Yaz , Danıştay saldırısı, "piyasalar"daki dalgalanmaların ardından "tatil" havasında başladı. Ama yaz ayları, aynı zamanda savaşlar için en uygun mevsim koşullarını da yaratıyordu. Hemen her zaman yaz aylarında PKK'nin eylemlerinde artışlar olurken, dünyanın herhangi bir yerinden yeni savaş ve çatışma haberleri gelmeye başlar. Bu yıl da farklı olmadı.
PKK'nin eylemlerindeki nispi artışlarla "şehit cenazeleri" ve "şehit aileleri" gündemin ilk sıralarına yükselirken, İsrail'in Lübnan saldırısı Ortadoğu'ya ilişkin emperyalist planları (BOP) yeniden güncelleştirirken, Lübnan'a asker gönderme tartışmaları başladı.
Lübnan sınırına kadar gidip dönen köşe yazarları, "nitelikli dolandırıcı"ların Nasrallah röportajları, İsrail saldırısını protesto eylemleri, islamcılar ile solun ittifakına yönelik açılımlar, "medya"nın en popüler konuları haline geldi.
İsrail'in 41 günlük saldırısı, Hizbullah'ın direnişi, uzun menzilli Katyuşa roketleri haberlerin askeri yanını oluştururken, protesto eylemleri siyasal içeriğini oluşturdu.
Lübnan olayı, BM'in zavallılığını, emperyalist ülkelerin sıradan bir aracı olduğunu açıkça gösterirken, İsrail saldırısı, tüm emperyalist ülkelerin ortaklaştığı askeri ve politik amaçlara ulaşana kadar sürdürüldü. Bu amaçların gerçekleştirildiğine karar verildiğinde ise, 24 saat içinde ateşkes ilan edildi, BM "barış gücü"nün Lübnan'a yerleştirilmesi kararı çıkartıldı. Böylece Türkiye'nin BM kararları çerçevesinde Lübnan'a asker göndermesine ilişkin "tezkere" tartışmaları ve protesto eylemleri gündemin ilk sırasına yerleşti.
5 Eylülde TBMM'den AKP'nin oylarıyla kabul edilen "tezkere"yle TSK Lübnan "yolcusu" olurken, görevi de, en yüksek ağızlardan "barışı korumak" ve "insani yardım" olarak kamuoyuna ilan edildi.
"Tezkere" tartışmaları sırasında BM "barış gücü"nün temel görevinin Hizbullah'ı silahsızlandırmak olduğu belgeleriyle ortaya konulmuş olmasına karşın, TSK'nın Lübnan "görevi"nin "barışı korumak" ve "insani yardım" yapmak olarak sunulması ise, yine "medya"nın etkin çabasıyla sağlandı.
Bugün Lübnan'a gönderilen BM "barış gücü"nün tek görevinin Hizbullah'ın silahsızlandırılması olduğu, bu gücün yönetimini üstlenen emperyalist ülkeler tarafından hiçbir tartışmaya yer vermeyecek biçimde açık ve net olarak ortaya konulmuştur. Öyle ki, gönderilen emperyalist ülke askeri güçleri ağırlıklı olarak deniz gücünden oluşmakta ve Lübnan'ın denizden abluka altına alınması görevini yerine getirmektedirler. Böylece deniz yoluyla Hizbullah'ın silah temin etmesi engellenecektir.
Lübnan'ın "barış gücü" tarafından denizden ablukaya alınmasına paralel olarak hava ulaşımı ve Suriye sınırının denetimi gündeme getirilmektedir. İran'dan Lübnan ve Suriye'ye giden uçakların Türkiye hava sahasından geçişinde durdurulması ve aranması Hizbullah'ın silahsızlandırılması stratejisinin parçası durumundadır.
Henüz Lübnan "tezkere"si ülkenin gündeminden çıkmamışken, "şehit cenazeleri" ve "vatan sağolsun demiyorum" söylemleri yeni gündem maddesi olarak kamuoyunun karşısına çıkartıldı. Böylece PKK ve Kürt sorunu, "Büyük Ortadoğu Projesi" çerçevesinde yeniden güncelleşti.
Amerikan emperyalizminin "imaj"ını düzeltmek ve yükselen anti-amerikanizme set çekmek amacıyla "PKK koordinatörü" ataması, birbiri ardına gelen "şehit cenazeleri", Kuzey Irak'ta "Kürt devleti"nin engellenemez oluşumu haberleri ve tartışmaları arasında 13 Eylül günü DTP'nin "ateşkes çağrısı" ve ardından Diyarbakır'da meydana gelen patlama, çok kısa süreli yeni bir tartışmanın başlatıcısı oldu.
