KURTULUŞ CEPHESİ - Mayıs-Haziran 1994
Refah Partisi Dolgusu
27 Mart günü yapılan yerel seçimlerde Refah Partisi'nin İstanbul ve Ankara'da Büyükkent Belediye Başkanlıklarını kazanması ve İl Genel Meclisi seçimlerinde %20 oy alması ülkemizin siyasal ortamında tam bir deprem etkisi yaptı. Hemen ardından, 10 Nisan günü, Bosna'da "kimyasal silah" kullanıldığı haberleriyle Taksim Meydanı'na çıkan binlerce şeriatçı ve faşistin yaptığı gövde gösterisi ve aynı saatlerde Ankara caddelerinde attığı sloganlar, pekçok kesimde büyük bir korku yarattı.
Bu deprem ve korku ortamında RP ve şeriatçılık üzerine yüzlerce sayfalık yazılar basında yer alırken, televizyon ekranlarında kimin ne dediği belli olmayan tartışmalar boy gösterdi. Her tartışmada şeriatçı kesimin sözcüsü olarak çıkanların genel görünümleri ve sorulara verdikleri cevaplar, yıllar boyu halk kitlelerinin kafasına yerleşmiş "yobaz", "sofu", "nurcu" imajlarına uymadığı görüldüğünde, kendilerini "laik" olarak tanımlayan pekçok küçük-burjuva aydınını şaşırttı. "İyi eğitilmiş", "iyi görüntü veren" RP'li sözcüler arasında sol söylem kullanan ve felsefik açıklamalar yapanlardan (Dilipak), son modaya göre giyinmiş gençlere kadar toplumun her kesimine yakın gelen insan tipleri boy gösterdi. Kullandıkları sol söylem ve soldan alınma emperyalizm tahlilleriyle kitlelerin karşısına çıkan RP'lilerin "radikalizm"i, "anti-emperyalizm"i karşısında küçük-burjuva aydınlarının sergilediği şaşkınlık günlük görüntüler haline geldi.
Bu ortam içinde, RP ve "Türkiye'de İslamcılık" üzerine yapılan her program, 4 Nisan olayları ile korkuya kapılan "laik" kesimlerin yatıştırılmasına yöneldi.
Bu gelişmeler karşısında solun büyük bir kesimi sessiz kalırken, 12 Eylül sonrasının "bireyselleşmiş bireyleri" (M. Belge ve şürekâsı) ektiklerini biçmenin rahatlığı içinde ortalıkta görünmez olmuşlardır. 12 Eylül sonrasında şeriatçı kesimlerin görüntüsel "anti-emperyalist" ve "anti-kapitalist" söylemlerini devrimci güçlerle yapılması gereken bir ittifakın temeline oturtmaya çalışan bu kesimlerin "eğittiği" Dilipak gibilerinin, "radikal-sol" söylemle kitlelerin karşısında boy gösterirken ortalıkta gözükmemeleri şaşırtıcı olmamakla birlikte, sol söyleme alış mış kesimlerde tam bir şaşkınlık yarattığı da kesindir.
Oysa gerek Refah Partisi'nde ifadesini bulan "ılımlı" şeriatçılığın, gerekse de İran Molla yönetiminin desteğinde palazlanan "radikal" şeriatçılığın belli bir sınıfsal temeli olduğu sürekli gözden kaçırılmıştır.
Sınıflı bir toplumda, hiçbir siyasal hareket, belli bir sınıfın çıkarlarına tabi olmaksızın uzun süre yaşayamaz ve yaşam süresi temsil ettiği sınıfların yaşam süresiyle sınırlıdır.
Refah Partisi, 1960'ların sonlarında DPT (Devlet Planlama Teşkilatı) içinde ortaya çıkan ve adına "takunyacılar" denilen kesimin Erbakan'ın etrafında Milli Nizam Partisi'ni kurmalarıyla başlayan bir siyasal hareketin günümüzdeki uzantısıdır. 12 Mart 1971'de MNP'nin kapatılmasından sonra Milli Selamet Partisi adıyla ortaya çıkan bu kesim, ülkemizde gelişen emperyalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkardığı bir siyasal hareketin sözcüsü olmuşlardır.
