“… 2009 verilerine göre, Yunanistan’ın kamu dış borç stoku 298,5 milyar euro’ya (420 milyar dolar) ulaşmıştır. Bu borç miktarı Yunanistan’ın GSYİH’nın (356,7 milyar dolar) %113’üne denk düşerken, bütçe açığı da GSYİH’nın %13’ünü oluşturmaktadır. Bu iki veri, Yunanistan’ın karşı karşıya olduğu ekonomik sorunların boyutlarını göstermeye yeterlidir. Ancak bu ekonomik sorunlar, yalın biçimde piyasaların (borsalar) iniş-çıkışlarıyla değil, doğrudan dış borçların ‘çevrilemez’ hale gelmesinin ifadesidir.
Yunanistan, AB üyesi olduğu için, dış borçların çevrilebilirliği, yani dış borç faizlerinin ve ana paralarının ödenmesi ve yeni borçlanmaya gidilmesi, tümüyle AB ülkelerine, özel olarak da Fransa ve Almanya’ya bağlı olarak yıllarca sürmüştür. 2000 kriziyle birlikte Fransa ve Almanya’nın içine girdiği ‘finansal darboğaz’ ve ardından 2007 Mortgage Krizi’yle başlayan ‘finans krizi’, her şeyden önce ‘batık krediler’ sorununu öne çıkarmış ve ‘türev araçlarla’ türetilmiş balonların patlamasına yol açmıştır. Bu durumda Almanya ve Fransa, Yunanistan’ın artan dış borçlanmasını ‘çevirebilir’ halde tutmak için yapabileceklerinin sınırına ulaşmışlardır. AB yapısı içinde 2008’e kadar dış borçlarını ‘çevirebilen’ Yunanistan, bu tarihten itibaren ‘çeviremez’ duruma düşmüştür.
Mortgage Krizi’yle birlikte dünya kredi hacmindeki ve dünya ticaretindeki daralma, tüm ülkeler gibi Yunanistan’ı da etkilemiştir. 2008 sonunda ‘teknik olarak’ resesyona giren Yunanistan, AB yapısı içinde özel olarak desteklenen tarım ürünleri ihracatında önemli gerileme yaşamıştır. Tümüyle AB pazarına göre yapılandırılmış olan Yunanistan tarım üretimi, AB pazarındaki daralmayla birlikte %50’ler düzeyinde azalmıştır. Bu da, Yunanistan’ın ihracat gelirlerinin azalması demek olduğundan, dış borçların kısmen ihracat gelirleriyle ‘çevrilebilirliği’ni de olanaksız hale getirmiştir.
Bugün ‘medya’ya yansıtıldığı gibi, Yunanistan ‘krizi’ hiç de beklenmedik ve bilinmeyen bir olay değildir. Yunanistan’ın dış borç stoku verilerine bakıldığında görüleceği gibi, 1995 yılından itibaren Yunanistan’ın dış borçlanması GSYİH’nın %100’üne eşit düzeyde gerçekleşmiştir. 2000 ve 2008 kriz dönemlerinde bu oran %100’ü aşmıştır.
Bu bilinen gerçeğe rağmen, Yunanistan’ın ‘borç krizi’ beklenmedik bir olay gibi sunulmuştur.
Sorun, Yunanistan’ın birden bire ‘borç krizi’ne girmesi değildir. Söz konusu olan, AB’nin, özellikle de Almanya ve Fransa’nın 2008 kriziyle birlikte kendi finans kuruluşlarının içine girdiği iflas süreci ve onları kurtarmak için yaptıkları müdahalelerdir. Bu müdahaleler, Almanya ve Fransa’nın kredi kapasitesini büyük ölçüde daraltmıştır. Bu daralma nedeniyle de, artık Yunanistan’ın GSYİH’nın %100’leri seviyesinde seyreden dış borçlanmasını finanse edemez hale gelmişlerdir. Artık iş Yunanistan’ın başına kalmıştır.
