Karartma Altında
Kıbrıs
New-York görüşmeleri, ikili görüşmeler, İsviçre'nin Bürgenstock kasabasında yapılan dörtlü görüşmeler derken Kıbrıs sorunu sürekli gündemin ilk maddesi olmayı sürdürmüştür. AKP hükümetinin kendisine yönelik olası bir "laikçi" askeri darbeye karşı hamiliğini üstleneceğini varsaydığı Amerikan emperyalizminin her söylediğini yerine getirme çabası, bir yandan Kıbrıs sorununun özünün kaybolmasına neden olurken, diğer yandan Kıbrıs'ın geleceğini gözlerden gizlemeye hizmet etmiştir.
Kıbrıs'ın Türk ve Rum halklarının olduğu kadar, Türkiye ve Yunanistan halklarının da geleceği açısından da büyük bir öneme sahip olan Kıbrıs sorununun çözümü, basit bir "al-ver" ya da Tayyip Erdoğan'ın "kazı-kazan"dan türetilmiş "kazan-kazan" edebiyatı arasında kaybolup gitmiştir.
Yüzyıllardır birbirine düşman edilmiş halkların ilişkilerini belirleyen bir sorunun, Tayyip Erdoğan'ın K. Annan'a söylediği iddia edilen "Kıbrıs yüzünden seçimde MHP' ye ve muhalefete altı puanım gitti, elimi güçlendir" sözlerinde ifadesini bulacak kadar sıradanlaştırılması ve salt bir seçim malzemesi olarak görülmesi, gelinen aşamada işlerin ne denli gayri-ciddileştiğinin açık ifadesi olmuştur.
W. Bush'un himayesinde Kıbrıs sorununu Türkiye lehine çözeceğine inanmış Tayyip Erdoğan ve mehteran takımı, Annan planında birkaç küçük değişiklik yapılmasını sağlayarak "Kıbrıs sorununu çözen büyük lider" olma sevdasıyla girdikleri yolda hiçbir ilerleme kaydedilmediği ortaya çıktıkça "karartma"ya dört elle sarılmışlardır.
Borsayı hoplatıp-zıplatmadan öteye, hiçbir değere sahip olmayan gerçek-dışı gazete başlıklarıyla yürütülen Kıbrıs görüşmeleri, "dönekliği" ile övünen Hasan Cemal'in desteğinde İsviçre sınırlarına geldiğinde Birleşmiş Milletler "karartması"yla gizlenmeye çalışılmıştır.
İsviçre'nin Bürgenstock kasabasında, "medya"nın yapıldığını iddia ettiği dörtlü görüşmelerin, gerçekte Annan'ın ayrı ayrı yaptığı görüşmelerden ibaret olduğu da bu "karartma" sayesinde kamuoyundan gizlenilebilmiştir.
Amerikan emperyalizminin ülkemizdeki en önemli "sopacısı" durumunda olan M. Ali Birand bile, gelinen aşamada işlerin iyi gitmediğini yazabilecek hale gelmişken, Tayyip Erdoğan ve Hasan Cemal takviyeli mehteran takımı "Rumları köşeye sıkıştırmanın" dayanılmaz hafifliği içinde, diplomasi ile İsviçre'de tatil yapmayı birbirine karıştıracak kadar pervasızlaşmışlardır.
İsviçre'nin Bürgenstock kasabasında yapıldığı iddia edilen, ancak hiçbir biçimde yapılmayan "dörtlü görüşmeler" sonrasında ortaya çıkan tablo şöyledir:
Büyük tartışmalara yol açan ve olduğu gibi kabul edilmesi için Kuzey Kıbrıs'ta AB fonlarıyla finanse edilen büyük propagandaların konusu olan, uğruna siyasal partilerin kurulduğu ünlü Annan planı "dördüncü kez" revize edilmiştir. Revize edilmiş Annan planı ilk halinden önemsenebilecek farklılığa sahip değildir. Kofi Annan'ın kendi deyişiyle, tarafların hassasiyetleri dikkate alınarak, ayrıntılarda birkaç küçük değişikliğe gidilmekle yetinilmiştir. Ve 31 Mart günü İsviçre'de son aşaması yapılan "görüşmeler", New-York görüşmeleri öncesinde varılan anlaşmaya uygun olarak Annan planının 24 Nisan günü referanduma sunulması açıklamasıyla sona ermiştir.
Referanduma konu olan revize edilmiş Annan planı, adada bulundurulacak askeri güçler konusunda "Türk tarafını" hoşnut etmeye yönelik ya da Tayyip Erdoğan'ın "elini güçlendirmek" için bazı küçük değişiklikler ile Kuzeye yerleşecek Rum nüfusun artırılması ve Merkez Bankasına ilişkin "Rum tarafını" hoşnut edecek değişiklikleri içermektedir.
Yapılan tüm açıklamalarda "Türk tarafının" ilk kez masadan "çözüm isteyen taraf olarak" kalktığı, Annan planının revize edilmiş halinin "Türkler için en iyisi" olduğu, bu haliyle "olmazsa olmazlar"ın kabul ettirildiği ne denli söylenirse söylensin, tüm görüşmeler, havanda su dövmenin ötesine geçmemiş ve sonuçta ilk başlanılan yere geri dönülmüştür.
Ancak AKP hükümeti tarafından yapılan tüm açıklamalara ve bunların "medya" tarafından manşetlerle desteklenmesine karşın, New-York'ta başlayan görüşmeler öncesinde iddia edilenlerin hiçbiri gerçekleşmemiş ve olduğu söylenen şeyler olmamıştır.
