleri için Grup Yorum kayıt almaya devam ediyor. Tüm gençleri liseli ve üniversitelileri Grup Yorum Dev-Genç korosuna çağırıyor.” (25 Ocak 2015/halkinsesi.tv)
6) “İsviçre Gençlik Sinema Akşamı Yaptı
İsviçre gençlik Basel Boran Kültür Merkezi’nde bir sinema akşamı düzenledi. Bir hafta önce sinema akşamı çalışmalarına başlayan gençler film olarak “Das Experiment” (Deney) filmini seçtiler.
Film gösteriminden önce büyüklerin hazırladığı yemeği toplu olarak yiyen gençler daha sonra film seyrettiler.” (25 Ocak 2015/halkinsesi.tv)
7) “İkitelli’de Halk Meclisi Çalışması
19 Ocak pazartesi günü İkitelli’de yapılacak olan Büyük Halk Meclisi Toplantısı’nın ozalitleri asıldı. Ozalitlerde yoksul mahallenin yaşadığı sorunlar üzerine çağrıların yazıldığı 10 ozalit asıldı. Toplantının ardından doğal afetlerle ilgili bilgilendirme yapılacağı söylendi.” (20 Ocak 2015/halkinsesi.tv)
8) “Mersin’de Şehit Mezarları Ziyaret Edildi
Mersin Tarsus’ta Halk Cepheliler mezarları bulunan halk kahramanlarının Altan Berdan Kerimgiller ve Kemal Askeri’nin mezarlarını ziyaret edip nergis bıraktılar. 18 Ocak günü yapılan ziyarette “Mezarlarımızda Sahipsiz Kalmayacak” denilerek mezarlarımız temizlendi, nergislerle süslendi. Bir dakikalık saygı duruşundan sonra mezarlık terk edildi.” (20 Ocak 2015/halkinsesi.tv)
9) “Kitap Okumayı Halklaştırıyoruz!
Basel Boran Kültür Merkezi’nde 18 Ocak gününden itibaren her pazar olacak şekilde ‘Okuma Günleri’ düzenlenmeye başlandı. İlk okuma gününe 8 kişi katıldı. Okuma günlerinde ilk okunan kitap Haziran Yayıncılık’tan çıkan Halk Sınıfı kitabı. Okuma her parargafın önce okunup sonra değerlendirilmesi şeklinde yapıldı. Katılımcıların aktif olarak katıldığı okuma günü iki saat sürdü.” (Yürüyüş, Sayı: 453.)
10) “Okmeydanı Dergi Dağıtımcıları Kahvaltı Yaptı!
18 Ocak Pazar günü saat 11.00 de Okmeydanı Halk Cephesi Okmeydanı Mahallesi’nde dergi dağıtanlara kahvaltı etkinliği yaptı. Yıllardan beri Okmeydanı’nda dergi dağıtan arkadaşlarımızın bir araya gelerek, birbirleri ile tanışarak kahvaltılarını yaptılar ve sohbetler edildi. Kahvaltı bittikten sonra bu etkinliklerin ve kahvaltıların devam edeceğini söyledikten sonra bitti. Kahvaltıya 17 kişi katıldı.” (18 Ocak 2015/halkinsesi.tv/Yürüyüş, Sayı: 453)
11) “İsviçre Basel Boran Kültür Merkezinde Sabah Kahvaltısı Düzenlendi
Basel Boran Kültür Merkezi kahvaltı düzenledi. Zengin bir kahvaltı eşliğinde yapılan sohbette aileler çocuklarıyla birlikte yer aldılar. Boran kültür Merkezinde düzenlenen pazar kahvaltısına 20 kişi katıldı.” (18 Ocak 2015/halkinsesi.tv)
12) “Londra’da Yürüyüş Dergisi Standı
Haftalık Yürüyüş Dergisi standı yine Wood Green Kütüphanesi önündeydi. Bu hafta genel olarak dergi alan kendi problemlerini anlatıp çözüm üzerine yardım istedi. Bu hafta ki stant halkın sorunlarını dinleme günü gibi geçti.” (17 Ocak 2015/halkinsesi.tv)
13) “Trakya Kültür Merkezi Türkü Gecesi Düzenledi
Düzenin yoz eğlence anlayışına karşı türkü gecelerimizle alternatif oluyoruz. Ailelerimiz ve gençlerimizle halkımızın kültürlerini sürdürmeye devam edeceğiz