Dış borçların Almanya ve Fransa tarafından finanse edilemediği ve edilmek istenmediği bir dönemde, Yunanistan’ın borçlarını ‘çevirebilmek’ için ‘istikrar tedbirleri’ uygulamaktan başka seçeneği yoktur. Ve Yunanlıların da, Türkiye insanlarının da çok iyi bildiği gibi, bu ‘istikrar tedbirleri’, ekonominin yönetiminin IMF’nin eline geçmesiyle uygulanacak olan ‘IMF istikrar paketi’nden başka bir şey değildir.
‘İstikrar tedbirleri’, IMF’nin klasik reçetesinde yazılıdır.
1) Bütçe açığını kapatmak: Maaş ve ücretlerin dondurulması, kamu harcamalarının kısılması (özellikle memurların sayısının azaltılması), verimsiz kamu kuruluşlarının tasfiyesi, vergi gelirlerinin artırılması (özellikle ve ilk planda KDV oranlarının yükseltilmesi) vb. tedbirler alınması.
2) Dış borçların ödenmesi ya da çevrilebilir hale gelmesi: İhracatın artırılması amacıyla ‘gerçekçi kur uygulaması’na gidilmesi, yani devalüasyon yapılması.[1*]
3) Yeni ve taze para bulunması: Kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi, doğrudan sermaye yatırımlarının daha fazla teşvik edilmesi.
IMF patentli bu ‘istikrar tedbirleri’ sonucunda, reel ücretler düşecek, küçük ve orta sermaye kesimleri büyük ölçüde iflasa sürüklenecek, yani mülksüzleştirilecektir.
Bütün bu sonuçlar, ‘istikrar tedbirleri’nin uygulandığı tüm ülkelerde halk kitleleri tarafından çok iyi bilinen sonuçlardır. Ana sorun, halk kitlelerinin bu yoksullaşmayı ve mülksüzleşmeyi ne kadar kabul edecekleri, yani ne oranda direnecekleri sorunudur. Latin-Amerika ülkelerinde olduğu gibi ve ülkemizde de 24 Ocak Kararları sonrasında görüldüğü gibi, bu ‘istikrar tedbirleri’nin ‘sivil iktidar’ koşullarında uygulanması neredeyse olanaksızdır. İşte bu yüzden, Yunanistan’ın karşı karşıya olduğu ana sorun, ‘borç krizi’ni aşmak için klasik ‘istikrar tedbirleri’nin nasıl uygulanacağı değil, bu uygulamaya karşı Yunan halkının direnişinin nasıl engelleneceğidir.
Bugün, ‘solcu’ PASOK iktidarı, Yunan halkının ‘istikrar tedbirleri’ne karşı direnişini pasifize etmenin aracı durumundadır. Bunu başarabildiği oranda PASOK bir süre daha iktidarda kalabilecektir. Ama başaramazsa? İşte Yunanistan’daki krizin en yaşamsal sorunu ve sorusu budur.
Bu sorunun yanıtı da, AB’nin ne kadar ‘demokrasi ittifakı’, ‘uygarlık projesi’ olduğunun da yanıtı olacaktır.”
[Kurtuluş Cephesi, Sayı: 114, Mart-Nisan 2010]
2010 yılının başlarında
Kurtuluş Cephesi’nin 114. sayısında ortaya koyduğumuz bu durumda ve bu koşullarda, biçimsel ve resmi olarak AB’nin, özel olarak Almanya ve Fransa’nın baskısıyla “solcu” PASOK hükümeti Kasım 2011’de istifa ettirildi ve yerine
Avrupa Merkez Bankası eski başkan yardımcısı Lucas Papadimos’un başkanlığında “teknokrat hükümeti” getirildi.
Böylece “solcu” PASOK ile sağcı Yeni Demokrasi Partisi’nin “dışarıdan” desteğiyle oluşturulan Papadimos’un “teknokrat hükümeti”yle AB’nin “istikrar tedbirleri”nin “oy kaygısı olmaksızın” uygulamaya sokulmasının yolu açılmış oldu. Ancak Yunan halkının “istikrar tedbirleri”ne karşı direnişi karşısında “son çare” olarak erken seçime gidilme kararı alındı.