Refah Partisi, sınıfsal olarak, orta ve küçük sermaye kesimlerine dayanan bir politik hareket olarak, Anadolu esnaf-zanaatkâr sermayesi ile tüccar-tefeci sermayenin desteğini de almıştır.
Bu kesimlerin ortak özelliği, emperyalizmin yeni-sömürgecilik uygulamalarıyla, yukardan aşağıya geliştirilen kapitalizm tarafından sürekli bir erime ve tasfiye süreci içinde olmalarıdır. Burjuvazinin, aşağıdan yukarı demokratik devrimini yapamadığı ülkemizde (ki devrimci niteliğini yitirmiştir) devrimci tarzda tasfiye edilemeyen bu kesimlerin, yeni-sömürgecilik uygulamalarıyla tasfiyeleri, kaçınılmaz olarak sorunu sürece yaymıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nun siyasal ilişkileri içinde ve feodalizm sürecinde kendileri için belli bir pazar bulan bu kesimlerin, Cumhuriyet'in ilan edilmesiyle birlikte başlatılan devlet eliyle kapitalizmin geliştirilmesinden büyük ölçüde etkilenmişlerdir. T. C.'ye ve dolayısıyla "Kemalizm"e karşı oluşlarının temeli de burada aranmalıdır.
II. yeniden paylaşım savaşından sonra uygulamaya sokulan yeni-sömürgeciliğin ilk yıllarında emperyalizm, feodal kesimlerle (toprak ağaları, Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi ile tüccar-tefeci sermaye kesimleriyle) ittifak kurmuştur. Bu yıllarda emperyalist üretim ilişkilerini sürdürecek işbirlikçi-tekelci burjuvazi henüz oluşum halinde olduğu için, emperyalizmin temel dayanağı feodal sınıflardı.
Böylece 1950'de iktidara gelen Demokrat Parti, bir bütün olarak tüm sömürücü sınıfların içinde yer aldıkları bir siyasal hareket haline gelmişti.
1970'lere kadar emperyalizmle "uyum" içinde hareket eden bu kesimler, eski ("geleneksel") feodal ilişkiler içinde hareket ettikleri için, her zaman Cumhuriyet karşısında şeriatçılığın sözcüleri olmuşlardır. Emperyalizmle kurdukları ittifak bu kesimleri, 1969'da 6. Filo' yu Kabe kabul ederek namaz kılmaya kadar götürmüş ve 1969 Şubat'ında ise, 6. Filo'nun koruyucusu olarak "Kanlı Pazar"ın yaratıcısı yapmıştır.
Ancak 1970'lere gelindiğinde emperyalist üretim ilişkileri ülkenin her yanına yayılmış ve işbirlikçi-tekelci burjuvazi emperyalist sömürüyü tek başına sürdürecek ve koruyacak güce ulaşmıştır. Bunun sonucunda emperyalizm bu feodal kesimlerle kurduğu ittifakı bozmuştur. 12 Mart Muhtırası bu boyutu ile işbirlikçi-tekelci burjuvazinin ülkede egemenliğini tek başına ilan etme hareketi olmuştur.
İşte, ilkin MNP olarak ortaya çıkan bu kesimler, sürekli olarak emperyalizmle ittifak kurdukları günleri aramaktadırlar. Bir başka deyişle, Refah Partisi'nin temsil ettiği sınıflar emperyalizmle yeni bir ittifak peşinde olmuşlardır. Bu ittifaka emperyalizmi (ve dolayısıyla işbirlikçi-tekelci burjuvaziyi) zorlayabilmek için, kurdukları siyasal partiler aracılığıyla etraflarına topladıkları kitleyi bir koz olarak kullanmaktadırlar. Bu nedenle onların anti-emperyalist söylemleri, emperyalizme karşı olduklarından değil, emperyalizmi köşeye "sıkıştırma" ve bu yolla yeniden ittifak kurma amacından kaynaklanmaktadır.
