I. Cumhuriyet'ten II. Cumhuriyet'e
Feodal-Tacirlerin
Önlenemez Yükselişi
"Türkiye'nin şu anda bir şeye karar vermesi lazım, Türkiye Refah Partisi ile Adil Düzen'e geçecek, bu kesin şart. Geçiş dönemi yumuşak mı olacak, sert mi olacak, tatlı mı olacak, kanlı mı olacak? 60 milyon buna karar verecek. Biz diyoruz ki, bu geçişi tatlı yapalım, bu geçişi barış içinde, bu geçişi yumuşak yapalım." (Necmettin Erbakan'ın 13 Nisan 1994 tarihinde Refah Partisi Meclis Grubunda yaptığı konuşma.)
Bugün A. Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte, "I. Cumhuriyet"in, "kemalist cumhuriyet"in yıkılışından. "2. Cumhuriyet" döneminin başladığından, "I. Cumhuriyet"ten, yani laik cumhuriyetten "ılımlı islam cumhuriyeti"ne geçildiğinden söz ediliyor. Ve en çok tartışılan ve "merak" edilen ise, Erbakan'ın 1994 tarihinde söylediği gibi, "geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı? Tatlı mı olacak, kanlı mı olacak?"tır.
"Medya"nın "laik", ama "globalizm" yandaşı kozmopolit yazarlarına göre, geçiş sürecinin "sert mi, yumuşak mı; tatlı mı, kanlı mı" olacağını, tümüyle iktidara geçen kesimin, yani Tayyip Erdoğan ve şürekasının temsil ettiği şeriatçıların "uzlaşmacı" tutumu belirleyecektir.
Tayyip Erdoğan ve şürekasına göre ise, geçiş döneminin "sert mi, yumuşak mı; tatlı mı, kanlı mı" olacağını belirleyecek olan "eski egemen" laiklerin yeni düzene ne kadar direnecekleridir.
Bu nedenle, "medya" A. Gül'ün her kesimi kapsayan, uzlaşmacı ve dengeli bir tutum izlemesi gerektiği yönünde yayın yaparken, şeriatçı kesim "laik-kemalistler"in "halkın tercihine" boyun eğmeleri çağrısı yapmaktadır.
Geçiş döneminin nasıl olacağına ilişkin tartışmaların ortak noktası ise, bir dönemin ("I. Cumhuriyet") sona erdiği ve yeni bir dönemin ("2. Cumhuriyet" ya da "ılımlı islam cumhuriyeti") başladığıdır. Bu da, 84 yıllık cumhuriyet düzeninin yasamadan yürütmeye, yargıdan toplumsal yaşama kadar her alanda topyekün değişimi anlamına gelmektedir.
"Laik-ulusalcı" bakış açısından ise, bu değişim "karşı-devrim" niteliğindedir. Yine de bir "devrim"dir, yani siyasal sistemin altüst oluşudur. Bu yüzden onlar için sorun, "karşı-devrim"in "barışçıl", yani "kansız" ve "tatlı" gerçekleşip gerçekleşmemesi değil, bu "karşı-devrim"in nasıl önleneceği ve bertaraf edileceğidir. Doğal olarak "laik-ulusalcı" için de sorun, Erbakan'ın ortaya koyduğu gibidir: "Sert mi olacak, yumuşak mı? Tatlı mı olacak, kanlı mı olacak?"
Tüm bu "devrim/karşı-devrim", "laiklik/şeriatçılık" eksenindeki tartışma ve mücadelelerde esamesi okunmayan "marjinalleştirilmiş" legalist ve legalize sol ise, kararsızdır. Kararsız olduklarından, bugün için gelişmelere ilişkin "ezber bozan" hiçbir şey söylememeye çalışmaktadırlar. Oysa içinde yaşanılan siyasal durumu doğru kavrayabilmek için, öncelikle bazı "ezber"leri, özel olarak da devrim sözcüğünün ifade ettiği toplumsal altüst oluşlara ilişkin "ezber"leri yeniden anımsamak gerekmektedir.
"Ezber Bozmayan"
Tarihsel Gerçekler
İnsanlık tarihinin en temel gerçeklerinden birisi, toplumların ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist toplum biçimlerine dönüşerek geliştiğidir. Ancak bu gelişim sürecinde, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan hiçbir toplumsal düzenin (köleci, feodal ya da kapitalist) kendi kendine dağılıp, bir diğer toplum biçimine kendiliğinden dönüşmediği de bir başka tarihsel gerçektir.
Her toplumsal düzen, dayandığı üretim ilişkilerine bağlı olarak sınıflardan oluşur. Bu üretim ilişkilerinde egemen olan sınıf, aynı zamanda toplumsal düzenin egemen sınıfıdır.
Hiçbir egemen sınıf, kendiliğinden ve gönüllü olarak egemenliğinden vazgeçmez, egemenliği bir başka sınıfa devretmez. Her durumda ve her tarihsel koşulda, egemen sınıfın egemenliğinin bir başka sınıf tarafından ortadan kaldırılması gerekir ve bu da toplumsal bir altüst oluşa yol açar. Bu altüst oluş, egemen sınıfın varlığını ve çıkarlarını ifade eden toplumsal düzenin topyekün yıkılması, yerine yeni bir toplumsal düzenin geçmesi demektir. Bu da, toplumsal devrimdir.
Bu tarihsel dönüşümlerde (toplumsal devrimler), her zaman zor (şiddet), yeni topluma gebe olan eski toplumun ebesi olmuştur.[1]
Zor (şiddet) ise, herkesin bildiği gibi, örgütlü zordur, silahlı güçlerdir, ordudur, donanmadır, uçaktır, tanktır.
Tarih, köleci toplumdan feodal topluma, feodal toplumdan kapitalist topluma ve nihayetinde kapitalist toplumdan sosyalist topluma geçişlerde, her zaman ve her koşulda toplumsal devrimlere sahne olurken, aynı zamanda mevcut toplumsal düzeni zorla yıkmaya yönelik toplumsal eylemlere de sahne olmuştur. Bu toplumsal eylemler de, her zaman ve her koşulda, egemen sınıfların iktidarına karşı alttaki sınıfların siyasal mücadelesidir.
İşte bu yüzden, "tarih, yazılı tarih", diye yazar Komünist Manifesto, "sınıf mücadelelerinin tarihidir". Bu nedenle, bir tarihsel dönem, o tarihsel dönemdeki sınıf ilişkileri tahlil edilmeksizin doğru olarak kavranamaz.
Üretim araçlarının özel mülkiyeti düzeninde, bir toplumsal düzenin egemen sınıfının yerine geçecek olan her sınıfın, öncelikle ekonomik yapıda egemen sınıf haline gelmiş olması şarttır. Ekonomide, yani üretim ilişkilerinde belirleyici ve egemen olan sınıf, er ya da geç toplumsal düzenin egemen sınıfı haline gelir. Dolayısıyla toplumsal dönüşüm süreçlerinin doğru olarak kavranabilmesi için, sınıf mücadeleleri kadar, bu mücadelede yer alan sınıfların ekonomideki yerleri ve konumları da tahlil edilmek zorundadır.