Anımsanacağı gibi, süreç, Tayyip Erdoğan'ın Ocak ayındaki Amerika seferi öncesinde, görüşme koşullarının, yani görüşmelerde taraflar anlaşmaya varamadıkları taktirde Annan'ın sunacağı metnin referanduma götürülmesinin kabul edildiğine ilişkin açıklamayla başlamış ve Alvero de Soto'nun yerine ABD dışişleri bakanı Powell'ın "arabulucu" olması istenildiği, bunun W. Bush tarafından kabul edildiği haberleriyle sürdürülmüştür. Bugün bu bilgilerin tümüyle gerçekdışı olduğu ortaya çıkmıştır.
Aynı şekilde, New-York sonrasında Kıbrıs'ta iki toplum arasında yapılacak görüşmelerde AB'nin yer almayacağı söylenmesine karşın, AB'nin genişlemeden sorumlu komiseri Verheugen Lefkoşe'deki ve İsviçre'deki görüşmelerde hazır bulunmuştur.
Görüşmelerin son aşamasında İsviçre' deki toplantıların dörtlü zirve şeklinde olacağı söylenmesine karşın, görüşmeler Annan'ın yürüttüğü "mekik diplomasisi"yle yapılmış ve taraflar nezaket ziyaretleri dışında bir araya gelmemişlerdir.
Yine AKP ve "medya" destekli mehteran takımının "olmazsa olmazlar" dedikleri, özellikle de planda öngörülen istisnaların (derogasyonlar) AB müktesebatına dahil edileceği iddiaları, bizzat Verheugen tarafından defalarca yalanlanmıştır. Bu ise, yapılan görüşmelerde "karşı taraf" sıkıştırılarak Annan planında önemli "kazanımlar" elde edilse bile, bunların, Kıbrıs'ın AB'ye resmen katılacağı 1 Mayıs sonrasında AB müktesebatına uygun olmadığı için ortadan kaldırılacağı anlamına gelmektedir. Ve bugün AB, Annan planında yer alan istisnaların (derogasyonların) zaman sınırlaması olmaksızın AB hukuk düzeni içinde yer alamayacağını açıkça ilan etmiştir.
Oysa başta M. Ali Talat olmak üzere, Kuzey Kıbrıslı AB yandaşlarının en büyük iddiası, 1 Mayıs'tan önce Annan planı kabul edilmediği takdirde, istisnaların (derogasyonların) AB hukukuna dahil edilmeyeceği, dolayısıyla 1 Mayıs'tan önce anlaşmaya varıldığında ise bu derogasyonların otomatikman AB hukuk sistemine dahil olacağı iddiası olmuştur. Bu iddia, 1 Mayıs'tan önce anlaşmaya varılmaması halinde "Türk askerinin adada AB toprağının işgalcisi olarak kabul edileceği" söylemiyle de desteklenmiştir.
Bugün Tayyip Erdoğan'ın "çözümsüzlüğe çözüm diye bakmıyoruz" sözleriyle başlayan ve "kazan-kazan" edebiyatı ile sürdürülen görüşmelerde Annan planının içerdiği istisnaların AB hukuk sistemine dahil edilmesinin bizzat AB tarafından kabul edilmediği açıklanmıştır. M. Ali Talat ve diğer AB yandaşlarının Aralık 2003 seçimleri öncesinde özenle işledikleri bu iddiaların, tümüyle aldatmacadan ibaret olduğu açığa çıkmıştır.
İsviçre'deki görüşmelere taraf olarak katılan AB komiseri Verheugen, son saatlerde, Annan planının içerdiği istisnaların (derogasyonların) süresinin uzatılması karşılığında Karpaz yarımadasının Kıbrıs Rum yönetimine devredilmesini istemiştir. Verheugen, "Karpaz'da bölgesel yönetimin ve mülkiyet haklarının Rumlara bırakılmasının gerektiğini, Karpaz'ın tarihsel olarak Rumların hakkı olduğunu" söyleyerek pazarlığa başlamıştır.
Böylece Annan planının "Türkler lehine" olduğu propagandası yapılan derogasyonların (istisnaların) Kıbrıs'ın AB üyeliğiyle birlikte, yani 1 Mayıs sonrasında ortadan kalkacağı kesinleşmiştir. Kuzey Kıbrıs halkı, 24 Nisan referandumunda evet oyu da kullansa, hayır oyu da kullansa, Annan planında sunulan istisnaların (derogasyonların) ömrü birkaç yılla sınırlıdır.
BM'lerin "karartma"sıyla karanlıkta bıraktırılan diğer bir konu da, Karpaz yarımadasının tümüyle Kıbrıs Rum yönetimine devredilmeye çalışılmasıdır.
İsviçre'de yapılan son görüşmelerin ortaya çıkardığı bu olgu, Kıbrıs'ın askeri-stratejik özelliği ve bu askeri-stratejik özelliği içinde Karpaz yarımadasının Yunanistan ve AB için çok daha özel bir öneme sahip olduğunu göstermektedir. Bu önemi Rum Yönetiminin eski Cumhurbaşkanı Yorgo Vasiliu, İsviçre görüşmelerinin son gününde şöyle ifade etmiştir:
"Çözümün anahtarı Karpaz'dır. Orayı bize verin, bu iş bitsin".[*]
Kıbrıs adasının kuzeyinde yer alan ve İskenderun'a doğru uzanan Karpaz yarımadası, dağlık ve verimsiz topraklardan oluşan dar bir şerittir. Kıbrıs eşeklerinin doğal toprakları olması yanında Apostolos Andreas Manastırı'nın bulunmasından başka bir özelliğe sahip değildir. Buna rağmen Karpaz yarımadasının Kıbrıs sorununun çözümünde neredeyse anahtar konumuna sokulmasının nedeni, doğrudan bu bölgenin Kuzey Akdeniz deniz alanlarında stratejik bir öneme sahip olmasıdır. Özellikle Karpaz burnunda yer alan Zafer limanı bölgenin stratejik niteliğini daha da belirginleştirir.