Yukardan aşağıya geliştirilen kapitalizmin egemen olmasına paralel işbirlikçi-tekelci burjuvazinin devlete egemen olması, devlet kaynaklarının tümüyle bu kesimlere yöneltilmesini sağlamıştır. Bu da orta ve küçük sermaye kesimlerinin giderek zayıflamasını getirdiği gibi, önemli bir kesiminin mülksüzleşmesini getirmiştir. Banka kredilerinin tekelci burjuvaziye kaymasıyla çok daha yüksek faizlerle kredi bulmaya zorlanmaları, diğer bir açmaz olarak bu kesimlerin karşısına çıkmıştır. Ekonomik buhranın şiddetlendiği dönemlerde yükselen faiz oranları, bu sermaye kesimlerini iflas noktasına getirdiğinden, onların siyasal sözcülerinin de anti-faizci bir programla ortaya çıkmalarını getirmiştir. İstedikleri faizlerin ortadan kalkması değil, tekelci burjuvaziye sağlanan kolaylıkların kendilerine de sağlanmasıdır.
Emperyalizmin yeni-sömürgecilik uygulamaları sonucunda gelişen ve güçlenen işbirlikçi-tekelci burjuvazinin kendi dağıtım şebekesini kurması, ilk planda Anadolu esnaf ve tüccar kesimlerini etkilemiştir. Emperyalizmle ittifak kurdukları dönemde, gerek emperyalist metaların, gerekse işbirlikçi-tekeci burjuvazinin metalarının dağıtımını yapan bu kesimlerin kârlarındaki artış, bu gelişmeyle birlikte son bulmuştur. Bu koşullarda ayakta kalabilenleri ise, "geleneksel" pazarda "geleneksel" metalar satarak kendilerini kurtarmaya çalışmışlardır. Ancak kapalı ekonomik birimlerin hızla yıkılarak pazar için üretimin yayılmasına paralel olarak bu "geleneksel" metalara olan talep sürekli düşmüş ve son kesimlerin de tasfiyesini hızlandırmıştır.
İşte bu dönemde, MSP aracılığıyla girdikleri koalisyonlar sayesinde kendilerine yeni olanaklar sağlayabilenler, yeniden güçlenmişler ve giderek kendilerine yeni pazarlar sağlamaya yönelmişlerdir. Orta sermaye kesimleri, MSP'ye bağlı olan Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı sayesinde bu koalisyonlar döneminden çok kârlı çıkmıştır.
Ama 1980 dünya ekonomik buhranı koşullarında uygulanan ekonomi politikalar, bir kez daha bu kesimlerin zarara uğramasını getirmiştir. Ancak İran'daki molla iktidarının yarattığı politik ortamda, emperyalizmin, bir yandan komünizme karşı bu kesimleri bir güç olarak çıkarma politikası izlemesi, diğer yandan "radikal islamcılığı" sınırlamak istemesi bu kesimlerle yeni bir ilişki geliştirmesini getirmiştir. Dünya Bankası'nın "küçük üreticiliği destekleme politikası" paralelinde birbiri ardına kurulan "organize sanayi bölgeleri" ve Suudi Arabistan yoluyla kredi verilmesi emperyalizmin yeni ilişkisinin biçimleri olmuştur. Böylece görece gelişme koşulları içinde olan orta ve küçük sermaye (ve Anadolu esnaf-zanaatkârları ve tüccar) yeniden "uyum" koşulları içine girmiştir.ANAP'ın 1983'de sağladığı seçim zaferi bu "uyum"un bir ifadesi olmuştur. T. Özal'ın "dört eğilimi de birleştirdik" böbürlenmesi, işte bu uzlaşmanın ürünüdür.
ANAP döneminde, ülkemizin emperyalist metaların açık pazarı haline getirilmesiyle birlikte iç ticaret hacminde meydana gelen gelişme, bu kesimlerin de kârlarını artırmış ve geliştirmiştir. Ancak bu gelişmenin emperyalizm tarafından sağlandığını ve bitirilmesinin de emperyalizmin elinde olduğunu bilen bu kesimler, ellerindeki siyasal olanağı güçlendirmek için çabalarını daha da yoğunlaştırmışlardır. 12 Eylül koşullarında devrimci mücadeleyi durdurmak amacıyla oligarşinin kendilerine sağladığı olanakları en iyi biçimde kullanan bu kesimler, kendi etraflarında topladığı kitleyi daha örgütlü ve hazırlıklı hale getirmiştir.