"Mahalli Mütegallibe, Toprak Ağaları ve Tefeci-Bezirgan" Kesiminin
Gelişimi ve Tasfiyesi
Bugün solda yer alan herkesin "ezbere" bildiği şey, Türkiye ekonomisinin dışa, emperyalizme bağımlı olduğudur. Dolayısıyla dışa bağımlı bir ülkede egemen olan üretim ilişkisi de, bu bağımlılığa göre şekillenmiştir. Kendi dilimiz ve terminolojimizle ifade edersek, dışa bağımlı çarpık bir kapitalizm egemendir.
Bu "ezber", ülkemiz solunda feodalizmin tasfiye edildiğini, "demokratik devrimin tamamlandığını" iddia edenler ile demokratik devrimin tamamlanmadığını söyleyenlerin istisnai olarak paylaştıkları ortak noktadır.
Ülkede egemen olan kapitalizm dışa bağımlı olduğu için çarpıktır, klasik kapitalizmden farklıdır. Bu yüzden feodalizmden kapitalizme geçiş süreci, dışa bağımlılık tarafından belirlenmiş bir özelliğe sahiptir.
Bir diğer "ezber", baştan emperyalizmle bütünleşmiş işbirlikçi burjuvazinin, ilk dönemde siyasal yönetimi feodal sınıflarla, yani "mahalli mütegallibe, toprak ağaları ve tefeci-bezirgan" kesimleriyle paylaştığıdır.[2]
1950 yılında iktidara gelen Menderes hükümeti, işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile "mahalli mütegallibe, toprak ağaları ve tefeci-bezirgan" kesiminin ortak hükümeti olmuştur.[3]
Menderes döneminde uygulanan ekonomi politikalarla, bir yandan işbirlikçi-tekelci burjuvazinin (dolayısıyla emperyalizmin) çıkarlarına uygun olarak ithalat liberalize edilirken, diğer yandan tarım politikalarıyla toprak ağaları ve tefeci-bezirgan kesiminin çıkarları azamileştirilmiştir.
Herkesin "ezber"den bildiği gibi, işbirlikçi-tekelci burjuvazi, emperyalizmin temel müttefiki olarak giderek güçlenmiş ve ekonomik yaşamda egemenliğini kurmuştur. Böylece ülke ekonomisi, neredeyse Koç, Sabancı vb. birkaç işbirlikçi-tekelci burjuvanın belirleyici olduğu bir yapıya dönüşmüştür.
Bu "ezber"in diğer unsuru, yani "mahalli mütegallibe, toprak ağaları ve tefeci-bezirgan" kesimi ise, aynı dönemde çıkarlarını azamileştirmeye çalışmıştır. Ve 2007 Türkiyesinin sorunu, bu gelişmeyle belirlenmiştir.
Menderes döneminde, "mahalli mütegallibe, toprak ağaları ve tefeci-bezirgan" kesimi, tıpkı işbirlikçi-tekelci burjuvazi gibi gelişmiş ve güçlenmiştir. Ancak bu kesimlerin gelişmesi ve güçlenmesi, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin gücünü ve gelişimini de sınırlamıştır. Her ittifak ilişkisinde olduğu gibi, işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile bu feodal kesimlerin ittifakı da bir "uzlaşma"ya dayanır. Her "uzlaşma" gibi, taraflar kendi öz çıkarlarından belli ölçülerde "feragat" ederler. Eğer müttefiklerin paylaşacaklarının sayısı fazla ve çoksa, "feragat", gelişmenin ortaya çıkardığı fazlalığın paylaşılması demektir. Menderes dönemindeki ekonomik gelişme, işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile feodal kesimlerin yeni pazarlar ve çıkarlar sağlamalarına olanak tanıdığı ölçüde "uzlaşma"nın oluşmasına ve sürmesine olanak sağlamıştır.
Dışa bağımlı ekonomilerin şiddetli bir biçimde yaşamak durumunda oldukları emperyalist sistemin ekonomik krizleri 1958 krizine yol açmış ve 1958 ekonomik krizi işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile feodal kesimlerin ittifakında ilk büyük kırılmaya neden olmuştur.
1958 krizi, dış ödemeler dengesi açığının (bugünün söylemiyle "cari açık") kapatılamaması, dış borçların ödenemez hale gelmesinin bir ürünüdür. Ödemeler dengesi açığı ise, asıl olarak işbirlikçi-tekelci burjuvazinin çıkarlarını ifade eden artan ithalattan kaynaklanmıştır. 4 Ağustos 1958'de ödemeler dengesi açığını kapatmak için IMF talimatıyla devalüasyon yapılmış, dolar 2,80 TL'den 9,20 TL'ye yükselmiştir.
1958 devalüasyonu işbirlikçi-tekelci burjuvazinin artan ithalatının bir ürünü olurken, aynı zamanda fiyatların yükselmesine yol açmıştır. Bu da en fazla tarım kesiminde egemen olan feodaller ile geleneksel malların ticaretini yapan Anadolu tüccarını etkilemiştir.
Her ekonomik kriz, bazı kesimleri tasfiye ederken, bazı kesimleri daha da güçlendirir. 1958 krizi de benzer sonuçlar üretmiş, bir yandan işbirlikçi-tekelci burjuvaziyi daha da güçlendirirken, diğer yandan feodal kesimlerin bir bölümünü tasfiye etmiştir. Bu tasfiye ve güçlenme ilişkisi özellikle Anadolu tüccar kesimi arasında çok daha belirgin olmuştur.
Menderes döneminde fazlaca önemsenmeyen bir olgu ise, 1950-58 döneminde tefeci-bezirgan kesiminin bir bölümünün artan gelirlerini sermayeleştirmeye yönelmeleridir. 1956 yılında kurulan Gümüş Motor bu sermayeleştirmenin en önemli örneğidir. "Faizsiz bankacılık"ın ilk girişimi olan Gümüş Motor, feodal kesimlerin artan gelirlerini sermayeleştirmeye yönelmelerinin, tarımdan sanayiye geçişlerinin bir simgesidir.[4]
Ancak 1958 devalüasyonu Gümüş Motor'un iflas etmesiyle sonuçlanmıştır.
Her ne kadar Gümüş Motor 1958 kriziyle iflas etmişse de, Erbakan'ın "milli sanayi"sinin bu girişimi, tefeci-bezirgan sermayesinin, işbirlikçi-tekelci sanayi burjuvazisinin yanında iç pazarda kendine yer açma çabasının tarihsel bir başlangıcını oluşturur. Aynı zamanda bu kesimlerin işbirlikçi-tekelci burjuvazi ve IMF karşıtlığının da başlangıcıdır.
1958 krizi egemen sınıflar arasında çıkar çatışmasını sertleştirmiştir. Bu da giderek ayrışmalara ve işbirlikçi tekelci burjuvazi ile mahalli mütegallibe, toprak ağaları ve tefeci bezirgan ittifakının bozulmasına yol açmıştır.
Egemen sınıflar arasında ortaya çıkan bu ayrışma siyasal alana yansımış, Menderes hükümeti giderek ülkeyi yönetemez hale gelmiştir. 1958-60 arasında Menderes hükümetini kararsızlığa, birbirine taban tabana zıt siyasal kararlar almaya iten temel neden de bu ayrışmalar olmuştur.
Bu ortamda 27 Mayıs 1960 aşağıdan yukarı askeri darbesi gerçekleşmiştir.
