9 Kasım günü Şemdinli'de bir kitapçıya elbombası atılmasıyla birlikte başlayan olaylar, giderek "II. Susurluk olayı" olarak sunulmaya başlanmıştır. Başta AB propagandisti, neo-liberal ve eski "solcu" döneklerin köşe tuttuğu Radikal gazetesi Şemdinli olayını "II. Susurluk" gibi manşetlerine taşırken, diğer "medya"nın tavrı "derin devlet" edebiyatı etrafında şekillenmiştir.
Elbombası olayından sonra halkın "özel görevliler"e ait otomobili kuşatması ve içindeki eşyalara el koymasıyla birlikte "ele geçen evraklar" Radikal gazetesinde manşetlere çıkartılırken, bu "evraklar"la başka ilgilenen çıkmamıştır.
Legal ve legalleşmeye çalışan sol kesimin Şemdinli olayı karşısındaki tutumu Radikal'den çok farklı değildir: II. Susurluk.
Bir kez olay "teşhis" edilmiş ve "II. Susurluk" olarak tanımlanınca, artık yapılacak tek şey "birinci" Susurluk'ta yapılanları yinelemekten ibarettir: Akşamın karanlığında "meşaleli" "aydınlık" istemini dile getirmek, "hesap sorulmalı" ya da "hesabı sorulacaktır" sloganları eşliğinde protesto eylemleri düzenlemek.
"Susurluk çetesi"nin ardından şimdi Şemdinli "çetesi" çıkmıştır. TCK'nın eski 168. maddesinden alınma savcı ağzıyla "çetelerden hesap sorma" sloganları eşliğinde yapılan protesto eylemleri, bir taraftan "derin devlet" söylemini bir kez daha güncelleştirirken, diğer taraftan AKP'nin bu durumu kendi çıkarları doğrultusunda nasıl kullanacağını gündeme getirmiştir.
"I. Susurluk" ile başlatılan "bir dakika karanlık eylemleri" ile ÖD Partisi'nin yıldızının nasıl yükseldiğini unutmayan sol kesimlerin "II. Susurluk"la yükselecek "yıldız" peşine düştükleri de açıktır.
Söylemler bir ve aynıdır, atılan sloganlar bir ve aynıdır, yapılan protesto eylemleri benzeştir. Ancak tarihin basit bir yinelenme olmadığı da kesindir. "Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak...
İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve, onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar."[1*] Evet, Marks, Hegel'in "bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir" gözlemine "birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak" diye ekleme yaparken, "I. ve II. Susurluk"u düşünmemiştir şüphesiz.
Birincisi trajedi olmamıştır, ÖD Partisi'nin "medyatik yükselişi"yle[2*] ve kendisini DHKP-C olarak yeniden isimlendiren DS'nin "silah bırakışması"yla sonuçlanmıştır.[3*] Ardından oligarşinin 28 Şubat 1997 "post-modern darbe"si gelmiştir.
3 Kasım 1996 günü meydana gelen "trafik kazası"yla başlayan "I. Susurluk"un 9. yılında sol "bayram tatili"ne çıkmıştır. Sol "bayram tatili"ne çıkarken "karanlık güçler" ya da "sol medya" diliyle söylersek "çeteler" 2 Kasım günü Rize'de bir kez daha TAYAD'lıları linç etmeye kalkışmışlardır.
Mart ayındaki "bayrak krizi"yle başlayan ve giderek yaygınlaşan "linç girişimleri" ve ardından "milliyetçiliğin yükselişi" karşısında her zamanki "itidalli" tutumunu sürdüren sol, Tüpraş ve YÖK eylemleriyle yavaş yavaş hareketlenmeye başladığında, bir den (!) Şemdinli olayı patlak vermiştir.
Ve şimdi "I. Susurluk muharebesi"nin tüm "anıları" canlanmış ve buradan alınma "eğreti kılıklarla" ortaya çıkılmıştır. "Çetelerden hesap sorulacak"la başlayıp, "ya çete düzeni ya sosyalizm"le biten sloganlar atılırken, değerlendirmeler birbiri peşi sıra yapılmaya başlanır: "Şemdinli devlettir, Şemdinli'de yakaladığımız çeteleri organize eden, o çetelerin halka karşı yürüttüğü savaşın politikasını yapan, oligarşik devlettir. Halkımız Şemdinli'de birkaç subay ve itirafçıyı değil, devleti suçüstü yakaladı. Bu halk güçlerinin eline ender geçen fırsatlardan biridir. Bu fırsatı düzeniçi manevralara kurban etmemeliyiz. Oligarşik devletten hesap soralım; halk hareketini bu hedefte geliştirelim ve birleştirelim."[4*] Bir başka "değerlendirme"ye göre: "Şemdinli serhildanı, Türkiye ve Kuzey Kürdistan'ın tüm işçi ve emekçilerinin özgürlük haykırışıdır. Şemdinli serhildanı, ezilenlerin öfke ve özlemlerinin bayrağıdır. Şemdinli serhildanı, sermayeye, faşizme ve sömürgeciliğe karşı mücadele çağrısıdır."[5*] Ardından "eylem çağrıları" yapılır, "I. Susurluk"tan alınma "eğreti kılıkla ve ağızla": "Faşist kontrgerilla dağıtılsın!