1990'lara doğru sürekli artan enflasyon koşullarında halk kitlelerinin durumunun daha da ağırlaşması, orta ve küçük sermaye kesimlerinin politik gücüne yeni olanaklar açmıştır. Özellikle ANAP hükümetlerinin uygulamaya soktuğu "tüketici kredileri", yükselen faiz oranlarıyla birlikte kullanıcısına büyük yükler getirmeye başlamıştır. Özellikle memur kesiminde yaygın olarak kullanılan bu kredilerin faiz yükü, bu kesimlerin Refah Partisi'nin anti-faizci söyleminden etkilenmelerini sağlamıştır. Büyük kentlerde çok yaygın biçimde görülen bu olgu, aynı zamanda son yerel seçimlerde RP'nin başarısında etkili olmuştur.
Aynı biçimde politik ifadesini İslamcılıkda ve Osmanlılıkta bulan bu kesimlerin "ümmetcilik" söylemi de, Kürtler arasında etkili olmuştur.
Böylece, temsil ettiği sınıfların çıkarına ters bir kitle desteği sağlayan Refah Partisi, her yönüyle çelişkiler bütünüdür.
Tekelleşememiş sermayenin sözcüsü olarak, anti-tekelciliği savunurken, kendi sınıfının tekelleşmesini amaçlamaktadır; aynı kesimlerin yüksek faiz uygulamalarının kendi kesimine getirdiği yükü azaltmak için anti-faizci söylem kullanırken, kendi sınıfının daha düşük oranla daha fazla kredi almasını hedeflemektedir; tekelci kapitalizm (emperyalizm) koşullarında kendi iç pazarını yitirdiği için anti-emperyalist ve anti-kapitalist sloganlar atarken, kendisinin temsil ettiği kapitalist kesimin denetiminde kapitalizmin gelişmesini planlamaktadır; kendisinin temsil ettiği kesimlerin Anadolu'daki müşterileri olan Kürtlerin yanında yer aldığını söylerken, ulusları reddeden İslamiyetin "ümmet"ini savunmaktadır.
Refah Partisi'nde ifadesini bulan bu sömürücü sınıfların diğer bir açmazı da demokrasi konusudur.
Gerek emperyalizmle yeniden uzlaşabilmek için, gerekse işbirlikçi-tekelci burjuvaziyle siyasal iktidarı paylaşabilmek için bir "güç" olarak seçimleri ve parlamentoyu kullanması Refah Partisi'nin demokratikliğini belirlemektedir. Biçimsel de olsa temsili demokrasinin varlığı, bu kesimlerin neredeyse var oluş nedeni olmuştur. Ama gerek temsil ettiği sermayenin niteliği, gerekse politik bir silah olarak kullandığı şeriatçılığın biçimsel demokrasiyle bir arada var olması olanaksızdır. Daha 27 Mart yerel seçimlerinden önce kullandığı demokratik söylemin, seçim kazandıkları her yerde bir yana atılması bu açmazın en açık örneğidir.
Feodalizm, devrimci tarzda, yani aşağıdan yukarıya tasfiye edilmediğinden, feodal ilişkilerin (özellikle üst-yapıda) varlığını sürdürmeye devam etmesi, bu kesimlerin politik gücünün görece uzun sürmesini getirmiştir. Aynı nedenle emperyalizmin, feodalleri ve feodal ilişkiler içinde gelişen orta ve küçük sermaye ile tefeci-tüccar sermayesini kendine tabi kılarak tasfiye etmeye yönelmesi, bu kesimlerin bütün olarak mülksüzleştirilmelerini engellemiştir. Doğal olarak bütün olarak mülksüzleştirilerek tasfiye edilmemeleri, bu kesimlerin emperyalist üretim ilişkilerinin parçası haline getirilmelerini sağlamıştır. Hemen hemen bu sermaye kesimlerinin önemli bir bölümü küçük sanayi bölgelerinde işbirlikçi-tekelci burjuvaziye bağlı kollarda faaliyet yürütmektedirler. Tekelleşememiş burjuvazi (orta burjuvazi) ise, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin boş bıraktıkları alanlarda faaliyet göstererek varlıklarını sürdürebildiklerinden, sistemin bütün olarak işleyişinin bir parçası haline getirilmiştir. Gıda ve ambalaj sektöründe belirgin bir egemenlik sahibi olmalarının nedeni de budur. Ancak bu sektörde faaliyet göstermeleri, aynı zamanda "geleneksel" ilişkilerle olan bağlarının bir sonucudur. Anadolu esnaf ve zanaatkâr kesimleri ile tefeci-tüccar kesimleriyle olan çıkar ortaklıkları da buna dayanmaktadır.