27 Mayıs darbesiyle Menderes hükümeti düşürülmüş, "asker-sivil aydın zümre"ye dayanan "bürokrat-reformist burjuvazi" yeniden iktidara gelmiştir. Kısa süren bu iktidar döneminde, bir yandan feodal kesimler (mahalli mütegallibe, toprak ağaları ve tefeci-bezirgan) tasfiye edilmeye çalışılmış, diğer yandan "asker-sivil aydın zümre"nin (küçük-burjuvazinin) siyasal iktidardaki gücü artırılmaya çalışılmıştır. 61 Anayasasıyla bazı demokratik hak ve özgürlükler genişletilmiş, nispi demokratik ortam oluşmuşsa da, ekonomik yapıya dokunulmamış, dışa bağımlı kapitalist gelişme sürdürülmüştür.
27 Mayıs döneminde feodal kesimlere yönelik tasfiye hareketi, bu döneme kadar iktidarı (dolayısıyla kârını) bu kesimlerle paylaşmak zorunda kalan işbirlikçi tekelci burjuvazinin gücünü daha da artırmıştır.
27 Mayıs aşağıdan yukarı askeri darbesiyle iktidara gelen kesimlerin (bürokrat burjuvazi ve küçük-burjuvazi) tüm varlıkları kamu harcamalarına ve kamu yatırımlarına bağımlı olduğundan, altyapıda (emperyalist üretim ilişkileri) etkin değillerdir. Dolayısıyla ekonomik temelleri zayıf olduğundan kitle desteği sınırlı kalmış ve nispi demokratik ortam içinde 1965 seçimlerinde iktidarı kaybetmişlerdir.
27 Mayıs dönemi çok kısa sürmüş olmasına rağmen, bu dönemde feodal kesimlere yönelik tasfiye hareketi "kemalist"ler ile feodal kesimler arasında tam bir savaş ilanına yol açmıştır. 27 Mayıs'ın "laik anayasası" bu savaşın en önemli aracı olarak ortaya çıkmış ve günümüze kadar sürüp giden laiklik/şeriatçılık tartışmasında safların belirginleşmesine neden olmuştur. Aralık 1960'da çıkartılan 193 sayılı yasayla tarımın vergilendirilmesine kalkışılmasıyla da köylülük "laik"lik karşıtı saflara geçmiştir.
Diğer taraftan, gerek "feodalizme karşı mücadele" gerekçesiyle, gerekse "bölücü ve yıkıcı faaliyetler" gerekçesiyle 55 Kürt toprak ağasının Batı'ya sürülmesi ve 485 KDP'li kürt eşrafının tutuklanması da "kemalist"ler ile kürtler arasındaki çelişkinin sertleşmesine ve uzlaşmaz hale gelmesine neden olmuştur..
27 Mayısla birlikte küçük-burjuvazi laiklik ve ulusal birlik (üniter devlet) konularını ne kadar öne çıkarmışsa, o kadar karşı saflaşmaya yol açmıştır. Bunlar da 27 Mayısın, günümüze bıraktığı siyasal mirastır.
İşbirlikçi tekelci burjuvazinin henüz yeterince güçlenmediği, palazlanma aşamasında olduğu bu dönemde, DP'nin yerine oluşturulan AP'nin 1965 seçimlerinde %52,9 oyla 450 kişilik mecliste 240 milletvekilliği kazanması, tüm sömürücü sınıfların ittifakının yeni bir zaferi olmuştur.
Bu ittifak, yani emperyalizmin yeni-sömürgecilik uygulamalarıyla gelişen ve güçlenen işbirlikçi tekelci burjuvazi ile feodal üretim ilişkilerinin[5] geleneksel sınıflarının (mahalli mütegallibe, toprak ağaları, tefeci-bezirganlar) ittifakı, birbirine taban tabana zıt çıkarların birliğidir. Küçük ve kapalı üretim birimlerine dayanan ve buralardan beslenen feodal egemen sınıfların çıkarı ile bu kapalı üretim birimlerini yıkarak pazar için üretimi geliştirmek ve yaygınlaştırmak durumunda olan işbirlikçi tekelci burjuvazinin (ve emperyalizmin) çıkarı birbiriyle çatışır. Dolayısıyla işbirlikçi tekelci burjuvazinin güçlenmesine paralel olarak bu ittifak parçalanmak durumundadır.
Başını Erbakan'ın çektiği, DPT'de toplanan "takunyalılar"ın içsel muhalefeti, sömürücü sınıflar arasındaki ittifakın parçalanmasının başlangıcını oluşturmuştur.
1965-1969 yılları arasında TOBB'da Sanayi Odası Başkanlığı, Genel Sekreterlik ve Yönetim Kurulu Başkanlığı yapan Erbakan'ın 25 Mayıs 1969'da TOBB başkanı seçilmesi ve 8 Ağustos 1969'da Demirel hükümetinin müdahalesiyle (polis zoruyla) TOBB'dan çıkartılması sömürücü sınıflar ittifakının sonunu getirmiştir.
Bu ayrışma, 12 Ekim 1969 genel seçiminde Erbakan'ın AP'den aday olmasının engellenmesi, ardından Konya'dan bağımsız milletvekili seçilmesi ve 26 Ocak 1970'de Milli Nizam Partisi'ni (MNP) kurmasıyla netleşmiştir.
18 Aralık 1970'de Demirel hükümetinin bütçesine red oyu veren ve başını Ferruh Bozbeyli'nin çektiği "41'ler" hareketi, sömürücü sınıflar ittifakındaki yeni bir parçalanmanın siyasal yansısı olmuştur.
1971 yılına girildiğinde, "sağ" ("merkez sağ"), MNP, DP ve AP olmak üzere üç parçaya ayrışırken, toplumsal muhalefet ve devrimci mücadele yükselmeye başlamıştır. Ve bu ortamda oligarşinin 12 Mart darbesi gelmiştir.
Erbakan'ın MNP, sınıfsal olarak küçük ve orta sermaye kesimlerinin[6] politik sözcüsü durumundadır. Bir diğer deyişle, Anadolu esnaf-zanaatkâr sermayesi ile tefeci-bezirgan (tüccar) sermayesinin temsilcisi durumundadır. Emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemleriyle gelişen işbirlikçi tekelci burjuvazinin gücü karşısında sürekli gerileyen ve politik gücünü yitiren bu sermaye kesimlerinin temsilcisi olduğundan, aynı zamanda emperyalizmin yeni-sömürgeciliğine karşıdır. Bu karşı oluş, temsil ettiği orta sermaye kesiminin gelişememesi ve tekelleşememesinden kaynaklanmaktadır. Bu durumun en büyük sorumlusu olarak, ekonomik ve politik olarak işbirlikçi tekelci burjuvaziyi ve onun destekçisi durumunda olduğunu düşündüğü emperyalist tekelleri gördüğünden "milli" bir söylem geliştirmiştir ("Milli Görüş").
Ancak yeni-sömürgecilik yöntemleriyle meydana gelen pazar genişlemesi, MNP'nin siyasal sözcülüğünü yaptığı kesimler açısından çelişik bir durum ortaya çıkarmıştır.