Ülkemizdeki globalizm yandaşı eski solcu ve yeni "sol" liberal küçük-burjuva aydınlarının küçümsedikleri ve tarihin geçmişinde kalmış bir özellik olarak sundukları Kıbrıs adasının stratejik önemi içinde Karpaz yarımadası ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Bu ayrıcalık 1964 yılında ABD ve İngiltere'nin Kıbrıs sorununa ilişkin hazırladıkları ve Acheson planı olarak bilinen planda açıkça görülebilmektedir.
1964 Acheson planına göre, Kıbrıs'a 1.200 kişilik ABD birliğinin de içinde bulunduğu 10 bin kişilik bir NATO birliği yerleştirilecek ve bu birlikler bir İngiliz komutanın emrinde olacaktı. Böylece Kıbrıs adası açık bir NATO üssü haline getirilirken, Karpaz bölgesi de Türkiye'ye askeri üs olarak verilecekti.
Acheson planı, açık biçimde Kıbrıs adasının NATO üssü haline getirilmesi amacını ortaya koyan bir belge olduğu kadar, Karpaz bölgesinin Kuzey Akdeniz bölgesi için askeri-stratejik önemini de ortaya koyan bir belgedir.
Globalizm propagandisti "medya" yazarlarının dağlık ve verimsiz topraklardan başka bir şey olmadığını söyleyerek verilmesinin hiçbir sakıncası olmadığını ileri sürdükleri Karpaz bölgesi, Kıbrıs pazarlıklarında özel bir yere sahip askeri bir sorundur.
Kıbrıs sorununda, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere tüm emperyalist ülkelerin gösterdikleri "gayretler" ve "yardımlar"ın küçük-burjuva aydınlarının göstermeye çalıştıkları gibi, elli yıllık bir sorunu çözme isteğiyle hiçbir ilgisi yoktur. Tarih göstermiştir ki, hiçbir emperyalist ülke, kendi çıkarlarını ilgilendirmediği sürece, bölgesel ya da ulusal hiçbir sorunla ilgilenmez ve çözümü için taraf olarak ortaya çıkmaz. Bunun tersini iddia etmek, Amerikan emperyalizminin Irak işgalini de Irak halkına demokrasi getirme amacıyla gerçekleştirdiğini söylemekle özdeştir.
Gerek Kuzey Kıbrıs'ın "Türk" küçük-burjuva aydınları, gerekse Güney Kıbrıs'ın Rum solcu küçük-burjuva aydınları, sınıfsal niteliklerine uygun olarak, saf bir aptallıkla özdeşleşen bir "iyiniyet" sergilemektedirler.
Örneğin AKEL, Kıbrıs sorununun çözümüyle adanın birleşmesinin yararlarını birbiri ardına sıralarken ve bunun Kıbrıs halkının ve emekçilerinin çıkarına olduğunu söylerken, Kıbrıs'ın AB üyeliğine paralel olarak NATO üyesi yapılmasını kabul etmeyeceklerini söylemektedir. AKEL'e göre, birleşik Kıbrıs'ın AB üyeliği olumlu ve ileriye doğru atılmış bir adımdır, ancak Kıbrıs'ın NATO üyesi olması kabul edilemez.
AKEL, Kıbrıs'ın AB üyeliğine paralel olarak NATO'ya üye olması yönündeki AB'nin emperyalist ülkelerinin çabalarını görmekle birlikte, bunun gerçekleştirilemeyeceğini düşünerek geçiştirmeye çalışmaktadır.
Kıbrıs sorununun "çözüm"üne, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere tüm emperyalist ülkelerin gösterdikleri ilgi, tümüyle adanın NATO şemsiyesi altında askeri bir stratejik üs haline dönüştürülmesi amacıyla belirlenmiştir. Bunu görmeyenler, görmek istemeyenler, Kıbrıs konusunda yapılan görüşmelerdeki pazarlıkların askeri niteliğinin "karartılması"ndan yararlanmaya çalışmaktadırlar.
Sürekli yinelediğimiz gibi, Kıbrıs adası, emperyalist ülkeler için, Ortadoğu'ya yönelik müdahalelerin stratejik bir askeri üssü haline getirilmek istenmektedir. Adanın ikiye ayrılmışlığı, Türkiye ile Yunanistan arasında askeri çatışmaya yol açabilen bir sorun olarak varlığı, emperyalist ülkelerin Kıbrıs adasını istedikleri biçimde kullanmalarını engellemektedir. Kıbrıs sorunu çözüldüğü oranda, Kıbrıs adası emperyalist ülkelerin stratejik askeri üssü haline dönüştürülecektir. Bu dönüşümün en önemli halkalarından birisi, Amerikan emperyalizminin Azor adalarında ve İngiltere'de bulunan B-52 ve B-2 stratejik bombardıman uçaklarının Kıbrıs'taki yeni üslere taşınmasıdır. Böyle bir askeri üssün Ortadoğu ve Kafkasya halkları için ne anlama geleceği açıktır.
Kuzey ve Güney'in "solcu" küçük-burjuvaları, bu gerçekleri bir yana bırakarak, Kıbrıs sorununun çözümünü Kıbrıs halklarının ekonomik kalkınması için, refahı için istediklerini söylemektedirler. Örneğin Karpaz yarımadasının Rum yönetimine verilmesinin, hem manastırı nedeniyle (dinsel özgürlük), hem de Güney Kıbrıs Rum yönetiminin Suriye ile yaptığı doğal gaz anlaşmasının gereği olarak Karpaz bölgesinden geçecek boru hatlarının daha "ekonomik" olacağı için gerekli olduğunu söylemektedirler.
"Al-ver" ilişkilerini böylesine dinsel ya da ekonomik nedenlere dayandırmaya çalışan küçük-burjuvalar, Karpaz sayesinde doğal gaz boru hatlarının daha az denizden geçeceğini ve maliyetin düşeceğini söylerken, diğer yandan Karpaz gibi dağlık bir bölgede boru hatlarının maliyetinin ne denli pahalı olacağını hiç düşünmezler.