Buna örnek olarak bu orta-sermaye kesiminin en eskilerinden olan bir Ülker şirketler gurubu ve İhlas Holding verilebilir.
Ülker bisküvileri Anadolu'da pekçok bakkalın en çok sattığı ürünlerden birisidir. Doğal olarak esnaf kesimiyle kurdukları bu ticari ilişkiler (çıkar ilişkisi), onları aynı çıkarlarda birleştirmektedir. Aynı şekilde 1980 ortalarından itibaren ithalatın "liberalizasyonu" ile ülkemize her türlü mamül gıda ürününün ithal edilmesi bu kesimlerde büyük bir tepkiye neden olmuştur. *ünkü ithal ürünler, geleneksel "mahalle bakkalı"nda değil, "market"lerde satılmaktadır. Kitlelerin, özellikle büyük kentlerde düşük kur politikalarıyla ithal edilen ürünlere yönlendirilmeleriyle en çok müşteri kaybeden de bu kesimler olmuştur. (Tabi burada oligarşinin T. Özal aracılığıyla uyguladığı bazı politikalar da bir kenara bırakılamaz. Dayanıksız tüketim malları ithalatında "özel" bazı "genç işadamları"na ayrıcalık tanınması ve böylece hiçbir sermaye birikimine sahip olmayan işsiz-güçsüz kesimlerin palazlandırılması oligarşinin bu dönemde uyguladığı politikaların başında gelmektedir. Tipik örneği Ahmet Özal olan bu kesimler "arabesk" bir yaşam tarzının da yaygınlaştırılmasına hizmet etmişlerdir. "Ahlâk bozukluğu" çerçevesinde RP'nin bu kesimleri öne çıkartan propagandası da, temsil ettiği kesimlerin çıkarlarının zarar görmesinden dolayıdır.)
Özetlersek:
Refah Partisi, sınıfsal olarak, orta ve küçük sermaye kesimlerine dayanır. Anadolu esnaf zanaatkâr sermayesi ile tüccar-tefeci sermayenin desteğini almıştır. Emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin 12 Mart sonrası hükümetler dönemindeki hızlı ve hakimiyet sağlayıcı gelişmesine bir tepki olarak (daha önce aynı gerekçelerle ortaya çıkan ve 12 Mart döneminde kapatılan MNP'nin yerine) ortaya çıkmış ve AP'nin politik geri çekilişi ile birlikte, bir güç olmuştur. Anti-tekelci, anti-faizci tutumu aslında, tekellere ve faize karşı oluşundan değil, temsil ettiği orta sermaye kesimlerinin ekonomik olarak gelişmesini ve tekelleşmesini sağlamak için kendi politikasını sürdürmek istemesindendir. RP aslında, ülkemizin iç dinamiği gereği ortaya çıkan ve ülkemizdeki emperyalist-kapitalist üretim ilişkileri ile filizlenen kapitalist unsurların tepkilerini bünyesinde toplamış bir partidir. Bu tepkiler, özünde oligarşiye karşı olan tepkilerdir. Ve politik bir silah olarak kullanılan "din" ile birlikte, köylülüğün de sınıfsal desteğini almıştır.
RP'nin demokratikliği, gerek oligarşiye karşı muhalefet eden orta ve küçük sermaye kesimlerine politik sözcülük sağlamak, gerekse "din"i politik bir alet olarak kullanmak istemesindendir. Programına dikkat edilecek olursa, üretici güçleri hızlı bir şekilde geliştirmek istediği görülür. Ne var ki, mevcut üretim ilişkilerine olan tabiyeti gereği, program, kâğıt üzerinde kalmaya mahkumdur. RP'yi destekleyen sınıflar, "çatışma" yerine "uyum"u yeğlediklerinde, AP yadaANAP'a kanalize olmuşlardır. Emekçi yığınların tepkilerine ve sınıfsal hareketlerine karşıdır. Ve oligarşik yönetimden yanadır.