Genişleyen pazar olanakları, özellikle orta sermaye kesimlerinin lehine sonuçlar ortaya çıkarırken, diğer yandan Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi ile tefeci-tüccar sermayesinin büyük bir bölümü için tasfiye tehlikesi ortaya çıkarmıştır.
Orta sermaye kesimleri, kredi ve devlet olanaklarının (KİT'ler) işbirlikçi tekelci burjuvazi tarafından kullanılmasına karşıdır. Bu nedenle "adil düzen" yanlısıdırlar. Onların "adil düzen"den istedikleri, kendilerinin gelişmesini ve tekelleşmesini engelleyen koşulların ortadan kaldırılmasıdır. Bu nedenle, işbirlikçi tekelci burjuvazinin varlığına karşı olmaktan daha çok, bu kesimin içine alınmamış olmaktan dolayı tepki duymaktadırlar. Ulusal ve uluslararası yahudi sermayesini de bunun sorumlusu olarak görürler. Bu yüzden, yahudi sermayesinin daha az etkin olduğunu düşündükleri emperyalist ülkelerle (özellikle Almanya) ilişkilerin geliştirilmesinden yana olmuşlardır.
Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi ile tefeci-tüccar sermayesi ise, gerek iç pazarın genişlemesiyle değişen tüketim alışkanlıkları, gerekse işbirlikçi tekelci burjuvazinin kendi dağıtım ağını kurması nedeniyle giderek artan tasfiye sürecinin durdurulmasını talep etmişlerdir. Bu yüzden "çarşı esnafı" olarak, her türden yeni tüketim mallarının ithalatına ve üretimine karşıdırlar. Özellikle konfeksiyon (hazır giyim) ürünlerinin iç pazarda artan tüketimi karşısında çaresiz kalan Anadolu tüccarlar ve terziler, MNP'nin "dini" söyleminin en bağnaz destekçileri olmuşlardır.
Geleneksel tüketim malları satıcısı durumunda olan "çarşı esnafı", yeni tüketim mallarının[7] "marketler"de satışıyla pazar yitirmeye başlamış, işbirlikçi tekelci burjuvazinin yeni tüketim mallarının dağıtımı ve ticaretinin ortaya çıkardığı yeni tüccar ve "marketçi" ilişkisi dışına itilmiştir. Dolayısıyla deterjandan televizyona kadar her türden yeni tüketim malının üretimi ve satışına karşıdırlar. Bu yönüyle "modernizasyon"un karşısında bir konumda yer almışlardır.
Aynı kesimlerin gelişen emperyalist üretim ilişkilerinin içinde yer almak ("eklemlenmek") isteyen bölümü ise Ferruh Bozbeyli'nin DP'si etrafında toplanmıştır. Özellikle Anadolu ticaret burjuvazisi (orta ve büyük toptancı tüccarlar) işbirlikçi tekelci burjuvazinin kendi dağıtım ağını kurarak, kendileri dışında yeni bir ticaret burjuvazisi yaratmasına karşıdırlar. İşbirlikçi tekelci burjuvaziden talep ettikleri, büyük kentler dışındaki ticaretin kendilerine bırakılmasıdır.
Böylece, 12 Mart'a gelindiğinde, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve ona bağımlı olan küçük ve orta sermaye kesimleri dışında kalan tüm ticaret ve sanayi sermayesi, bir bütün olarak muhalefete geçmiştir.
Oligarşinin 12 Mart darbesi, bir yandan ülkede gelişen devrimci mücadeleyi durdurmayı, diğer yandan kapitalizm öncesi sınıf ve zümrelerin denetim ve disiplin altına alınmasını, yani sömürüyü disipline etmeyi amaçlamıştır. I. Erim hükümeti ile gündeme getirilen "reformlar", ağırlıklı olarak bu sömürücü sınıf ve zümrelere yönelik olmuştur. Bu açıdan 12 Mart darbesi, "ilerici, Atatürkçü, reformist" görünüm altında küçük-burjuva aydınlarının desteğini alarak bu sömürücü kesimleri denetim ve disiplin altına almaya yönelmiştir. Ancak silahlı devrimci mücadele karşısında bunları gerçekleştirememiştir.[8]
Özetlersek, gerek Menderes hükümeti, gerek 1965-71 Demirel hükümeti (ve 1984-89 Özal hükümeti), işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile feodal ve yarı-feodal kesimler arasındaki "uzlaşma"nın (ittifakın) hükümetleri olmuşlardır. Uygulanan ekonomi politikalar da "uzlaşma" çerçevesinde, bir yandan işbirlikçi-tekelci burjuvazinin güçlenmesine yol açarken, diğer yandan feodal kesimlerin bir bölümünün, özel olarak da tefeci-bezirgan sermayesinin gelişmesine yol açmıştır. Her dönem bu "uzlaşma"nın sona ermesine yol açan bir ekonomik krizle son bulmuştur.
Bu süreçte feodal sınıflar her ne kadar sürekli tasfiye olmuşlarsa da, her tasfiye sonrasında feodal kesimlerin en irileri, en büyükleri ayakta kalmıştır. Giderek toprak ağaları ve tefeci-bezirganların en büyükleri ile işbirlikçi-tekelci burjuvazinin "uzlaşması" gündeme gelmiştir.
Bu döneme ilişkin yapılan tüm tahlillerde önemsenmeyen gelişme, (10 Ağustos devalüasyonu arifesinde) 20 Ocak 1970'de Erbakan'ın başını çektiği siyasal hareketin MNP adıyla partileşmesidir. Kimilerinin ifadesiyle "siyasal islam", tefeci-bezirgan kesiminin tasfiye sürecinde iç pazarda büyüyen ve merkezileşen, böylece sanayi ve ticaret sermayesi haline gelen bölümünün ("yeşil sermaye") siyasal temsilcisi haline gelmiştir.
Kimi ekonomistlerin, feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde feodal sınıfların kapitalizme "eklemlenmesi" olarak açıklamaya çalıştıkları, kimi ekonomistlerin "calvinizm" olarak sundukları "zihniyet değişimi", 1950 sonrasında işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile feodal sınıflar arasındaki "uzlaşma"nın ürünü olan ekonomi politikalarla bazı feodal kesimlerin güçlenmesinin ürünüdür.
Tefeci sermaye "faizsiz bankacılık" yönünde evrilirken, bezirgan kesimi Anadolu tüccarı olarak geleneksel tarım ürünleri ticaretinde egemenliğini sürdürmüştür. Dönem dönem artan gelirlerini sermayeleştirmeye yönelmişlerdir. Ancak her dönemin sonunda patlak veren ekonomik krizler sonrasında uygulanan IMF'nin "istikrar tedbirleri", bu kesimlerin hareketini kesintiye uğratmış ve büyük bir bölümünün tasfiyesine neden olmuştur.
Siyasal olarak Erbakan hareketinde temsil edilen kesimlerin bu inişli-çıkışlı gelişimi, ülkede dış dinamikle gelişen kapitalizmin çarpıklığının da bir ifadesidir.
Gelişen kapitalist ilişkiler içinde kapalı/feodal ekonomik birimler artan oranda pazar ilişkileri içine girerken, aynı zamanda işbirlikçi-tekelci burjuvazinin "marjinal sektör" hale getirdiği, köy ve kasabalarda tüketilen geleneksel mallar üretimi de pazar ilişkilerine açılmıştır.