11 Ocak 2015 Pazar günü saat 20.00 de dernek binamızda bu yılın 3. türkü gecesi gerçekleştirildi. Geceye Berkin Elvan’ı anlatan tek kişilik oyunla başlandı. Daha sonra Trakya ve birçok yörenin türküleri seslendirildi. Ahmet Arif’in ‘Anadolu’ şiiri okundu. Coşkulu geçen etkinlik 22.00 da sonlandırıldı. Geceye 25 kişi katıldı.” (16 Ocak 2015/halkinsesi.tv)
14) “Anadolu Gençlik Kış Tatil Kampı Sona Erdi
Sabah kalkış, spor, kahvaltı, sohbet konularımız, pratik çalışmada ırkçılığa karşı kısa film çekimleri, kültürel çalışmalardaki tiyatro, koro, halkoyunları çalışmaları yılbaşı akşamına kadar sürdü. Gün içinde yaptığımız çalışmaların ardından akşamları geç saatlere kadar oyunlarımızla eğleniyorduk. Yılbaşı akşamı programımıza değişik ülkelerden ailelerimiz katıldı.” (9 Ocak 2015/halkinsesi.tv)
15) “Halk Cephelilerin Yeni Yıl Kutlaması/Yeni Yıl Yeni Zaferler Getirecek
Baskıların ve sömürünün daha da katlandığı bir yılı geride bırakarak yine zaferler ümidiyle yeni yılı karşıladık. 2014 yılı hak gaspları, katliamlar ve direnişlerle tarihe geçti. Halk Cepheliler İstanbul’da da yeni yıla hep birlikte girdiler.
31 Aralık akşamı Okmeydanı’nda bir araya gelerek yeni yılı karşıladılar. Altınsaray Düğün Salonu’nda saat 19.00’da saygı duruşuyla başladı program. Yapılan kısa bir konuşmanın ardından davul ve zurna girdi salona. Sesi duyanlar kendilerini direk piste attılar ve coşkulu halayların ilkini çektiler.” (6 Ocak 2015/halkinsesi.tv)
16) “Çayan Mahallesinde Cephe Milisleri Hırsız Cezalandırdı
Çayan mahallesinde gaspçılık yapan üç kişiden biri, 27 Aralık 2014 Cumartesi günü yakalandı ve Cephelilere teslim edildi. Hırsızdan halktan çalınan para alınarak sahiplerine iade edildi. Daha sonra Sokullu Caddesine çıkartılan gaspçı halka teşhir edilerek, ajitasyonlar eşliğinde cezalandırıldı.” (4 Ocak 2015/halkinsesi.tv)
18) “Mersin’de alternatif yılbaşı kutlaması yapıldı
Mersin’de düzenlenen kutlamaya Adana’da katıldı ve Mersin’deki arkadaşlar ve ailelerle tanışılıp sohbetler edildi
Alternatif bir yeni yıl kutlamasıydı. Çünkü bir yerlerde içip içip yerlerde sürünenler, anlamsız ya da kültürümüze aykırı şarkılar türkülerle teşhir edici göbek dansları, pahalı giriş… Bizlerde yani halkımızın asıl olan geleneklerinde alkolsüz, geleneğimize uygun hep beraber söylenen halk türküleri ve şarkıları söylendi. Bir yerlerde güne hala sarhoş başlanırken, bizler uyanık bir şekilde yeni yılın ilk gününe merhaba dedik. Saat 19.00’da toplanmaya başlayan misafirlerimiz tek tek kapıda karşılandı.” (2 Ocak 2015/halkinsesi.tv)
TOKİ’leşen sosyal ilişkiler alanında giderek kendisini yer bulan “pazar kahvaltıları” (branch), yılbaşı günü ailelerin bir araya gelmesiyle yapılan “yeni yıl kutlamaları”, birer turistik grup gezisinden öteye geçmeyen kış-yaz “gençlik” kampları, birkaç kişiden oluşan “ekipler” halinde dergi dağıtımları ve nihayetinde çaylar, börekler, pastalar... İşte tüm bu ve benzeri sosyal faaliyetler ve sosyal ilişkiler, birer “devrimci duruş”, “kitle ilişkisi” vb. olarak günlük yaşamın her alanında kendisine yer bulmuştur.