Bin gizli operasyon aydınlatılsın!
Ezilenlerin, Paris'te emperyalist karanlığı yırtan öfkesini, varoşlardan, işçi havzalarından selamlayın.
Her akşam saat 8'de meşaleli sokak yürüyüşleri gerçekleştirerek taleplerinizi ortaya koyun."5 "I. Susurluk"ta ÖD Partisi'nin rolünü üstlenmeye soyunup, "II. Susurluk"un en hızlı eylemcisi olarak öne fırlayan bir başka kesim ise, aynı "eski ağızla" "akıl" vermekten geri durmaz: "Türkiye kapitalizmi binbir tereddüt içinde, kah bir rotaya kah diğerine salınım gösterecek, en azından sürecin ana rengi siyah veya beyaz değil gri olacaktır. Sömürü düzeni bu süreçten herhangi bir statükocu konsolidasyon ya da emperyalist reformla değil, toplu çözülüşü hızlanarak çıkacaktır.
'Ya çete düzeni ya sosyalizm', yanlışlanma olasılığı olmayan bir slogandır. Geleceğimiz ise örgütlü mücadelenin güç biriktirmesindedir."[6*] "I. Susurluk"un "yıldız"ı ÖD Partisi ise bu kez daha "temkinli"dir! Fazlaca "etliye sütlüye" karışmak yerine, günlük gazetelerinde ajans haberlerini manşetten vermekle yetinmiştir. Birkaç "köşe" olmuş yazarlarının yazdıkları ise, klasik "çete" söyleminin biteviye yinelenmesinden ibaret kalmıştır.
Legalizmin "sağlam kalelerinden" bir diğeri, EMEP'in tavrı ise "68 ruhu"nun kabarışı gibidir: "Çetelerin inlerini dağıtabilecek tek güç halk. Demokratik bir Türkiye, hukuk devleti, faili meçhul cinayetlerin son bulması ancak halkın hesap sormak ve kontrgerillayı dağıtmak için mücadelesini yükseltmesi ile mümkün olacaktır.
Bu kez tepkiler dokuz sene öncesinden daha güçlü olmazsa, 'her şey eskisi gibi olmaya' devam edecektir."[7*] "I. Susurluk" günlerini çağrıştıran bu sözler ve çağrılar sürerken, Şemdinli olayının ardından bölgesel protesto eylemleri Yüksekova'da ölümler ve F-16'ların "alçaktan uçuşu"yla yön değiştirmeye başlamıştır. Ve ardından Tayyip Erdoğan'ın türbana ilişkin "ulema" açıklamaları, İsviçre'ye karşı "milli savaş" gelmiş ve nihayetinde "alt-kimlik"-"üst-kimlik" tartışmalarıyla, Şemdinli olayı, "II. Susurluk", legal ve legalleşen solun "güç biriktirmek" için bir fırsat olarak gördüğü "marjinal" bir konuya dönüşmüştür.
Oysa solda yer alan herkesin çok iyi bildiği gerçek, Susurluk, Şemdinli vb. olayların CIA'in "karşı-ayaklanma stratejisi"nin uygulanmasından başka bir şey olmadığıdır. Daha dar anlamıyla kontra-gerilla yöntemlerinin gerçekliğidir. Bilinmeyen ise, bu kontra-gerilla yöntemlerine karşı nasıl bir yol izleneceğidir.
Vietnam'dan Latin-Amerika'ya kadar dünyanın her yerinde ve her zaman en geniş ölçüde uygulanmış ve bugün Kolombiya ve Irak'ta sınırsız ölçüde uygulamaya devam edilen CIA'in "karşı-ayaklanma stratejisi", silahlı kurtuluş hareketlerinin sürekli karşı karşıya oldukları bir durumdur. Adına ister "kirli savaş" denilsin, ister "ölüm mangaları"ndan söz edilsin, her durumda söz konusu olan silahlı halk hareketlerini kitlelerden tecrit etmektir.
Burada asıl olan, devletin yasal konumunu koruyarak, yasadışı örgütlenmeler aracılığıyla "gizil operasyonlar" yapması değildir. Vietnam'da, Kolombiya'da, Irak'ta görüleceği gibi "devlet" tüm yasal niteliğini yitirmiş olsa bile, bu "gizli operasyonlar"ı sürdürür. Çünkü amaç silahlı halk hareketini kitlelerden tecrit etmektir. Bu amaç, yani silahlı halk hareketlerini kitlelerden tecrit etme amacı, "sivil halkın" nereden ve kim tarafından yapıldığı belli olmayan silahlı eylemlerle "terörize" edilmesi ve bu yolla silahlı mücadeleye verdikleri desteği engellemektir. Bu amacın somut karşılığı ise, "barış" ya da "karşılıklı silahların susması" isteklerinin "sivil halk" arasında yaygınlaşmasıdır.