Sorun, Kıbrıs adasının bağımsızlığı, Kıbrıs halklarının refahı, Rum ve Türk halklarının dostluğu sorunu değildir. Sorun, Kıbrıs adasının emperyalizmin stratejik askeri bir üssü haline dönüştürülmesi sorunudur. Bu amaca ulaşabilmek için, "karartma" yapıldığı gibi, "medya" olanakları kullanılmakta ve adam satın alma politikaları uygulanmaktadır.
GÜNEY KIBRIS EKONOMİSİ
Kendi eğitim düzeyinin halkın eğitim düzeyinden yüksek olduğunu bilen, dolayısıyla bu "yüksek" eğitimiyle çok şey bildiğini ve hatta herşeyi bildiğini varsayan bir küçük-burjuva için aşağıdaki durum "çok doğal" dır:
Bir yanda kişi başına düşen milli geliri 20 bin dolar olan, refah içinde yaşayan Güney Kıbrıs dururken, diğer yanda ve karşısında, Türkiye tarafından verilen paralarla ayakta duran, gençleri büyük oranda işsiz olan, her türlü yolsuzluğun, yasadışılığın ekonomik, sosyal ve politik yaşama egemen olduğu Kuzey Kıbrıs arasında seçim yapmak durumunda olan her "aklı başında kişi", Kuzey yerine Güney'i, yoksulluk yerine refahı, fakirlik yerine zenginliği seçecektir. Çünkü onlara göre, insanlar, beyinleriyle düşünürler, ama mideleriyle yaşarlar.
Böylesine "doğal" olarak sunulan "insani öz" karşısında vatan, millet, Sakarya edebiyatı hiçbir işe yaramayacağı gibi, ideoloji vb. "gözlükler" de işe yaramayacaktır. Bu küçük-burjuvanın "insani özü", Maksim Gorki'nin benzetmesiyle, tenyaya benzer. Üretmeden tüketmek bu "insani öz"ün en "doğal" niteliğidir.
Kendisini eğitimli olarak kabul eden, bu nedenle ekonomiden politikaya kadar her şeyi bildiğini varsayan bu "insani öz"e sahip küçük-burjuva, en basit aritmetik işlemini bile yapmayacak kadar da tembeldir.
Eğer söylendiği gibi, Güney Kıbrıs'ta kişi başına düşen milli gelir 20 bin doların üstünde ise, Güney'in halkı Avrupa'nın emperyalist ülkelerindeki halklardan bile daha yüksek bir yaşam standardına sahip demektir. Bu durumda Güney Kıbrıs'ın AB'ye üye olmasının gerekçesini, AB üyeliğiyle birlikte geleceği varsayılan ekonomik refahta bulmak olanaksızdır. Ülkede askeri bir yönetim olmadığı ölçüde, AB üyeliğiyle Kıbrıs'a demokrasi getirilmesinden de bahsedilemez.
Bunlar söz konusu olmadığına göre, Güney Kıbrıs'ın Rum yönetiminin AB'ye üye olma isteğinin "mantıklı" iki açıklaması bulunmaktadır: Ya Rum yönetimi, AB gibi bir "uygarlık projesi"ne katılmak istemiştir, ki bu durumda AB üyeliği isteği her türlü ekonomik vb. çıkarlardan arındırılmış, "arı" bir hümanist yaklaşım söz konusudur; ya da Kuzey'in Türkiye tarafından 1974 yılında işgal edilmiş topraklarının AB üyeliği ile geri alınması için uygun bir ortamın oluşacağına inanılmasıdır, ki bu durumda, Güney Kıbrıs'ın AB üyeliği her türlü insani ve yüce amaçlardan uzaklaşarak, yalın bir ulusal çıkarla özdeşleşmektedir.
İşte Güney Kıbrıs'ın ekonomik olarak şöyle gelişmiş böyle gelişmiş olduğu türünden söylemlerin "kararttığı" gerçek budur.
Güney Kıbrıs'ın AB üyeliğine başvurmasının tek nedeni, Kuzey'deki işgali sona erdirmek ve Kuzey topraklarını yeniden ele geçirmek için AB ülkelerini kendisine müttefik yapmaktan ibarettir.
Ülkemizdeki globalist küçük-burjuvaların tüm propaganda çarpıtmalarına karşın, AB, herhangi bir biçimde kendi ulusal sınırlarından, ulusal devletlerinden, ulusal egemenlik haklarından, ulusal değerlerinden, ulusal bayraklarından vazgeçmiş ya da vazgeçmeye hazır ülkelerin ve ulusların birliği değildir.
Ancak ülkemizde yapılan propaganda, bu gerçeklerin ters-yüz edilmesiyle sürdürülmektedir. Tıpkı AB'ye girerek herkesin cebine, varolmayan ve hiçbir AB ülkesi vatandaşının bile bilmediği birer "AB pasaportu" koyacaklarına inandırılmaya çalışılması gibi. Bu öylesine yaygın bir propaganda malzemesi haline getirilmiştir ki, M. Ali Birand geri sayım yaparken Kuzey Kıbrıslıların ceplerine AB pasaportu koymalarına şu kadar gün kaldı diye yazı dizileri ve televizyon programları yapabilmektedir. Oysa AB' ye üye olan ülkelerin vatandaşları, M. Ali Birand'ın dışında, kendi ülkesinin (devletinin) pasaportunu taşımaktadır.
Böylesi yalanlar içinde Güney Kıbrıs'ın AB üyeliği de, ekonomik yapısı da sürekli çarpıtılmaktadır.