Şüphesiz bu sosyal faaliyetlerde yer alanlar kendilerini “halk cepheli” vb. olarak tanımlarken çok içten ve samimidirler. Katıldıkları sosyal faaliyetleri “siyasal” ilişkilerin devamı olarak gördüklerinden de şüphe edilemez. Ama yapılanların çok basit ve sıradan bir sosyal faaliyet olduğunu, siyasal mücadeleyle uzaktan yakından ilişkisi olmadığını sorgulamadıkları da kesindir.
Çok daha önemlisi, kendilerini THKP-C’nin “mirasçısı” olarak gören, yeri geldiğinde Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi’ni savunduklarını cümle aleme ilan eden, geçmişte gerçekleştirdikleri silahlı eylemleri gelecekte yapacaklarının “teminatı” olarak sunan bir hareketin, akıl almaz boyutlarda tüm ilişkilerini deşifre etmesidir.
Bu deşifrasyon, sadece sözel değil, aynı zamanda görüntülü olarak olanca hız ve bereketiyle sürdürülmektedir.
Neredeyse her türlü “kitle” ilişkisinin aleniyete döküldüğü koşullarda, hiç tartışmasız illegal, gizli ve silahlı faaliyet yürütmek “pek de” olanaklı değildir. İllegal faaliyet yürüten “silahlı eylemci”, daha eylemin ilk dakikalarından itibaren bilinir olmakta ve “medya”da özgeçmişleriyle, fotoğraflarıyla yayınlanmaktadır.
Dahası, bu “sosyal çalışma tarzı”yla tüm ilişkilerin belli mahallelere sıkıştırıldığı bir ortamda, polisin bilgi ve denetimi olmaksızın silahlı eylem hazırlığının yapılabilmesi bile olanaksızdır. Bu durumda yapılabilecek tek şey, “askeri kadrolar” ile “sosyal kadroları” birbirinden ayırmak ve “askeri kadroları” bağımsız/özerk birimler içinde örgütlemektir.
Burada temel koşul, sadece “teori”de kabul ediliyor görünen “politik ve askeri liderliğin birliği” ilkesini bir yana bırakmak değil, aynı zamanda “askeri kadro”ları tüm dış ilişkilerden tecrit etmektir. Deşifre kadrolarla silahlı eylem örgütlemek için kaçınılmaz olan bu “tecrit”, giderek tekil-bireysel “eylemci” tipinin öne çıkmasına yol açar. Kendi deyişleriyle, “feda eylemcisi”, bu tecrit olmuş, dış ilişkilerinden yalıtılmış, eylem için gerekli araçları kendisinde barındıran ve yerini sadece kendisinin bildiği “hedefe! yönelen bir eylemci tipi haline dönüşmüştür.