Bu sınıfsal niteliği ile RP, mevcut düzene karşı radikal bir karşı çıkışın ifadesi olamayacağı açıktır. Ancak emperyalizm ve oligarşi ile yeni bir biçim altında "uyum" aradıkları için, mevcut duruma karşıdırlar. Bu karşı oluşlarını, kitle desteği ile birleştirmek zorunda olmaları, kaçınılmaz olarak kendi söylemlerini belirlemiştir. Uzun yıllar nerdeyse değişmeyen bir politik kadro ile faaliyet yürütmenin getirdiği avantajları, biçimsel propaganda yöntemleriyle birleştirerek kullanması, RP'nin popüler bir siyasal parti haline gelmesini getirmiştir. Halk kitlelerinin içinde bulundukları ekonomik ve sosyal sorunlara karşı duydukları tepkiyi, diğer düzen partilerinin iç yapılarındaki kargaşa ortamında kendisine kanalize etmeyi başarmıştır. Özellikle 12 Eylül sonrasında oligarşinin uyguladığı "adam satın alma" politikalarıyla ülke çapında yaygınlaşan yolsuzluk, suistimal ve rüşvet ortamının kitlelerde yarattığı hoşnutsuzluğu "adil düzen", "dürüst yönetim" sloganları ile kendisine kanalize ederken, "nur yüzlü din adamı" imajından yararlanmıştır.
Aynı şekildi, küçük-burjuva aydınlarının yıllar boyu "cahil gerici yobazlar" olarak işledikleri şeriatçı imajını, İmam-Hatip Liselerinde kurdukları bilgisayar merkezleriyle işlevsiz kılarken, aynı küçük-burjuva aydınının bilgisayar konusundaki bilgisizliği ile kendi lehine çevirebilmiştir. Günlük ilişkilerinde ellerinden düşürmedikleri bilgisayar disketleri ile kitle içinde boy gösterirlerken, diğer düzen partilerinin medya aracılığıyla kitlelerin karşısına çıkmalarını kolayca etkisizleştirmişlerdir de. "Sıkma baş" görüntülerin yanına üniversite diplomalarını yerleştirerek, "cahil gerici yobaz" imajını tersine çevirirken, kitleler yıllar boyu kendilerine tanıtılandan farklı bir görüntüyle karşı karşıya kalmalarının şaşkınlığını yaşamıştır. Bu şaşkınlık öylesi boyutlara ulaşmıştır ki, 1993 Temmuz ayında 37 ilerici, yurtsever ve demokratın Sivas' da bu kesimler tarafından yakılarak katledilmeleri bile unutulmuştur.
Oysa tüm bu görüntüler, RP'nin temsil ettiği sınıfların niteliği ile bağlantılıdır. Özellikle orta sermaye kesimlerinin 1980 sonrası ekonomik ilişkiler ağı içinde yeni tip personale gereksinmesi vardı. Bu yeni personel, uluslararası ticari ilişkileri yürütebilecek ve günümüzdeki teknolojiyi kullanabilecek bir niteliğe sahip olması gerekiyordu. Faks, bilgisayar vb. araçların yaygın kullanımı, devletin mali işlemlerde bilgisayar uygulamalarına geçmesi, orta ve küçük sermaye kesimleri için bu personeli bulmayı kaçınılmaz hale getirmişti. Oligarşinin kendisi için de gerekli bu insan gücünü, kendi denetimindeki üniversitelerden sağladığı koşullarda, orta ve küçük sermaye kesimlerinin fazla bir seçeneği de bulunmuyordu. Üstelik buralarda eğitilmiş bu personele ödenen yüksek ücretler, bu kesimler için daha yüksek bir maliyet anlamına geliyordu. İşte böyle bir ortamda buldukları çözüm, kendi siyasal kadroları aracılığıyla kendisine uygun personel yetiştirmek ve bunları olabilen en düşük ücretle istihdam etmek olmuştur. Bunun için denetimlerinde tuttukları İmam-Hatip okullarının Liseye dönüştürülmesi ve daha sonra da İmam-Hatip Lisesi mezunlarının normal lise mezunları ile eşitlenmesi sağlanarak kendisi için gerekli personeli üniversitelere sokma olanağı bulmuşlardır. Daha ilkokul yıllarından itibaren Vakıf yurtları aracılığıyla kendi denetimlerine aldıkları yoksul köylü çocuklarını, bu yurtlardaki dini kurallarla koşullandırmakta ve yönlendirmektedirler. 12 Eylül askeri yönetimi aracılığıyla oligarşinin bu kesimlere tanıdığı bu gelişme koşullarında, gittikçe palazlanan orta sermaye kesimlerinin Suudi kaynaklarından sağlanan kredilerle beslenmesi, oligarşinin politik amaçlarıyla da çakışmaktaydı. Bu konuda İhlas Holding faaliyetleri yeterince açıktır.