Yunanistan Kıbrıs'ın AB üyeliğine girişini "helenizmin zaferi" olarak ilan etmiştir. Ve şimdi bu helenist zafer, AB'nin ekonomik ve siyasal gücü kullanılarak adanın Kuzey parçasının geri alınmasıyla perçinlenmek istenmektedir.
Güney Kıbrıs'ın AB üyeliğinin ekonomik gerekçesi bulunmamakla birlikte, Türkiye'de ve Kuzey Kıbrıs'ta yapılan tüm AB yandaşı propagandalar ekonomik gerekçeye dayandırılmıştır. Küçük-burjuva çıkarcılığını, bireyciliğini kışkırtmaya yönelik bu demagojik propaganda, yukarda ifade ettiğimiz gibi, Güney Kıbrıs'ın kişi başına 20 bin doları aşan milli gelire sahip olduğu sözleriyle desteklenmektedir.
GSMH'ya göre Güney Kıbrıs'ın kişi başına düşen milli geliri yıllar itibariyle şöyle gerçekleşmiştir:
|
$ |
1996 |
11.838 |
1997 |
11.157 |
1998 |
11.777 |
1999 |
11.906 |
2000 |
11.259 |
2001 |
11.552 |
Görüldüğü gibi, Güney Kıbrıs'ın kişi başına düşen milli geliri 11 bin dolar seviyesindedir. "Medya"da yer alan 20 bin dolar rakamlarının ne denli gerçeği çarpıtmaya çalıştığı ise açıktır.
Güney Kıbrıs Ekonomisi |
(milyon Kıbrıs £) |
2000 |
2001 |
2002 |
2003 |
Nüfus |
693.600 |
701.300 |
709.600 |
718.000 |
GSMH (Cari fiyatlarla) |
5.525 |
5.876 |
6.189 |
6.654 |
GSMH (Sabit fiyatlarla - 1995) |
4.828 |
5.021 |
5.123 |
5.225 |
İhracat |
591,7 |
627,9 |
514,4 |
485,6 |
İthalat |
2.168,4 |
2.291,2 |
2.253,4 |
2.107,4 |
Dış Ticaret Dengesi |
-1.576,7 |
-1.663,3 |
-1.739,0 |
-1.621,8 |
Kaynak: Güney Kıbrıs İstatistik Dairesi |
2003 yılında Güney Kıbrıs'ın GSMH'sı 6,6 milyar paund (13 milyar dolar) olarak gerçekleşmiştir. Bunun bir milyar dolarlık bölümü kamu ve askeri hizmetlerden oluşmaktadır. Güney Kıbrıs'ın ihracatının %60'ı ise re-export niteliğindedir. Yıllık 2 milyar dolarlık ithalatının %60'ı da İngiltere, İtalya, Almanya ve Yunanistan'dan yapılmaktadır.
Güney Kıbrıs, sözcüğün tam anlamıyla ithalata dayalı bir ekonomiye sahiptir. Bu ithalat ekonomisinin açıkları ise turizm yoluyla kapatılmaya çalışılmaktadır.
Güney Kıbrıs'ın diğer bir özelliği de, Beyrut'un Ortadoğu'nun kara para finans merkezi olmaktan çıkmasıyla birlikte, kara para ticaretinin en yoğun yapıldığı ülke olmasıdır. Bu yüzden Güney Kıbrıs'a gelen turistlerin önemli bölümü Araplardan oluştuğu gibi, Güney Kıbrıs bankalarında bulunan bunlara ait paralar, iç borçlanma senetleri yoluyla bütçe açıklarının kapatılmasında kullanılmaktadır. %8'ler seviyesinde olan faiz oranları AB'nin müdahalesi ile %4'lere indirilmişse de, özel faiz oranları aynı seviyeleri korumaktadır.
Diyebiliriz ki, Kuzey Kıbrıs, off-shore bankacılığın türkçe cenneti ise, Güney Kıbrıs da arapça cenneti durumundadır.
KARARTMA ALTINDA KALAN
GERÇEKLER
Bugün Kuzey Kıbrıs'a ilişkin olarak ülkemizde sürdürülen "ver-kurtul"culuk, her türden demagoji ve yalanlarla, "al-ver" ya da "kazan-kazan" türünden popülist söylemlerle sürdürülmektedir.
AB üyeliğinin kendi yaşam koşullarını büyük ölçüde değiştireceğine, AB üyeliği ile daha yüksek gelire kavuşacağına ve cebine koyacağı "AB pasaportu" ile istediği yere gidebileceğine inandırılmış küçük-burjuvalar ülkesinde Kıbrıs sorunu çözülmeden AB'ye girilemeyeceği propagandası oldukça büyük bir etki yaratmaktadır. Bu propagandanın etkisiyle, Kıbrıs'ın ve Kıbrıs halklarının geleceği kimseyi ilgilendirmemektedir. Bu ilgisizlik, giderek ülke, devlet, ulus, toprak gibi kavramların kimseyi ilgilendirmediği ve anlamını yitirdiği bir ortam yaratmıştır. Böylesine bir ortamda, ülke, devlet, ulus, toprak vb. üzerine yapılan her vurgu, bir yandan küçük-burjuvaların tepkisiyle karşılaşırken, diğer yandan "kemalizm, milliyetçilik, şovenizm" gibi sıfatlarla karalanmaya çalışılmaktadır.
Varolmayan "AB pasaportu"na inandırılmış insanların, kendi devletlerinden vazgeçmeye hazır hale getirilmiş olması, propagandanın ne denli etkili olduğunu gösteriyorsa da, aynı oranda ve çok daha tehlikeli bir biçimde, aynı insanların geleceklerini bilinmeyen bir kaosa sürüklemektedir.