6 Mayıs günü yapılan erken seçimlerde “solcu” PASOK ve sağcı Yeni Demokrasi Partisi büyük oy kaybına uğradılar. PASOK, 2009 genel seçimlerine göre oylarının yaklaşık yarısını (%46) kaybederek %13,18 oranında oy alırken, sağcı Yeni Demokrasi Partisi oylarının %43’ünü kaybederek oyların %18,85’ini alabildi.
2009 genel seçimlerinde oyların %43,92’sini alarak “açık ara” birinci parti olan “solcu” PASOK’un yaklaşık 2 milyonu bulan oy kaybı karşısında “yepyeni” ve “yıpranmamış” bir “sol” örgütler ittifakı olarak ortaya çıkan SYRİZA (Birleşik Toplumsal Hareket ya da “medya” söylemiyle “Radikal Sol Koalisyon”), 2009 seçimlerine göre oylarını %264 artırarak %16,78 oranında oy alarak seçimin “galibi” oldu.
|
2009
|
6 Mayıs 2012
|
Seçmen Sayısı
|
9.929.065
|
9.949.401
|
Kullanılan Oy
|
7.044.606
|
6.476.745
|
Katılım Oranı
|
%70,95
|
%65,10
|
|
Aldığı Oy
|
Oy Oranı (%)
|
Aldığı Oy
|
Oy Oranı (%) |
Milletvekili
|
Pan-Helenik Sosyalist Hareket (PASOK)
|
3.012.542
|
43,92
|
833.527
|
13,18
|
41
|
Yeni Demokrasi Partisi (ND)
|
2.295.719
|
33,47
|
1.192.051
|
18,85
|
108
|
Birleşik Toplumsal Hareket (SYRİZA)
|
315.665
|
4,60
|
1.061.282
|
16,78
|
52
|
Yunanistan Komünist Partisi (KKE)
|
517.249
|
7,54
|
536.072
|
8,48
|
26
|
Bağımsız Yunanlar (ANEL)
|
-
|
-
|
670.957
|
10,61
|
33
|
Altın Şafak (XA)
|
19.624
|
0,29
|
441.018
|
6,97
|
21
|
Demokratik Sol Parti (DIMAR)
|
-
|
-
|
386.263
|
6,11
|
19
|
Seçimin diğer “galibi” ise, “Altın Şafak” (XA) adını taşıyan neo-nazi parti oldu. Bu neo-nazi parti milliyetçi söylemleriyle oyların %6,97’sini almayı becerdi.
Böylece “Yunanistan krizi” ve bunun karşısında AB temelli “istikrar tedbirleri” karşısında Yunan halkı bir yanıyla “neo-liberal sol”a yönelirken, diğer yanıyla milliyetçi-faşist partinin saflarında toplanmış oldu.
Her ne kadar uzun bir geçmişe sahip olan Yunanistan Komünist Partisi’nin (KKE) böylesi bir kriz ortamında oylarını artırması beklenirken, beklentiler gerçekleşmemiş, oylarını sadece binde 9 oranında artırabilmiştir. Sayısal olarak ifade edersek, 2009 seçimlerine göre Yunanistan KP’sinin aldığı oylar sadece 18.823 artmıştır. Toplam seçmen sayısı (9.949.401) açısından hiçbir şey ifade etmeyen (binde 1) bu oy “artışı”, PASOK’un kaybettiği 2.179.015 oyla kıyaslanamayacak kadar önemsiz ve değersizdir.
[2*]
Belirttiğimiz gibi, 6 Mayıs seçimlerinin kesin “galibi” SYRİZA’dır. “Medya”nın “radikal sol koalisyon” olarak sunduğu, gerçekte ise “neo-liberal sol” unsurların başını çektiği ve politikasını belirlediği SYRİZA’nın 17 Haziran’da yapılacak yeni seçimlerden birinci parti olarak çıkacağı beklenmektedir. Böylece “Yunanistan krizi” “sol” görünümlü ve söylemli “neo-liberal” bir tasarımla aşılmaya çalışılacaktır. Diğer bir ifadeyle, SYRİZA ya da “neo-liberal sol” görünüm “Yunanistan krizi”nin AB’nin “modern” ya da “post-modern” bir darbesiyle yeni bir evreye dönüşmesinin öncesindeki “son şans” olarak ortaya çıkmaktadır.
Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, “Yunanistan krizi”, sözcüğün tam anlamıyla ve “klasik” biçimiyle bir “borç krizi”dir. Dolayısıyla “borç krizi”ne giren bir ülkede yapılması gerekenler yapılmak zorundadır. “Klasik” haliyle “IMF’nin istikrar tedbirleri” olarak bilinen bu “yapılması gerekenler”, yukarda da ifade ettiğimiz gibi, “sıkı para politikası”, “bütçe disiplini”, “kamu harcamalarının kısılması”, ücret ve maaşların “reel” ya da “nominal” olarak düşürülmesi gibi temel “önlemleri” kapsamaktadır. Tüm bunlar, açıktır ki, halk kitlelerinin yaşam koşullarının daha fazla kötüleşmesine, küçük ve orta sermayenin yaygın iflasına, yoksullaşmaya, işsizliğe vb. yol açacaktır. Ve yine belirttiğimiz gibi, sorun, geniş halk kitlelerinin, bu “istikrar tedbirleri”nin bu sonuçlarını bilerek, bunlara ne kadar boyun eğeceği ya da eğdirileceğidir.
İşte SYRİZA, eski dönek Marksistlerden feministlere, “yoksullar hareketi” yandaşlarından neo-liberal globalist aydınlara kadar kendilerini “yeni sol” olarak sunan herkesin ve her kesimin bir araya geldiği “Birleşik Toplumsal Hareket”, bu koşullar altında, Yunan halkına “istikrar tedbirleri”nin “acı ilacı”nı gönüllü olarak içmeye ikna etmekten başka seçeneğe sahip değildir.
Emperyalist sistem 1980 yılından günümüze kadar tam bir belirsizlik ve dalgalanma içinde ayakta durmaya çalışmaktadır. Emperyalist sistem, Sovyetler Birliği’nin dağıtılmışlığına, toprak olarak pazarların genişlemesine rağmen, nispi bir “istikrar” sağlayamamıştır. 1980’lerde Teatcher-Reagen ikilisinin “monetarist” politikalarını, 1990’larda Tony Blair-Bill Clinton-Gerhard Schröder üçlüsünün “üçüncü yol” adı verilen “neo-liberal sol” politikaları izlemişse de, hiçbiri kalıcı ve çözücü olamamıştır. Bugün Avrupa merkezli “borç krizi” koşullarında bir kez daha denenmiş olanları denemekten başka seçenekleri de yoktur.
Ya “klasik istikrar tedbirleri” uygulanacaktır, ki bu durumda eski “monetarist” politikalar gündeme gelecektir, ya da “neo-liberalizm”in “sol” versiyonu uygulanacaktır. Birincisi, “istikrar tedbirleri”nin uzlaşmaz bir biçimde uygulanması olurken, ikincisi, “yumuşak geçiş”le, “alıştıra alıştıra” “istikrar tedbirleri”ni geniş halk kitlelerinin kabul etmelerini sağlamaya çalışır.
Elbette birincisi için söylenmesi gereken “yeni” bir şey yoktur. Bu “klasik” politikalar “temsili demokrasi” görünümü içinde uygulanabileceği gibi, demokrasinin “bir süreliğine” askıya alındığı “teknokratlar hükümeti” aracılığıyla da uygulanabilmektedir. Bunlardan hangisinin gerçekleşeceği ise, doğrudan doğruya halk kitlelerinin tutumuna bağlıdır.