1980 sonrasında giderek hızlanan bir süreçte, geleneksel mallar ticareti yapan bakkallar marketleşirken, aynı zamanda bu malların toptancı-tüccarı da büyümüştür. İşbirlikçi-tekelci burjuvazinin "ilgi alanları"nın dışında kalan, kâr oranı çok düşük bu "sektörler" giderek toptancı-tüccar ve tefeci sermayenin yatırım alanları haline gelmiştir. Özellikle tarım ürünleri perakende ticaretinde ve gıda sektöründe bu kesimlerin egemenliği giderek artmıştır. Ülker Holding bu sürecin ve gelişmenin en tipik örneğidir.[9]
Tefeci-Bezirgan Sermayesinin
Ticaret Sermayesine Dönüşümü
ve Gelişimi
Herhangi bir Anadolu kasabasına bakarak 1950'den günümüze kadarki süreçte tefeci-bezirgan sermayesinin ("yeşil sermaye") inişli-çıkışlı evrimi kolayca izlenebilir.
"Ezber"den söylersek, 1950 yılından itibaren emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemleriyle kapitalizm yukardan aşağıya geliştirilmiştir. Bu gelişimle birlikte, yabancı nakit sermaye oranının yerli nakit sermayeye oranla çok az olduğu fakat mutlak dışa bağımlı birçok sanayi kuruluşu (örneğin oto sanayi) kurulmuş ve bunlara bağımlı olmaya mahkum hafif ve orta sanayi oluşmuştur.
Ancak dışa bağımlı bu temel sanayi ve ona bağımlı hafif ve orta sanayi her ne kadar pazara egemen olmuşsa da, çarpık gelişim bazı "sektörleri" dışta bırakmıştır. Örneğin kullanılmış otomobil ticareti ve otomobil tamirciliği gibi. Böylece "organize sanayi bölgeleri" ile "küçük sanayi bölgeleri", KOBİ'ler denilen sektörler işbirlikçi-tekelci burjuvazinin dışında bir olgu haline gelmiştir. Ekonomik durumun iyi olduğu dönemlerde otomobil firmasının (Renault, Fiat vb.) "servis"inde otomobilinin bakımını ve tamirini yaptıran "orta halli vatandaş", durumun kötüleşmesiyle birlikte "küçük sanayi bölgesi"ndeki "kaportacı"ların müşterisi haline gelmiştir. Doğal olarak genişleyen iş hacmi karşısında "küçük sanayi bölgesi"nde yeni yatırımlar gündeme gelmiş ve yeni yatırımlar ise, yeni sermaye ve "finansman" kaynağı gerektirmiştir. İşte tefeci-bezirgan sermayesi bu yolla "küçük sanayi bölgeleri"ne girmiştir.
Diğer yandan artan nüfus, genişleyen pazar ilişkileri ve yoksulluk, geleneksel mallara olan talebi artırmıştır. Bir yandan köylülüğün tasfiyesiyle bazı geleneksel mallara olan talep azalırken, kentlere göçle birlikte bazı geleneksel mallara olan talep artmıştır. Bu süreçte, kendi ürünlerini doğrudan kasaba pazarında satan köylünün yerini, ürününü tarlada tüccara satan köylü almış ve tüccar bu ürünleri kasaba sınırlarının dışında pazarlamaya başlamıştır. Tüccarın pazarları büyüdükçe, kendisine doğrudan ürün veren köylülerin sayısı da artmıştır. Böylece tarımsal ürünler ticareti büyümüş ve büyüme pazara yeni tüccarların çıkmasına yol açmıştır.
Böylece işbirlikçi-tekelci burjuvazinin mallarını (ve ithal malları) Anadolu'da pazarlayan toptancı tüccarın karşısına geleneksel tarım ürünlerini pazarlayan toptancı tüccar çıkmıştır. Örneğin peynir, makarna, yağ gibi gıda ürünleri İstanbul Ticaret Odası kayıtlı toptancı tüccar tarafından bakkallara pazarlanırken, mercimek, nohut vb. bakliyat diğer toptancı tüccar tarafından pazarlanmıştır. Giderek kentlere göçün artmasıyla genişleyen pazar bakkalları marketleştirirken, aynı zamanda bu tüccarların daha da büyümesine yol açmıştır. Geleneksel tarım ürünlerini "kendi pazarında" pazarlayan toptancı tüccar, süreç içinde diğer tüccarın ürünlerini "iç üretim"den karşılamaya başlamıştır. Bu da, bir yandan pazardaki güç ilişkisini değiştirirken, diğer yandan Anadolu kasabalarında "imalathaneler"in ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Kentlere göç eden, ama "kentlileşemeyen" kesimlerin geleneksel yaşam tarzları ve beslenme özellikleri, giderek Anadolu kasabalarıyla sınırlı geleneksel tarım ürünleri perakende ticaretinin büyük kentlere doğru yayılmasına ve genişlemesine yol açmıştır. Dün İstanbul'dan Anadolu'ya taşınan gıda ürünleri, şimdi Anadolu kasabalarından İstanbul'a gönderilmeye başlanmıştır. Bu da taşımacılık sektöründe aynı yönde değişime yol açmıştır. Artık İstanbul "kökenli" nakliyat ambarları ("lojistik şirketleri") yanında İstanbul'a mal taşıyan nakliyat ambarları ortaya çıkmıştır. Günlük dille ifade edersek, bir zamanların İstanbul kökenli kamyoncuları, giderek Anadolu kamyoncularına yerlerini terk etmeye başlamıştır.
Yine "ezber"den söylersek, tekelci ticaret burjuvazisinin yanında Anadolu tüccarı gelişimini sürdürmüştür.
Bu gelişime paralel olarak nakliyat araçlarının kapasiteleri ve sayıları hızla artmış, tekelci ticaret burjuvazisinin araçları TIR'lara dönüşürken, Anadolu tüccarının araçları on-onbeş tonluk kamyonlar haline gelmiştir. Artan ticarete paralel olarak nakliyat araçlarına olan talep artmış, işbirlikçi sanayi burjuvazisi otomobil üretiminden kamyon üretimine geçmiştir. Artan ticaret, artan kamyon üretimi ve artan kamyon talebi giderek "kredi"ye olan talebi artırmış, bankalara olan borçlar büyümüştür. Her durumda kamyoncu, tüccara bağımlı hale gelir. Bu da giderek siyasal ilişkilere yansımaya başlar. Artık Anadolu kamyoncusu, Anadolu tüccarının siyasal tercihine uygun davranmak zorundadır.
Bu süreçte ithalatın serbestleştirilmesiyle Anadolu tüccarının nakliye araçları Kore, Tayvan, Malezya, Endonezya gibi ülkelerden ithal edilmeye başlanmıştır.
Benzer bir gelişme ambalaj sektöründe de ortaya çıkmıştır.
İşbirlikçi ticaret burjuvazisi dışardan ithal ettiği ambalaj makinalarını Anadolu'da pazarlarken, aynı zamanda Anadolu tüccarının kentlere yönelik mal ticaretini daha da artırmıştır. Bir süre sonra, bu makinelerin bakım ve onarımı yeni bir "küçük sanayi" ortaya çıkarırken, diğer yandan ithalatın serbestleştirilmesiyle başka ülkelerden yeni makinelerin ithal edilmesi gündeme gelmiştir. Giderek "yerli üretim" ortaya çıkmıştır.