6 Ocak 2015 günü DHKC tarafından yayınlanan 439 nolu “açıklama”da ortaya çıktığı gibi, tekil-bireysel eylemcinin nerede ne yapacağı “merkez” tarafından bile bilinememektedir. İşte bu bilinememezlik ortamında, kendileriyle uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir kişinin gerçekleştirdiği kabul edilen “feda eylemi” kolayca “merkez” tarafından üstlenilmiştir (Elif Sultan Kalsen olayı). Daha sonraki günlerde, özellikle “sol medya”nın ısrarı karşısında yapılan açıklamada, “iletişim hatası”ndan söz edilerek “özür” dilenmeye çalışılmıştır.
Artık “eskisi” gibi, asgari 3-5 kişiden oluşan “silahlı propaganda birlikleri” gerilerde kalmıştır. Aşırı “sosyalleşme” ve bunun yansısı olarak aşırı deşifrasyon, ister istemez 3-5 kişiden oluşan bir “eylem birimi”nin daha harekete geçmeden önce kolayca ele geçirilmesine yol açtıkça, tekil-bireysel “feda” eylemciliği başat hale gelmiştir.
SOSYALİZASYON VE “TEORİ”
Siyasal faaliyet ile sosyal faaliyetin bir ve özdeş hale getirildiği günümüz koşullarında, zorunlu olarak teori ile pratik arasında kesin ve mutlak bir kopuş ortaya çıkmıştır. Teori, sadece söylenen söz, eski sözlerin biteviye yinelenmesi haline gelmiştir. Ancak “sol medya” olanca hız ve bereketiyle (ve bol fotoğraflı olarak) yayınını sürdürürken, arada bir “teori” yapmak da, “teorik” bir şeyler yazmak da kaçınılmaz olmaktadır.
Bu kaçınılmazlık içinde
Yürüyüş dergisi, içinde bulundukları “ruh” haline uygun olarak eski “teorik” sözleri yinelemeyi sürdürmektedir. Bunun en tipik örneği, HDP ile ortaya çıkan “stand” çatışması sonrasında “sol”un kendilerine yönelik “tecrit” politikasına karşı yayınladıkları bir yazı olmuştur.
“
‘Sol’ Emperyalizmin İdeolojik Hegemonyası Altına Girmiştir!” başlığını taşıyan bu yazıda Türkiye solu dört “sınıfa” ayrılmaktadır:
Bir, Kürt milliyetçileri.
İki, Kürt milliyetçilerine yedeklenen sol; MLKP, TKP/ML, EMEP...
Üç, Reformist sol; ÖDP, Halkevleri, TKP, MKP...
Dört, Devrimci sol.
Bu “sınıflama”dan sonra, “sol”un emperyalizmin ideolojik hegemonyası altına girişinin 90’lı yıllara dayandığı saptaması yapılarak şöyle denilmektedir:
“‘90’lardan bugüne yaklaşık 25 yıl geçti. Sol, bugün 25 yıl öncesinin de çok gerisindedir. ‘90’lı yıllarda tüm eksiklerine rağmen silahlı mücadeleyi savunan, illegal, düzen dışı örgütlenmelerini şöyle ya da böyle koruyan bir sol vardır. Reformizmi bir kenara koyarsak oportünist sol o süreçte devrimci cephede yer almıştır. Şehitler, tutsaklar vermiş, bedeller ödemiştir. Ülkemizin şehirlerinde, kırlarında oligarşiye silah sıkmıştır. Ancak içten içe ‘90’larda başlayan gerileyiş, çürüme devam etmiş, bugüne gelmiştir. Bugün oportunizm hemen hemen bütünüyle reformizme, düzeniçiliğe kaymıştır.”[3*] (abç. KC)
Görüldüğü gibi, “oportünist sol”, bir zamanlar “devrimci cephede” yer alan, “ülkemizin şehirlerinde, kırlarında oligarşiye silah sıkan” “oportünist sol”,
Yürüyüş dergisine göre, sanki dün öyle değilmişçesine, bugün tümüyle reformizme ve düzeniçiliğe kaymıştır!