İkincisi ise, yani “neo-liberal sol” görünüm altında “istikrar tedbirleri”nin uygulanması, sözcüğün tam anlamıyla ekonomik kriz koşullarında sola yönelen ve bunun sonucu olarak sistem dışına çıkma dinamikleri taşıyan halk kitlelerinin tepkilerini pasifize etmeyi amaçlar. Tony Blair ya da Almanya’da G. Schröder olaylarında olduğu gibi, ilk dönemdeki “sol görünüm”, halk kitlelerinin tepkilerini önemli ölçüde pasifize edebilmektedir. Bu pasifikasyondan sonra, “neo-liberal sol”, ilk dönemde elde ettiği “sol” görünüme dayanarak klasik “istikrar tedbirleri”ni uygulamaya sokabilmektedir. Böylece “klasik sosyal-demokrasi” ile “neo-liberal sol” arasındaki her türlü sınır çizgisi ortadan kalkmaktadır.
Bugün Yunan halkının kaderi, “sosyal-demokrat” PASOK’un yerine “neo-liberal sol” SYRİZA’nın ikame edilmesiyle görüntüsel olarak ortaya çıkacak olan “yumuşak geçiş dönemi”ni kabul edip etmemeye bağlıdır.
[3*]
Kamuoyu yoklamalarına bakılırsa, “neo-liberal sol”un şansı çok yüksektir. Şüphesiz geçmişteki Almanya ve İngiltere deneyimlerinde “neo-liberal sol” belli ölçüde kitleleri pasifize etmekte ve sistemin yeniden restore edilmesinde etkin bir rol oynamıştır. Bu açıdan SYRİZA’nın “Yunanistan krizi”nin aşılmasında, diğer bir ifadeyle, geniş halk kitlelerinin tepkilerinin pasifize edilerek “istikrar tedbirleri”nin uygulanmasında başarılı olma olasılığı da yüksektir.
Öte yandan 6 Mayıs seçimlerinde “kırsal bölgelerde” Yeni Demokrasi Partisi’nin birinci parti olmasından yola çıkıldığında, “Yunanistan krizi”nin Yunan köylüsü tarafından “kentlerin sorunu” olarak görüldüğünü söylemek pek yanlış olmayacaktır. Bu kesimin AB üyeliğiyle birlikte AB’nin tarım fonlarından büyük ölçüde desteklendiği göz önüne alınırsa, böyle bir “algı”nın ortaya çıkmasına da şaşırmamak gerekir.
Tüm bu olgulara rağmen, 17 Haziran seçimlerinin bir “iktidar” ve bir “çözüm” ortaya çıkarmama olasılığı da büyüktür. Her ne kadar SYRİZA seçimlerden birinci parti olarak çıksa bile, tek başına hükümet kuramayacağı için, ya “koalisyon hükümeti” kurmak ya da yeniden “erken seçim”e gitmek seçeneğiyle karşı karşıya kalacaktır. SYRİZA’nın “neo-liberal solculuğu”, kaçınılmaz olarak “siyasi istikrar” adına uzlaşma aramaya yönelmesine yol açacaktır. Bu uzlaşma, bir yerden sonra “milli birlik hükümeti” türünden “geniş katılımlı koalisyon hükümeti” olmaktan da öteye geçemeyecektir.
Yine de sorun, SYRİZA’nın tüm uzlaşmacılığına rağmen AB’nin “istikrar tedbirleri”nin tam olarak uygulanamamasıdır. Bu durumda, “uygarlık projesi” olarak ilan edilen AB’nin, özellikle de Almanya’nın ne kadar “uygar” ve “demokratik” olduğu da “test” edilecektir.
Kapitalizmin iç dinamikle gelişmediği her ülkenin kaderi gibi, Yunanistan’ın da kaderi “dışa” bağlıdır. Bu “dış”, bugün AB bağlamında ifade ediliyor olsa da, asıl olarak Almanya’dır. Angela Merkel’in Yunanistan cumhurbaşkanına “AB referandumu” yapılması yönündeki baskısı da asıl patronun kim olduğunu göstermektedir.