Diplomasiyi Kasımpaşa ağzıyla konuşmak zanneden, Annan'a "elimi güçlendir" diyerek ne denli anlaşma taraftarı olduğunu göstermeye çalışan, Kostas Karamanlis'ten "Kostas" diye söz ederek lümpenleşen bir başbakanın bulunduğu bir ülkede, küçük-burjuvaların ülkeyi tümüyle terk etmeye hazır olmalarına şaşırmamak gerekmektedir.
Cebine "AB pasaportunu" koyar koymaz "kapağı" Avrupa'ya atacağını düşünen bu küçük-burjuvalar için geride ne bıraktıklarının ve bunların ne olacağının önemi yoktur. Bayramları ailesiyle, yaşlı anne-babasıyla geçirmeyi "gerilik" olarak algılayan, bayram tatillerinde "kapağı" turizm bölgelerine atmayı "çağdaşlık" zanneden bu küçük-burjuvaların geleceği tümüyle karanlıktadır. Onlar pasaportların ancak ulusal devletler tarafından verildiğini bile unutabilecek kadar kendilerinden geçmişlerdir. Bildiklerini zannettikleri ingilizceyle Avrupa'da büyük iş olanaklarına sahip olacaklarını zanneden bu küçük-burjuvalar, düne kadar sınırsız internet olanaklarıyla "tüm dünyanın bilgilerinin parmaklarının ucunda" olduğuna, internete çocuklarının ev ödevlerini bile yaptırabileceklerine inandırılmış su katılmamış aptallardır.
Yunanistan'daki PASOK'un "sosyalist" olduğuna inanan, ama adında "Pan-Helenik" sözcüklerinin olduğunu bile bilmeyen bu küçük-burjuvalar, pan-helenizmi bilmedikleri kadar, pan-türkizmi de, pan-islamizmi de bilmemektedirler. Onlar devrimci hareketin dününden duydukları birkaç bilgi kırıntısıyla, kozmopolitizmi enternasyonalizm sanacak kadar kendinden geçmişlerdir.
Bu küçük-burjuvalar, M. Ali Birand dışında hiç kimsenin bilmediği ve vermediği "AB pasaportu"nu ceplerine koyar koymaz ülkeyi terk edecekleri için, laiklik de, şeriatçılık da onları ilgilendirmemektedir. Ülkeyi terk edecekleri günlerin sayılı olduğunu düşündüklerinden, o güne kadar gönüllerini eğlendirmekle vakit geçirmektedirler. Aldıkları rüşvetlerle, yaptıkları dolandırıcılıklarla, söyledikleri yalanlarla ve banka kredi kartlarıyla yaşam sürdüren bu küçük-burjuvalar, gidici oldukları için, alabildiğine yüzsüz ve hayasızdırlar. Onlar, bu yüzsüzlükleri, hayasızlıkları, arsızlıkları ile her yerde baskın gelmektedirler. Sayıları az olmakla birlikte sesleri çok çıkmaktadır. Onların kozmopolitizmi, oligarşik devletin Kıbrıs konusundaki politikalarını yürütmesini zora sokmaktan öte, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs halklarının geleceğini tehlikeye düşüren bir duyarsızlık yaratmaktadır. Bugün Kıbrıs konusunda yapılan pazarlıkların ve bunlara bağlı propagandaların üstünü örttüğü gerçek de budur.
1991 yılında Sovyetler Birliğinin dağıtılmışlığından itibaren dünya çapında azgınlaşan ve saldırganlaşan Amerikan emperyalizminin ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını nasıl ayaklar altına aldığını Irak işgali açıkça ortaya koymuştur.
Kıbrıs sorunu dahil olmak üzere, tüm ulusal, ülkesel ve halklara ilişkin sorunlar, ulusların kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde çözülemediği sürece varlığını sürdürmeye devam edecektir.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, her ulusun kendi siyasal yönetimini kendisinin belirlemesi ve bu ulusların iç işlerine karışılmaması demektir. Herhangi bir dışsal ya da içsel dayatmalar olmaksızın, uluslar arasında yakınlaşma ve birliktelikler olmadığı sürece, uluslar arasındaki düşmanlıklar sona erdirilemez.
Tam bağımsız, askeri üslerden arındırılmış ve gerçekten demokratik birleşik bir Kıbrıs yaratılamadığı sürece, Kıbrıs sorunu varlığını sürdürecektir. Adada yaşayan tek bir Türk ya da Rum kalmasa bile, Kıbrıs, adanın stratejik-askeri niteliği yüzünden her zaman askeri çatışmalara gebedir. Kıbrıs sorununun, "ver-kurtul"la ya da "al-kurtul"la çözüleceğini düşünenler, her durumda bu askeri çatışmanın ateşleyicisi olacaklardır.
Kıbrıs sorunu bugün için "uzlaşmayla" ya da referandum sonucu çıkacak "evet"lerle çözülmüş görünse bile, askeri çatışma dinamikleriyle ve Ortadoğu halklarına yönelik emperyalist saldırganlıklarla bölgenin en önemli sorunu olarak kalmaya devam edecektir.
Yapılan dış-emperyalist baskılarla, iç politik hesaplarla varılacak bir Kıbrıs çözümü, Ege sorununu daha büyük ölçekte yeniden üretecektir.
FIR hatları, kıta sahanlığı, deniz ulaşımı vb. konularla gündeme gelecek olan çözülmüş Kıbrıs sorunu, bir yandan Türkiye'nin güney bölgelerinde yeni askeri üsler kurulması sonucunu doğururken, diğer yandan Kıbrıs devletinin daha fazla silahlanmasına neden olacaktır. Ve herkesin bilebileceği gibi, bu askeri harcamalar da, savaş riskleri yanında, ekonomik olarak da halklara tuzluya oturacaktır.
M. Ali Birand'ın "AB pasaportunu" cebine koyan Kıbrıs Türkleri tümüyle adayı terk etseler bile, bu süreç devam edecektir. Ege' de yaşanılan savaş riskleri tüm kuzey Akdeniz bölgesini kapsayacak biçimde yayılacaktır. Hiçbir BM ya da "medya" karartması bu olguların gelişimini engelleyemeyecektir.