Kimdir bunlar diye sorulduğunda, görünen o ki, yanıt MLKP, TKP/ML, MKP olmaktadır. Ancak işin en “ilginç” tarafı, bir zamanlar “savaşan” bu yapıları, o zamanlar da “oportünist” olarak gördükleridir.
Oysa “miras” aldıklarını ileri sürdükleri “geçmiş”te oportünizm şöyle tanımlanmıştır:
“Oportünizm bukalemun gibidir. Çeşitli kılıklara bürünerek sosyalist hareket içinde ortaya çıkar. Oportünizmin kılık kıyafetini o ülkenin ekonomik ve sosyal bünyesi, işçi sınıfının politik bilinç ve örgütlenme seviyesi, kısaca ülkenin içinde bulunduğu devrimci aşamanın niteliği belirler. Ancak her çeşit oportünizm proletaryanın devrimci potansiyeline inanmamaya dayanır. Genellikle sağ oportünizmin temelinde korkaklık, azimsizlik, ve proletaryanın devrimci zaferine inanmamak yatar. Bu yanlarını örtmek için o, en ‘keskin’ gözükmek zorundadır... Oportünizmde ilke istikrarı diye birşey yoktur. Düne kadar savunduğu ilkelerin niteliği kitlelerin gözünde açıklığa kavuşunca, o bu ilkeleri en ağır suçlamalarla karalar. Onun için tek şey önemlidir: ‘Herşeye rağmen proletaryanın devrimci hareketini nasıl pasifize edebilirim?’. Bu eyleminde Marksist ilkeler sadece basit birer araçlardır.”[4*]
Yine
Kesintisiz Devrim II-III’de, “oportünizmin emperyalizmin soldaki uzantısı olması”ndan çok açık ve net biçimde ifade edilir.
Bu “geçmiş” saptamalardan yola çıkıldığında,
Yürüyüş dergisi, ya oportünizmin ne olduğunu bilmemektedir ya da oportünist olarak niteledikleriyle bir ve aynı “cephe”de yer alarak bizatihi kendisi oportünistlik yapmıştır.
Sosyal faaliyetlerin siyasal mücadeleymişçesine “algı”landığı bir dönemde bu türdün “terslikler” elbette doğal görünecektir.
Bunları bir yana bırakırsak,
Yürüyüş dergisine “devrimcilik” ya da “devrimci sol” olmak nedir diye sorarsak yanıt çok nettir:
“Faşizme, oligarşiye, emperyalizme karşı direnmek, savaşmak meşrudur. Bu meşruluk illegal örgütlenmeyi temel almakta, silahlı, militan, meşru mücadeleyi esas almakta ifadesini bulur.”[5*]*
Bu yanıtla pratikte yürütülen sosyal faaliyetleri yan yana koyduğumuzda ortaya çıkan “manzara” pek de iç açıcı değildir: Aşırı sosyalleşmenin yarattığı aşırı deşifrasyon ve bu aşırılık içinde tekil-bireysel gizliliğe dayalı faaliyet.
İşte siyasal faaliyetin sosyal faaliyete dönüşmesiyle ortaya çıkan çelişkiler böylesine yalın ve basittir. Recep Tayyip Erdoğan’ın “iç savaş” hazırlığının yasal çerçevesini oluşturmaya yöneldiği bir evrede, ne kadar illegaliteden, silahlı, militan mücadeleden söz edilirse edilsin, siyasal mücadele sosyal faaliyetten arındırılmadığı sürece sadece zaman geçirmeye yönelik hoş sözler olarak kalacaktır.
Dipnotlar
[1*] Halk İçin Kurtuluş, Sayı: 19, s. 4, 1 Mart 1997
[2*] Devrimci Proletarya, S: 36, s. 4 Şubat 1995.
[3*] Yürüyüş, Sayı: 451, 11 Ocak 2015.
[4*] Mahir Çayan, Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine.
[5*] Yürüyüş, Sayı: 451, 11 Ocak 2015.