Diyarbakır'daki patlamayı TİT'in (Türk İntikam Tugayları) üstlendiğine ilişkin haberler, bombalamayı "derin devlet"in gerçekleştirdiğine ilişkin düşünceleri pekiştirmeye yetti. AKP "medya"sı, Danıştay saldırısı sırasında gösterdiği dezenformasyon becerisini gösterememiş olsa da, Diyarbakır bombalamasının PKK tarafından gerçekleştirildiğine ilişkin "hiçbir şüpheye yer olmadığı"nı ilan ederek, sorumluluğu TİT'ten TAK'a (Kürdistan İntikam Şahinleri) aktarma becerisi gösterdi.
Ancak TİT-TAK haberleri ve spekülasyonları birkaç gün içinde ortalıktan kayboldu. Gündem hızla değişti ve şeriatçılık, irtica haberleri öne çıkartıldı. 4 Eylül günü İsmailağa Cami'ndeki cinayet ve linç olayıyla bağlantılandırılan "irtica tehlikesi", Milli Eğitim Bakanlığı'nın ders kitaplarındaki "müslümanlaştırma" operasyonları "medya"nın gözde konusu haline gelirken, PKK, Kürt sorunu ve "şehit cenazeleri" Diyarbakır patlaması olmamışçasına kaldığı yerden konuşulmaya devam edildi.
Gerçekte ise, "taraflar" Diyarbakır patlamasından "gereken mesajları" karşılıklı olarak vermiş ve almışlardır.
"Mesaj", özetle, TAK'ın "turizm" bölgelerindeki eylemlerine karşı TİT'in Kürt kentlerinde benzer eylemler için sahneye çıkartılacağı olmuştur. Bu "mesaj" temelinde Sessiz sedasız, kavgasız gürültüsüz "consensus" oluşturuldu.
Bu "mesaj teatisi"nin hemen ardından "PKK koordinatörleri"nin atanması, ABD'nin "PKK'yi bitirmeye karar verdi" haberleri, Türkiye-İran'ın PKK'ye karşı "ortak operasyona hazırlandığı" manşetleri birbiri ardına kamuoyunun karşısına çıkartılırken, bir kez daha sahneye Talabani çıktı.
Talabani PKK'nin "birkaç gün içinde ateşkes ilan etmeye" ikna edildiği açıklamasının ardından İmralı'dan A. Öcalan'ın "ateşkes çağrısı" geldi.
Her ateşkes olayıyla birlikte ortaya atılan "çözüm paketleri" yeniden raflardan indirildi. Bu son ateşkes "yeni bir fırsat" olarak ilan edilirken, PKK'nin "dağ kadroları" için genel af çıkartılması, yönetici kadrolarının "sürgün"e gönderilmesi, doğu ve güneydoğuya yatırımlar yapılması gibi klasikleşmiş "çözüm paketleri" ortaya çıkartılırken "terörün kökünü kazımak" söylemleri oldukları yerde kalmaya devam etti.
İşte bu gelişmeler ortamında TSK'nin "üst kademeleri" birbiri ardına "irtica tehlikesi" üzerine açıklamalar yapmaya, AB'nin "dayatmalarına" karşı seslerini yükseltmeye başladılar. "İslamcı medya"nın TSK'nın "irtica tehlikesi"yle uğraşmak yerine PKK'ye karşı mücadeleyle uğraşması "talebi", bu ortamda fazlaca etkili olmadı.
Bir ay gibi kısa bir zaman diliminde böylesine değişken ve yoğun "gündem"ler ortaya çıkması, herbirinin diğerini geride bırakması karşısında, hemen herkes "ramazan ayı"nın "kutsallığı ve kerameti" içinde olayların izleyicisi olarak kalmaya devam etti.
Kimi sol oluşumlar, özellikle legalistler, böylesine hızlı değişen "gündem"ler karşısında "hızlanma" stratejileri ortaya atarken, bazı sosyal-demokratlar televizyon dizileriyle ve rafa kaldırılmış "çözüm paketleri"yle Kürt sorunun "kalıcı çözüm"ü için insiyatif almak için ileri atıldılar.
Ama "gündem"ler hızla değiştirilebiliyordu, öyle de oldu.
Şimdi öne çıkartılan "gündem", TSK'nın "irtica tehlikesi" belirlemeleri ve "laik cumhuriyet"e "laik cumhurbaşkanı" seçimi olmaya başladı.