Ambalaj makinalarının kullanımındaki artışla birlikte, Anadolu tüccarının pazarı daha da genişlemiştir. Nasıl ki tefeci-bezirgan sermayesi işbirlikçi tekelci burjuvazinin iç pazarda "boş" bıraktığı alanlarda gelişmişse, uluslararası tekellerin boş bıraktığı alanlarda da "ihracat" olanakları ortaya çıkmıştır. Arap ülkelerine yönelik gıda ürünleri ticareti Anadolu tüccarının pazarlarının genişlemesinde önemli bir rol oynamıştır. Arap ülkelerinin "faizsiz bankaları"nın (Faisal Finans, Al Baraka Türk vb.) Anadolu tüccarına verdiği kredilerdeki artışa paralel olarak Arap ülkeleriyle olan ticaret genişlemiştir.[10]
Bu süreçte, bakkallar marketleşmiş, marketler süpermarketlere dönüşmüştür. Anadolu tüccarının bu "dağıtım şebekesi" üzerindeki egemenliği, ithal malların pazarlanmasında da onun etkin bir güç haline gelmesine yol açmıştır. Kaçınılmaz olarak ithal mallar Anadolu tüccarı aracılığıyla pazarlanmaya başlanmıştır. Bu da işbirlikçi tekelci burjuvaziyi Anadolu tüccarı ile ekonomik temelde "uzlaşma"ya zorlamıştır.
Yine "ezber"den söylersek, ülke "üretmeden tüketen" bir ülke haline dönüşmüştür. "Üretmeden tüketmek" ise, sözcüğün tam anlamıyla ticaretin başat hale gelmesi demektir. Bu da ticari sermayenin (tüccarın) gücünün artmasıdır. Böylece artan ticaret, tüccarı güçlendirirken, aynı zamanda tüccar zihniyetinin egemen zihniyet haline gelmesine yol açmıştır.
Tüccar zihniyeti ise, ticaretin niteliğinden kaynaklanan, daha pahalıya satmak için satınalmadan türer. Doğal olarak ticaret ile spekülasyon el ele gider.
Esnaf diliyle söylersek, tüccar zihniyeti, ucuza alıp pahalıya satmaktır. Dolayısıyla hem üreticinin, hem tüketicinin dolandırılmasıdır. Bir tüccar için önemli olan, bir malın nerede üretildiği ve değerinin ne olduğu değil, ucuz ve daha ucuz olup olmamasıdır. Eğer ulusal sınırlar tüccarın ucuz ve daha ucuz malları satın almasına engel olursa, o, hızlı uluslarüstü kılığa bürünür, kozmopolitizmin bayraktarlığını yapar. Eğer ucuza aldığı malı pahalıya sattığı pazarı elde tutmak için ulusal sınırlara ihtiyaç duyarsa, hiç tereddütsüz en hızlı ulusalcı haline dönüşür. Bu nedenle, tüccar zihniyeti, bir yanıyla kozmopolitizmi, diğer yanıyla milliyetçiliği içerir.
Ülkemizin tarihsel özellikleri sonucu bu "tüccar zihniyeti", tefeci-bezirgan zihniyetidir, tacir zihniyetidir. Peygamber olmazdan önce deve ticareti yapan, peygamber olduktan sonra da ticari ilişkilerini sürdüren Hz. Muhammed'i kendilerine "referans" alırlar. AKP hükümeti de bu tacir zihniyetinin iktidarıdır.
Ancak para paradır, sermaye haline dönüştüğü andan itibaren kendi yolunda ilerler. "Yeşil sermaye" olup olmamasının artık hiçbir önemi yoktur. Para, sermaye olarak yatırıldığı andan itibaren, sahibinin kişiliğinden ayrılır, kendi yolunda ilerler. Artık onun amacı kâr ve daha fazla kârdır.
"Sermaye, kâr olmadığı zaman ya da az kâr edildiği zaman hiç hoşnut olmaz, tıpkı eskiden doğanın boşluktan hoşlanmadığının söylenmesi gibi. Yeterli kâr olunca sermayeye bir cesaret gelir. Güvenli bir %10 kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin %20, iştahını kabartır; %50, küstahlaştırır; %100, bütün insani yasaları ayaklar altına aldırır; %300 kâr ile, sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga kâr getirecek olsa, bunları rahatça dürtükler."[11]
Tefeci-bezirgan sermayesi de, herhangi bir sermaye gibi sermayedir. Sürekli gelişmek, büyümek ve çoğalmak zorundadır.. Bunun için de kendisine yeni yatırım alanları, yeni pazarlar bulmak zorundadır. AKP hükümetiyle temsil edilen tefeci-bezirgan sermayesi, ne denli kapitalizme "eklemlenmiş" feodal kalıntılar olarak tanımlanırsa tanımlansın, sermaye olarak kendisine yer açmak için diğer sermayelerle rekabete girmek durumundadır. Bu rekabet ise, sermayenin bir diğer sermaye ile savaşıdır. Varolan pazarların yeniden paylaşımı savaşıdır. Sorun, bir sermayenin, yeni ve gelişen sermayenin, eski ve varolan sermayeye karşı pazarların yeniden paylaşım savaşının, "kanlı mı, kansız mı" olacağıdır.
22 Temmuz seçimlerinin bir kez daha gösterdiği gibi, oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar, Anadolu tüccar sermayesinin çevresinde toplanmışlardır. Bugün A. Gül'ün cumhurbaşkanı oluşu, bu sömürücü sınıflar ittifakının gücünü ve zaferini temsil etmektedir.
Süreç, bu sömürücü sınıfların sermayelerinin daha da genişlemek ve büyümek için oligarşinin, özel olarak da işbirlikçi-tekelci burjuvazinin "yaşam alanlarına" el atıp atmayacakları, bunu ne ölçüde "uzlaşma" ile gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceklerine bağlı olarak gelişecektir. Dolayısıyla oligarşiyi oluşturan kesimler ile "yeşil sermaye" arasındaki çelişkinin şiddetlenip şiddetlenmemesine bağlıdır.
Bu yeniden paylaşım savaşında, "yeşil sermaye"nin, "tacir zihniyeti"yle ticari ilişkilerini büyütürken "dini değerleri" ne ölçüde kullanacağı, "dini değerler"i öne sürerek oligarşinin "yaşam alanları"nı ne ölçüde sınırlandırmaya çalışacağı da, "sivil toplum"un "cemaatleştirilmesi"ne yönelik uygulamalarının boyutunu belirleyecektir.
Şüphesiz Tayyip Erdoğan ve mehteran takımı açısından bu rekabet savaşı, Erbakan'ın "milli görüş"ünden farklı bir rota izleyecektir. "Milli görüş", tefeci-bezirgan sermayesinin sanayi sermayesine dönüşme çabasının ve girişiminin bir ürünüdür. Bu nedenle iç pazarda oligarşinin egemenliğini sınırlamayı ve ortadan kaldırmayı amaçlar. Bu yüzden de "milli" öğelere ağırlık verir. AKP ise, feodal-tacir zihniyetinin partisidir, dolayısıyla kozmopolittir. AKP iktidarının kısa ve orta dönemde işbirlikçi ticaret burjuvazisiyle olan çatışması ve savaşı çok daha şiddetli olacaktır. İşbirlikçi ticaret burjuvazisinin AB emperyalist ülkelerinin perakendeci market tekellerinin doğrudan iç pazara girmeleriyle önemli ölçüde güç yitirdiği göz önüne alındığında, bu savaşın nasıl sonuçlanacağı bugünden bellidir.