Her yol ve yönteme rağmen, mevcut sistem içinde ve “temsili demokrasi” çerçevesinde “gerekli” çözümler işlemez hale geldiğinde ise, Yunanistan’ın tek seçeneği AB temelli bir “
coup d’etat”dan başka bir şey değildir. Bu “hükümet darbesi”nin nasıl olacağı, yani “modern” ya da “post-modern” bir darbe olup olmayacağı fazlaca önemli değildir. Kırsal nüfusun, AB yanlısı oluşu, sağcı ve gerici niteliğe sahip olması, böyle bir “hükümet darbesi” için kitlesel bir desteğin varlığını göstermektedir. Buna Yeni Demokrasi Partisi’nin geleneksel sağcı-muhafazakar niteliği, yükselen neo-nazi partinin varlığı, “milliyetçi” bir görüntü altında bir “hükümet darbesi”nin yapılabilmesinin zeminini oluşturmaktadır. Bunun yolu da, bir “seçenek” olarak ortaya çıkan “neo-liberal sol”un “seçenek” olmaktan çıkmasından geçmektedir.
Şüphesiz 1967 yılındaki “Albaylar Cuntası” türünden bir “hükümet darbesi” bugün için gündem konusu değildir. Bu açıdan biçimi sonradan oluşturulacak olan bir “post-modern darbe” Yunanistan krizinin belki de en önemli seçeneklerinden birisi olarak ortaya çıkmaktadır.
Burada şu soru sorulabilir: Peki devrim bir seçenek değil midir?
Devrim, her zaman ve her dönemde olduğu gibi Yunanistan halkı için gerçek tek seçenektir. Ancak devrimin nesnel koşulları ne kadar olgun olursa olsun, her durumda öznel koşulların varlığı şarttır. Bu da devrimci bir öncünün varlığını öngerektirir. Yunanistan KP’si (KKE) böyle bir öncülüğü yerine getirebilecek ideolojiye ve yapılanmaya sahip değildir. Bu nedenle, devrim seçeneği, bir taraftan KKE’nin revizyonist-oportünist gücünün kırılmasına, diğer yandan “neo-liberal sol”un “umut” olmaktan çıkmasına bağlıdır. Bu koşullarda, şüphesiz devrimci öncü de ortaya çıkacaktır. Yunanistan halkının bu konuda tarihsel deneyimine dayanacağı kesindir.
Dipnotlar
[1*] “Gerçekçi kur politikası”nın ya da devalüasyonun “Euro” nedeniyle ulusal ölçekte gerçekleştirilemeyeceği ileri sürülebilir. Bu tümüyle “Euro”ya ilişkin ‘efsane’lerden birisidir. Bugün Papandreu hükümeti ikili para sistemi kullanacağını açıklamıştır. Buna göre, ülke içinde Euro para birimi olarak kullanılmaya devam edilirken, dış ticarette, özellikle Balkan ülkeleriyle olan ticarette devalüe edilmiş Drahmi kullanılacaktır.
[2*] Yunanistan KP’sinin durumu böyle olmasına rağmen, bundan büyük “zafer” ve “başarı” çıkarmaya çalışanlar şüphesiz olmuştur. Kendilerini Yunanistan KP’sinin “kardeş partisi” olarak sunmaktan çok hoşlanan SİP-TKP’sinin seçim sonrasında Yunanistan KP’sine gönderdiği “mesaj”da şöyle denilmektedir: “Değerli yoldaşlar, ilkelerinden ve devrimci programından taviz vermeksizin oylarını artıran, burjuva siyasetine özgü fırsatçı bir tutumdan ısrarla kaçınarak Yunanistan işçi sınıfının öncü sınıf partisine yakışır bir politika izleyen KKE üyesi tüm yoldaşlarımızı kutluyoruz.”
[3*] Şüphesiz burada bir de “ekonomik-teknik” bir konu da gündemin ilk sıralarında yer almaktadır. Bu da, Yunanistan’ın “Euro bölgesi”nden çıkarak yeniden Drahmi’ye dönüp dönmeyeceğidir. Bu sadece “ekonomik-teknik” bir sorundur. Euro ülkelerinin böylesi ekonomik kriz koşullarında “istikrar tedbiri” olarak “para politikaları”na nasıl başvurup başvuramayacağı belirlenmiş ve saptanmış bir durum değildir. Dolayısıyla yapılacak her uygulama bir “deney”den öteye geçmeyecektir. AB’nin ne ölçüde pragmatist olabileceği de bu “deney”lerle ortaya çıkacaktır.