ANNAN PLANI
TÜRK-YUNAN ASKERİ ÇATIŞMA RİSKİNİ
ORTADAN KALDIRIR MI?
Globalizm yandaşı ve propagandisti küçük-burjuvalara göre, Kıbrıs adasında varılan "uzlaşma", günümüz koşullarında ya da onların sözcükleriyle "globalleşen dünya"da hiç bir biçimde yeni çatışmalara neden olmayacaktır. "Çatışma" peşinde koşanlar sadece Türk tarafının "milliyetçileri" ile "kemalist milliyetçileri"dir, dolayısıyla varılan "uzlaşma" ve AB "uyum yasaları" bu kesimlerin gücünü büyük ölçüde kıracağı için, "çatışma" riski tümüyle ortadan kalkacaktır. Özellikle AB üyeliği sürecinde yapılacak anayasal ve yasal düzenlemelerle Türkiye'de ordunun siyasal gücü etkisizleştirileceği için, "çatışma" peşinde koşan kesimlerin çabaları pratik bir değere sahip olmayacaktır.
Onlara göre, buna paralel olarak, Kuzey Kıbrıs Türklerinin çoğunluğu AB'ye girme yanlısı olmanın ötesinde, büyük ölçüde AB üyeliği sonrasında adayı terk edecekleri için, Kıbrıs içinde bir "çatışma" potansiyeli de büyük ölçüde ortadan kalkacaktır. "Globalizm çağında", her türden milliyetçiliğin, "ilkel Türk milliyetçiliği"nin güçlenmesi de zaten olanaksızdır.
Bu savlarla ortaya çıkan globalizm yandaşı ve propagandisti küçük-burjuvaların "medya" temsilcileri, her buldukları fırsatta bu savlarının doğruluğunu kanıtlama peşine düşmüşlerdir.
M. Ali Birand, Karen Fogg'un bir numaralı "uyuyan güzel"i olarak bu kesimin orkestra şefliğini yaparken, Annan planının Türkiye'nin "olmazsa olmazları" konusunda hiçbir şey içermediğini gördüğü ölçüde, "çatışma" riskinin sadece Türkiye'deki milliyetçilerden gelebileceğini, Kıbrıs'ta böyle bir olasılığın mevcut olmadığını, Kıbrıs Türklerinin büyük ölçüde ellerindeki mülkleri satarak adayı terk edecekleri olasılığına dayandırmaya başlamıştır.
Bu bile, Annan planının Kıbırs sorununun çözümüne ilişkin hiçbir şey içermediğini, yapılanların ise, sadece "pazarlık yapılıyor" görüntüsü altında Kıbrıs'ın bütünüyle devredilmesinden ibaret olduğunu göstermeye yetmektedir.
Eğer yapılan propagandayla Kıbrıs Türklerinin adayı terketmesi sağlanabilecek olursa, adada çatışma yaratabilecek bir nüfus bulunmayacağı için, gelecekte Türkiye'nin de "Kıbrıs Türklerini korumak ve kurtarmak" amacıyla adaya müdahale etmesinin de söz konusu olmayacağı varsayılmaktadır. Bugün Annan planıyla "istediklerimizi büyük ölçüde aldık" söylemleriyle üstü karartılmaya çalışılan bu varsayımdır. Tüm pazarlıklar ve görüşmeler bu varsayım üzerine inşaa edilmiştir.
Oysa Tayyip Erdoğan'ın sözleriyle ifade edersek, taraflar Annan planı ile "kazan-kazan" durumunda değillerse ve kendilerinin bu işten "kazançlı" çıktığını düşünmüyorlarsa, sorunlar geleceğe ertelenmiş demektir. Bugün için "taraflar", kendilerini "uluslararası baskı" altında ya da iç politik dengelerin olumsuz konjonktürü nedeniyle bu çözüme "evet" demek zorunda kaldıklarını düşünüyorlarsa, gelecekte, güçler dengesinin değişmesine bağlı olarak, istediklerini elde etmek için yeni girişimlerde bulunacakları kesindir.
Bu Türkiye açısından öylesine kesin bir gerçektir ki, neredeyse tüm AB yandaşı ve "ver-kurtul"cu "medya" yazarları ortak bir görüş olarak şöyle diyebilmektedirler: Bugün Türkiye ekonomik ve siyasal olarak güçsüzdür, Annan planını kabul etmekten başka çaresi yoktur. Bu durumu M. Ali Birand, "Bundan iyisi, KKTC'nin bağımsızlığıdır" başlıklı 1 Nisan 2004 tarihli yazısında şöyle ifade etmektedir:
"Annan planının son durumu, Türk tarafının şimdiye kadar elde ettiği en ileri avantajları kapsıyor. Bundan daha iyisi bulunabilir miydi? Gayet tabii, eğer gücümüz varsa KKTC'nin bağımsızlığını ilan eder ve herkese de kabul ettirebilsek mesele kalmazdı. Bunu yapamayacağımıza göre, Türk tarafının bu planla iyiye en yakınını elde ettiğini söyleyebiliriz."
İşte Annan planı, bizzat Annan planı savunucularının ifade ettiği "güç" sorunu nedeniyle güçsüzdür, ölü doğmuştur.
Örneğin, birkaç ay önce Annan planını değerlendiren Onur Öymen, plana göre 80.000 Rum'un Kuzey'e yerleşeceğini söylediğinde Radikal gazetesi, günlerce bu hesabın yanlış olduğu, Kuzey'e yerleşecek Rumların sayısının 42.000'i geçmeyeceği üzerine yayın yapmıştır. Ve bugün, Annan planının referanduma götürülecek olan son haline göre 80 ile 100 bin Rum'un Kuzey'e yerleşeceği, istisnasız tüm "medya"da yer almıştır.