Bilindiği gibi, orta sermaye kesiminin tekelleşme eğiliminin en tipik temsilcisi olan İhlas Holding, basın alanında Türkiye gazetesi ile kendisine politik bir temel oluşturmaya çalışmıştır. Türkiye gazetesinin 1980 sonlarında elde ettiği 1,5 milyonluk tiraj, doğrudan bu kesimin şeriaçı örgütlenmeyle olan bağlarıyla gerçekleştirilmiştir. T. Özal sayesinde tekelleşmeye, holdingleşmeye giden İhlas gurubu TGRT adıyla televizyon yayınından, tencere-tava pazarlamaya kadar her alanda faaliyet göstermektedir. Ancak İhlas Pazarlama'nın pazarlamasını yaptığı ürünlerin hemen hemen tamamı, Anadolu küçük ve orta sermayesinin ürünleridir. İhlas Holding'in faaliyetlerinden sadece televizyon yayıncılığı ele alınacak olursa, nasıl bir personele gereksinmesi olduğu kolayca anlaşılır. İşte bu gereksinmeleri, yukarda ifade ettiğimiz biçimde kendi sınıf çıkarlarına uygun politika yürüten kesimlerin desteğinde sağlanmaktadır. Ulaşmak istedikleri amaç, emperyalizmle yeni koşullarda yeni bir ittifak oluşturmak ve bu yolla tekelleşmektir. Bunun siyasal plandaki sözcüsü Refah Partisi' dir.
Başta da belirttiğimiz gibi, ister "ılımlı" şeriatçılar olsun, ister "radikal" şeriatçılar olsun, belli bir sınıfın çıkarlarının sözcüsü olmak durumundadırlar. Kendi şeriatçılıklarının dayandığı "devlet iktidarına sahip olma" özelliği ve şeriat devletinin küçük ve orta sermaye ile tüccar kesimini koruyucu "hadislere" sahip olması, bu kesimlerle tekelleşememiş burjuvazinin çıkarlarıyla paralellik sağlanabilmesinin temelini oluşturmakadır. Bu bir açıdan finans-kapitalin faşist ideoloji ile paralellik kurabilmesiyle benzerliklere sahiptir. Sorun, temsil edilen sınıfın çıkarlarını ve amaçlarını gerçekleştirebilmek için kitle desteği sağlamaktır. Onlar için, şeriatçılık kendi amaçlarına ulaşmanın bir aracıdır. Ancak şeriatçılığın bizatihi kendisinin siyasal iktidarı (devlet) kapsayan bütünselliği gözden kaçırılmamalıdır.
Sonuç olarak özetlersek, Refah Partisi, sınıfsal olarak, orta ve küçük sermaye kesimlerinin çıkarlarını savunan siyasal bir harekettir. Bu hareketinde RP, temsil ettiği sınıfların pazar ilişkileriyle bağlantı içinde olduğu Anadolu esnaf-zanaatkâr sermayesi ile tüccar-tefeci sermayenin de desteğini almıştır. Dini ve şeriatçılığı siyasal bir silah olarak kullanarak kitleselleşmek durumundadır. Böylece emperyalist üretim ilişkilerinin ülkede gelişmesinin ürünü olarak ortaya çıkan tepkileri bünyesinde toplayabilmektedir. Tüm anti-emperyalist söyleminin temelinde bu kitleselleşme amacı yatmaktadır. Gerek temsil ettiği sınıfların niteliği gereği, gerekse dinin poliik bir silah olarak kullanılması (şeriatçılık) onun anti-komünist yanını ortaya çıkarır ve devrime karşıdır. Bu nedenle, her zaman ve her yerde devrim güçlerinin karşısında yer almışlardır ve oligarşinin devrimci mücadeleye karşı delinen siperlerinin onarıldığı bir dolgu malzemesidir. Bu, RP'nin ve şeriatçılığın temsil ettiği mülk sahibi sınıflarla bağlantısından gelen sınıfsal bir durumdur.