Halk açısından sorun, sömürücü sınıflar arasındaki çıkar çatışmasının "kanlı mı, kansız mı" olacağında değil, bu çatışmada "din"in silah olarak cepheye ne ölçüde sürüleceği ve toplumun ne ölçüde "cemaatleştirileceği"dir. Bu da, üretmeden tüketen bir toplumun geleceğini belirleyecektir..
Konuyla bağlantılı yazılar:
***
KESİNTİSİZ DEVRİM II-III
***
MEVCUT DURUM VE DEVRİMCİ TAKTİĞİMİZ
***
Çekirdekten Yetişme Bir Şeriatçı: TMSF Başkanı Ahmet Ertürk
***
Bu Halkı Anlamak Ne Kadar Zor?
***
Peki! Ne Olacak Şimdi?
***
Yardım Paketleri, Büfeci İslam, Bakkal Solu!
***
Danıştay saldırısı Sonrasında Şeriatçı Manipülasyon ve Dezenformasyon
***
Şeriatçılık ve Laiklik Arasında "Sivil Toplumculuk" Ruhu
***
"Laik-Şeriatçı" Kamplaşması, Askeri Darbe, Demokrasi vs.
***
Askeri Darbe ile Şeriatçı Hükümet Arasına Sıkışanlar
***
AKP Hükümeti ya da "Merak etmeyin Ordu var..."
***
İslam İnkılâbının Gerçek ve Üstün Münevverler Aristokrasyası
***
Necip Fazıl'ın "Büyük Doğu"sundan ABD'nin "Büyük Ortadoğu"suna [Tayyip Erdoğan ve Mehteran Takımının Amerika Seferi]
***
AKP Mehteranı Eşliğinde 8,5 Milyar Dolarlık Bağdat Seferi
***
Spekülasyon ve Manipülasyon Ekonomisinden Şeriat Ekonomisine mi?
***
Başörtüsü Radikalleri Türban Liberalleri
***
Bir Kez Daha Laiklik Üzerine
***
Çuvallanan Subaylar, Çuvallayan Genelkurmay, Ulusal Onur
***
Cumhuriyet Mitingleri, Sanal Muhtıra, Cumhurbaşkanlığı ve Erken Seçim Gölgesinde 1 Mayıs
***
AB Uyum Yasalarıyla "Yukardan Aşağı Demokrasi"
***
Paranın Dini
***
Refah Partisi Dolgusu
***
Sosyalizm ve Din - Lenin
***
Sömürücü Sınıflar İçindeki Bölünmeler ve Siyasal Yansıları
***
Egemen Sınıfların Çıkar Çatışması ve Anayasa Değişikliği Aldatmacası
***
Refah Partisi ve Kullanılmış Oto İthali
***
RP-DYP Hükümeti Üzerine
***
Mevcut Durum ve Refahyol Hükümeti
***
...Ve "Genelkurmay Devreye Girer...": Postmodern Darbe
***
Yargıtay Başkanı Sami Selçuk ve Laiklik, Laikçilik, Burjuva Demokratik Devrim
***
Süleyman Çelebi'nin Vesilet-ün Necât'ı (Kurtuluş Yolu) : Mevlit
Dipnotlar
[1] "Zorun tarihte ekonomik evrim karşısında oynadığı rol açıktır. İlkin her siyasal zor, önce toplumsal nitelikte ekonomik bir göreve dayanır ve ilkel toplulukların dağılmasının toplum üyelerini özel üreticiler durumuna dönüştürdüğü, yani onları ortak toplumsal görevlerin yöneticilerine daha da yabancı kıldığı ölçüde artar. İkinci olarak, toplumdan bağımsız kılındıktan, hizmetkar durumundan efendi durumuna geldikten sonra siyasal zor, iki yönde etkili olabilir. Ya normal ekonomik evrim yönünde; bu durumda, ikisi arasında bir çatışma yoktur, ekonomik evrim hızlanır. Ya da zor, ekonomik evrime karşı çıkar ve bu durumda, birkaç istisna dışında, ekonomik evrim karşısında her zaman yenik düşer... Bir ülkede ... devletin iç zorunun, şimdiye değin hemen her siyasal iktidar bakımından belirli bir aşamada olduğu gibi, ülkenin ekonomik evrimi ile çatışma durumuna girdiği bir yerde, savaşım her zaman siyasal iktidarın yıkılması ile sonuçlanır. Ekonomik evrim, istisnasız ve acımasız kendi yolunu açar." (Engels, Anti-Dühring, s. 271.)
[2] Bugün solda hemen hemen hiç kullanılmayan bu tanımda yer alan "mahalli mütegallibe", yerel zorbalar anlamına gelir ve Anadolu eşrafını ifade eder. Bezirgan ise, Farsça olup, "tüccar" demektir.
[3] "... ülkedeki kapitalizm, kendi iç dinamiği ile değil, yukardan aşağıya geliştirilmiştir. Dolayısıyla yerli tekelci burjuvazi, daha baştan, çekirdek halindeyken emperyalizmle bütünleşerek gelişmiştir. (Emperyalizm içsel bir olgu durumuna geldiği için bu oligarşi içindedir). Ancak bu gelişen tekelci-burjuvazi tek başına emperyalizmle ittifakını sürdürerek emperyalist üretim ilişkilerini muhafaza edecek güçte değildir. Dolayısıyla, yabancı ve yerli tekellere zorunlu olarak bağlı olan toprak burjuvazisi ve feodal kalıntılarla yönetimi paylaşmaktadır." (Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III.)
[4] Bu olayı "milli görüş"çüler şöyle anlatmaktadırlar:
"İşte bu süreçte sömürü dünyalarını krizler üzerine inşa eden Siyonizm, 'kaos ve kriz' formülünü Türkiye'de uygulamaya karar vermişti. Adım adım darbeye giden Türkiye'de, DP iktidarı önce baskı altına alınıyor, ancak baskılar DP'yi iktidardan uzaklaştıramayınca 1957 ve 58 devalüasyonları devreye sokuluyordu. Öyle ki, devalüasyon operasyonlarından sonra 2.80 TL olan 1 ABD doları 9.20 TL'ye yükseliyordu. Türk Lirası dolar karşısında dört misli değer kaybına uğramıştı. Adnan Menderes zamanındaki bu devalüasyon operasyonları Gümüş Motor için de zorlu bir dönemin başlangıcı olarak görülmüştü. Gümüş Motor'un temeli 1956'da atılmış ancak fabrikanın temeli atıldıktan sonra iki yıl içerisinde iki devalüasyon yapılmıştı. Devalüasyonlar Fabrikanın sermayedarlarını da zora sokmuştu. Üretim için paraya ihtiyaç vardı, ancak Gümüş Motor'un zengin ortakları kendi işlerinde bile büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştı." (M. Kurdaş, Milli Gazete, 20 Temmuz 2007.)