"Medya" sözcükleriyle söylersek, son Annan planının en önemli sorunlarından birisi "göç sıkıntısı"dır. Kuzey'e yerleşecek 80-100 bin Rum'a karşılık olarak 50-60 bin Türk göç etmek durumunda kalacaktır. Kofi Annan 31 Mart günü yaptığı kapanış konuşmasında, planın eski versiyonlarına göre son halinde daha fazla Türk'ün göç etmek durumunda kalacağını açıkça ifade etmiştir.
Çatışma dinamiklerini harekete geçirecek ilk unsur da bu göçmenlerin durumudur.
Bir yanda kendi "ata topraklarından" otuz yıldır uzak kalmış Rum nüfus, öte yanda otuz yıldır aynı toprakları "ata toprağı" yapmakla uğraşan Türk nüfus karşı karşıya gelecektir. Bu karşıtlık, bir yanda "ata topraklarına" kavuşmanın sevincini, öte yandan aynı topraklardan uzaklaştırılanların hüznünü aynı anda geniş kitlelere ulaştıracaktır.
Bugün için yapılabilecek fazla birşey olmadığını, dolayısıyla bu durumu "sineye çekmek" gerektiğini düşünecek olan geniş kitlelerin, uzun dönemde kendisini güçlü hissettiği oranda bunun acısını çıkartmaya çalışacağını tarih yeterince ortaya koymuştur. Ve tarih ortaya koymuştur ki, halklar arasında gerçek bir eşitliğe ve karşılıklı istence bağlı olmayan çözümler, değişen güç ilişkilerine bağlı olarak, kitlesel katliamlara kadar uzanabilen çatışmaları kendi bünyesinde taşır.
Aynı şekilde, Annan planına referandumda "hayır" oyu kullanacak olan Kuzey'in halkı, hiçbir biçimde planın sonuçlarını kabul etmemiş olacaktır. Eğer kısa dönemde bu kabul etmeyişini eylemsel olarak ortaya koyamayacaksa, bunun tek nedeni, bugün "medya" ve AKP hükümeti aracılığıyla yaratılmış olan "çaresizlik" olacaktır.
Uluslararası baskıyla ya da AKP hükümetinin askeri bir darbe olasılığına karşı kendisinin tek koruyucusu olarak düşündüğü Amerikan emperyalizminin her dediğini yapması sonucu, Kuzey'in Türklerinin "çaresizlik" içine sokularak kabul ettirilecek olan "birlik", uluslararası baskının hafiflediği ya da Amerikan emperyalizminin çıkarlarının AKP'yi gerektirmediği koşullarda, yeni bir çatışmayla sona erecektir.
"Medyamızın" çok bilmiş geçinen yazarları, Denktaş'a karşı yürütülen yoğun karalama ve etkisizleştirme kampanyaları sonucunda referandumdan çıkacak "evet"le her türlü çatışma olasılığının ortadan kalkacağını sanmaktadırlar. Onlara göre, Denktaş etkisizleştirildiği ölçüde, Kuzey Kıbrıs'ta "mukavemet hareketi" örgütlenmesi olanaksız olacaktır.
Onların unuttuğu ise, tarihsel gerçeklerdir. Kıbrıs'ta oluşturulan "Türk mukavemet hareketi", sandıkları gibi, ne o tarihlerdeki Türk toplumunun resmi yöneticileri tarafından yürütülmüştür, ne de onlar tarafından örgütlenmiştir. 1964 yılında Denktaş'ın gizlice adaya gönderilmesi sıradan bir olay değildir.
Yapılan baskılarla, "medya" propagandalarıyla birlikte yaşamaya zorlanacak olan halklar, günlük sosyal yaşamın küçük sorunlarında meydana gelebilecek kişisel çatışmaları genelleştirme potansiyeline sahiptirler. En küçük bir sokak kavgası, çok kolaylıkla iki halk arasında çatışmaya ve ayrışmaya yol açabilecektir. Herhangi bir devlet memurunun yapacağı en küçük bir kötü ya da olumsuz davranış, ulusal topluluklara karşı yapılmış hakaret olarak algılanacaktır.
Bu tarihsel ve toplumsal gerçekleri görmezlikten gelerek, birbirlerine yüzlerce yıl düşman edilmiş ve birbirlerini düşman belletilmiş halkların baskıyla birleştirilmesi, sözcüğün tam anlamıyla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının özüne aykırıdır. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını dışarıdan, şiddete başvurarak ve de haksız biçimde etkilemeye dönük her türlü çabayla mücadele edilmesi şarttır. Bu şart, dışarıdan, şiddete başvurarak ve de haksız biçimde ulusal topluluklar etkilenerek yapılacak birliklerin ya da ayrılıkların, er ya da geç, çözümleri ortadan kaldırıcı sonuçlar vereceği gerçeğinin ifadesidir.
Kıbrıs'ta, tam bağımsız ve gerçekten demokratik bir ülke yaratmak amacıyla, Türk ve Rum halklarının gönüllü, istemsel ve bilinçli birliğinden başka her çözüm, bir yandan adanın emperyalistlerin askeri amaçları için kullanılmasının yolunu açarken, diğer yandan halklar arasındaki çatışmayı kaçınılmaz kılacaktır. Bu olasılıkları ortadan kaldıracak tek güç proletaryanın enternasyonalizmidir. Bunu küçümseyenler, geçersiz ilan edenler, Kıbrıs'ta meydana gelecek olan çatışmanın, Türkiye ve Yunanistan arasındaki bir askeri çatışmaya dönüşmesinin koşullarını hazırlayanlar olacaktır.
Dipnotlar
[*] Nur Batur, Hürriyet, 31 Mart 2004.