Bu yeni gündemin ara maddesi ise, Mart ayında yapılması "ideal" olarak kabul edilen erken genel seçimdir.
Mevcut seçim yasası açısından "ideal" Mart erken genel seçimi için bugünden harekete geçilmesi kaçınılmazdır. En geç Aralık ayına kadar erken seçim kararı alınırsa, Mart ayında, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde genel seçim yaptırtmak olanaklı olacağından, tüm çabalar AKP'yi erken seçim kararı almaya zorlamaya yöneltilecektir.
Artık ülkenin siyasal gündemi, AKP'yi erken seçim kararı almaya zorlamaya yönelik "hızlı gündem"ler oluşturmayla belirlenmeye başlamıştır. AB, "irtica tehlikesi", Kürt sorunu, PKK, ateşkes, "şehit cenazeleri", "bölünmüş Türkiye haritası" vb. "gündem başlıkları", yere ve zamana göre hızla yer değiştirecek "gündemler" halinde kamuoyunun karşısına çıkartılırken, ülkenin olabildiğince çok ve değişken sorunlarla yüzyüze olduğu kanısı yaygınlaştırılmaya çalışılacaktır.
Bugün için Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının bu "hızlı ve değişken" gündemler karşısında yapabileceği fazla bir şey yoktur. Elinden gelen tek şey, hazır meclis çoğunluğuna sahipken şeriatçı kesimler için yeni mevziler kazanmak için "ne çok iş yaptığı"nın propagandasına ağırlık vermekten ibarettir. Ama asıl çatışma, ister Mart ayında yapılacak olan erken genel seçim, ister Ekim ayında yapılacak olan olağan genel seçim olsun, seçim sonrasında dört yıllık AKP hükümeti döneminde şeriatçı kesimlerin elde etmiş olduğu mevzilerin nasıl korunacağı ve düşürüleceği noktasında odaklanacaktır. Dolayısıyla bugünden yarına bu çatışmanın hazırlıkları yapılmakta, saflar oluşturulmaktadır.
Milliyetçi-muhafazakar "merkez sağ"ın partisi olarak Ağar yönetimindeki DYP'nin Amerikan emperyalizmi tarafından desteklendiğine ilişkin haberler el altından basına sızdırılmaktadır. Bazı "strateji uzmanları"nca CHP-MHP koalisyon hükümeti "ideal" savaş aracı olarak düşünülürken, başka "stratejistler" %15 oyla mecliste temsil edilecek olan Ağar DYP'sinin şeriatçı mevzileri daha kolaylıkla düşürebileceğini iddia etmektedirler.
Bu "stratejist"ler, seçim barajı %5'e indirilerek DTP'nin meclise girmesinin sağlanmasıyla meclis aritmetiğinin daha esnek koalisyonlar çıkartılabileceği hesapları yapmaktadır.
Bu "stratejik" hesaplar sırasında, Hakkari komando tugayının "emir-komuta zinciri" içinde yaptığı "mıntıka temizliği" Kürt kitlesi üzerinde Barzani'nin artan etkinliğine karşı yeni bir "mesaj" olarak gündeme gelmiştir.
Süreç, erken ya da olağan genel seçime doğru evrilmektedir. Bu da "medya" aracılığıyla yürütülecek dezenformasyon, manipülasyon ve demagoji kampanyalarının her dönemkinden daha çok yoğunlaştırılacağı demektir. Ekonomistlerin söylemleriyle ifade edersek, uluslararası piyasalarda meydana gelecek dalgalanmaların yaratacağı ekonomik kırılmalar da bu süreçte etkin bir unsur olarak ortaya çıkacaktır.
Özetle, gelişen süreç, oligarşik yönetimin kırılganlığı giderek artan mevcut dengeleri yeniden düzenleme, sömürücü sınıflar arasında yeni bir "uzlaşma" sağlama amacıyla nispi demokratik ortamı ve "medya"nın gücünü azami ölçüde kullanmaya çalışacağı bir süreçtir. Beklemedikleri tek şey, devrimci mücadelenin bu süreçte etkin bir güç olarak ortaya çıkmasıdır. Bu konuda oligarşinin tek güvencesi, legalleşmiş ve legalize olmuş icazetli soldur. Bunlar da, seçim sath-ı mailinde etkileri altındaki en içten duygularla devrime inanmış insanları oyalayabileceklerini hesaplamaktadırlar.
Aynı ırmakta bir kez daha yıkanmak istemeyenlerin yapması gereken, oligarşik yönetimin o hiç beklemediği şeyi gerçekleştirmektir.