[5] Burada feodal üretim ilişkilerinden daha çok yarı-feodal üretim ilişkilerinden söz etmek gerekir. Yukardan aşağıya gelişen kapitalizm koşullarında tarımsal üretim, geleneksel feodal köylü tarımından küçük meta üretimine yönelir. Bu küçük meta üretimi de, öz itibariyle feodal üretimden farklıdır. Bu farklılığa rağmen, yine de klasik anlamda kapitalist tarımsal üretim değildir. Köylülüğün küçük meta üretimi aracılığıyla kapitalizme "eklemlenmesi" teorilerinin çıkış noktası da burasıdır.
[6] Bu dönemde emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemleriyle yukardan aşağıya geliştirilen kapitalizm egemen üretim ilişkisi haline gelirken, feodal üretim ilişkisi kısmen tasfiye olmakla birlikte varlığını sürdürmüştür. (Yarı-feodal üretim ilişkileri esprisi.) Üretim ilişkilerindeki bu gelişim ve dönüşüm sonucunda, yarı-feodal sürecin tefeci-bezirgan sermayesi, kapitalist "iktisat"ta küçük ve orta sermaye olarak tanımlanır.
[7] Bu, köylülerin kent tüketim normlarını benimsemeleridir. Bunun sonucu olarak iç ticaret hadleri köylülük aleyhine daha da büyümüş, köyde yaratılan artı-değer tüccar sermayesi tarafından köy dışına aktarılmıştır. Bu da, tüccar sermayesinin gelişmesine ve büyümesine yol açar. Ancak burada gelişen ve büyüyen tüccar sermayesi, yeni tüketim alışkanlığının ortaya çıkardığı malların ticaretini yapan kesimdir.
Böylece köylülük iki farklı tüccar kesimiyle karşı karşıya gelmiştir. Birincisi köylünün pazar için ürettiği ürünleri pazarlayan tefeci-tüccar sermayesi; ikincisi ise köylünün kent tüketim normlarını benimsemesiyle ortaya çıkan malların ticaretini yapan sermayedir. Daha ilerde göreceğimiz gibi, 1980’lere kadar bu ikinci tüccar sermayesi (işbirlikçi ticaret sermayesi ve onun Anadoludaki uzantıları) egemen unsur iken, 1980 sonrasında tefeci-tüccar sermayesi giderek etkisini ve gücünü artırmıştır.
[8] "... silahlı propaganda, I. Erim Hükümetinin gerçek yüzünü ve emellerini, oligarşinin en gerici, en azgın ve terörist yönetimi olduğunu açığa çıkarmıştır. Böylece, Amerikan emperyalizminin ve işbirlikçi yerli burjuvazinin oyununu alt üst ederek, maskesini alaşağı etmiş, kademeli planını bozmuştur. 'İlerici, reformist, Atatürkçü' görünümü altındaki açık faşizmin erken doğum yapmasını sağlayarak, küçük-burjuva aydın çevreler de dahil olmak üzere kamuoyunun gözlerini açtı...
Küçük-burjuva aydın kamuoyunun desteğini kaybeden emperyalizm-işbirlikçi (tekelci) burjuvazi ikilisi, bu sefer zorunlu olarak, sömürüyü disipline etmeye yönelik bir dizi rasyonelleştirme tedbirlerinden (sarı reformlarından) tavizler vererek, tekrar bu tedbirlerinden zarar görecek olan öteki gerici sınıf ve zümrelerle ortak müşterekler etrafında anlaşmışlardır." (Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III.)
[9] Kırım göçmeni olan baba Ülker, gerçek adıyla İslam Berksan, küçük çapta başladığı işlerini giderek geliştirmiş, ancak hiçbir zaman orta boy işletme olmaktan öteye geçememiştir. "Hacıbey" olarak iş piyasasında tanınan baba İslam'ın ölümünden sonra soyadlarını mahkeme kararıyla değiştiren oğulları Asım ve Sabri Ülker'ler, kurdukları değişik ilişkilerle şirketlerini geliştirmişlerdir. Ülker Gıda Sanayi'nin başında bulunan Sabri Ülker, bisküvi alanındaki faaliyetlerini, 24 Ocak Kararları'ndan sonra ihracata yönelterek elde ettiği teşviklerle geliştirmiş; özellikle Libya ve Kuveyt'e yönelen dış satışlar ve alınan vergi iadeleriyle bir dizi yeni şirket kurmuştur. Sabri Ülker'in yönetiminde, Birlik Pazarlama, Ülker Beynelmilel Nakliyat, Formamak Ambalaj Maddeleri, Topkapı Makine, Polisan Plastik Sanayi, Bomsaş Mukavva ve İstanbul Dış Ticaret Şirketleriyle bir topluluk, yani bir holding haline gelmiştir.
Ülker'lerin faaliyetlerini genişlettikleri alanlar, tümüyle ana şirket olan Ülker Gıda Sanayi'yle ilgilidir. Oluşturulan pazarlama şirketi ile ülke içinde kendi dağıtımını yapabilmektedir. Bu yolla, çeşitli aracı kuruluşları, ya ortadan kaldırmakta, ya da kendine bağlamaktadır. Dış ticaret şirketi aracılığıyla, tekelci-ticaret burjuvazisine olan bağımlılığını azaltmaya çalışılırken, nakliyat şirketi aracılığıyla iç ticaret burjuvazisi karşısında da aynı konumu elde etmektedir. Topkapı Makine şirketiyle, bisküvi fabrikalarının gereksindiği makineleri ithal etmekte ve kısmen de kendisi üretmektedir. (Bu gibi durumlarda, çeşitli devlet teşviklerinden yararlanmaktadırlar ve öte yandan imalat sanayinde tekel oluşturan işbirlikçi-burjuvazi karşısında görece avantaj sağlamaktadırlar.) Bisküvi ve diğer ürünlerin paketlenmesinde kullanılan plastik torbalar, Polisan Plastik Sanayi aracılığıyla sağlanırken, büyük ambalajlamada kullanılan mukavva kutular, Bomsaş Mukavva şirketiyle sağlanmaktadır. Tüm bu faaliyetleriyle Ülkerler, toplam 5.000 işçi çalıştıran bir gıda tekeli olmaya yönelmiştir. Nitelikli işgücü ise, üniversite bitirmiş imam-hatiplilerden sağlanmaktadır. AKP döneminde Ülkerler Tayyip Erdoğan'ın ortaklığıyla daha da büyümüşlerdir.
[10] Bu gelişmede 12 Eylül askeri yönetiminin, dolayısıyla oligarşinin açık desteği belirleyici olmuştur. 12 Eylül döneminde, bir yandan açık askeri terörle kitle pasifikasyonu yürütülürken, diğer yandan din, bir pasifikasyon aracı olarak kullanılmıştır. 82 Anayasasıyla din derslerinin zorunlu hale getirilmesinin temel nedeni de bu pasifikasyondur. Bu amaçla "islami sermaye"nin gelişmesine göz yumulmuştur. Bu durum, Amerikan emperyalizminin Sovyetler Birliği'ne karşı geliştirdiği "yeşil kuşak" projesi çerçevesinde şeriatçı kesimleri destekleme politikasının ülkemizdeki uzantısıdır.
[11] T. J. Dunning, akt. Marks, Kapital, Cilt: I, s. 779