PKK hareketi gibi, silahlı mücadeleyi zafere ulaşmanın bir yolu olarak değil, kitle üzerinde otorite kurmak ve uluslararası emperyalist kuruluşlardan siyasal destek sağlamak amacıyla bir "araç" olarak kullanıldığı koşullarda ise, bu türden "barışçıl" talepler çok daha fazla ortaya atılmaya başlanır. Bu nedenle de, "karşı ayaklanma taktikleri" karşısında kitleyi koruyacak yöntemler geliştirmek yerine, kitlenin bu tür eylemlerle karşı karşıya kalmasına yol açacak bir çizgi izlenir. Bu yolla kitlelerin mevcut devlete karşı tepkilerinin daha fazla yoğunlaşacağı hesaplanır. Amaç, devletin "meşruiyetini" yitirmesi değil, uluslararası güçlerin (ABD ve AB) "sivil halkı" korumak ve "sivil halkın demokratik hakları" için devreye girmesini sağlamaktır. "Medya" söylemiyle ifade edersek, "devlet" ile "sivil halk" karşı karşıya getirilirken, uluslararası güçlerin bölgeye müdahalesi için koşullar olgunlaştırılmaya çalışılır.
Şemdinli olayıyla ortaya çıkan "örtülü operasyonlar" PKK'nin ateşkesi sona erdiğini açıkladığı günden itibaren adım adım gelişmiştir. Özellikle Tayyip Erdoğan'ın Kürt sorununun "barışçıl çözümünü" isteyen "aydınlar"la yaptığı toplantı sonrasındaki Diyarbakır "çıkartması"nda 600 kişiyle karşılanmasıyla birlikte yeni bir sürece girilmiştir. "İslamcı medya"nın uzun süre yazıp çizdiği bu olay sonrasında Hakkari bölgesinde bombalama eylemlerindeki artış da bu yeni sürecin sonucu olmuştur.
Yeni sürecin en temel olgularından birisi ise, Kuzey Irak'a ilişkin planlar ve pazarlıklardır.
Aydın Doğan "medya"sının Barzani'nin bölgedeki faaliyetlerine ilişkin haberlerinde de görüleceği gibi, Hakkari bölgesi Amerikan emperyalizminin "yeni" Irak politikası açısından özel öneme sahiptir. Hakkari neredeyse yapılan pazarlıkların odak noktası haline gelmiştir. Amerikan emperyalizmi Türkiye'den "yeni" Irak politikasına uygun olarak Kuzey Irak'taki "Kürt devleti"ni tanımasını ve hamiliğini üstlenmesini istemektedir. Buna karşılık olarak Kuzey Irak'taki PKK güçlerinin etkisizleştirileceğini söylemektedir. Anlaşmazlık konusu ise, Kuzey Irak'taki "Kürt devleti"nin tanınması ve hamiliğinden çok, bu "Kürt devleti"nin Türkiye sınırları içindeki etkisinin zaman içinde artması ve gelecekte toprak talebinde bulunabileceğidir.
Bu "gizli" pazarlıklar, "gizli operasyonlar"ın da arka planını oluşturmaktadır. Sadece bu yönüyle bile Şemdinli olayı "I. Susurluk"tan farklıdır.
Sorunun temelinde yatan Kürt ulusal sorunu çözümlenmediği sürece, benzer olayların gelişmesi, "kapalı kapılar arkasında" yapılan görüşmeler ve pazarlıkların bir parçası olarak "gizli operasyonlar"ın ortaya çıkması ise neredeyse kaçınılmazdır.
Şemdinli olayı, "çete" olayı olmadığı gibi, devlet içinde "çeteleşme" olayı da değildir. Kısa dönemli bir kontra-gerilla taktiği de değildir. Topyekün "karşı ayaklanma stratejisi"nin parçasıdır ve bu strateji, doğrudan genelkurmay tarafından yürütülmektedir. İddia edildiği gibi ya da gösterilmeye çalışıldığı gibi, genelkurmay başkanlığını "ima" eden "derin devlet"in bir uygulaması değil, devletin tüm kurum ve kuruluşlarının içinde yer aldığı stratejik bir faaliyettir. Bu nedenle, hükümette hangi partinin olduğunun hiç bir önemi yoktur. Tayyip Erdoğan hükümeti de bu stratejinin yürütülmesinde, "iktidar" olarak üstlerine düşeni yapmaktan çekinmemişlerdir. Yüksekova'da cenaze töreninde F-16'ların "alçaktan uçuş"u devlet kurumlarının "birlikteliğinin" ve "kararlılığının" ifadesi olarak ortaya çıkmıştır.
Devrimci hareketin en büyük zaafı, Kürt ulusal sorunu karşısındaki tutumunu ve konumunu açık biçimde geniş halk kitlelerine anlatamamış olmasıdır. Soldaki oportünizmin ve pasifizmin kuyrukçuluğunun etkisi kırılamamıştır. Kime karşı olursa olsun, her türden haksızlığa, yasadışılığa karşı olmak ile belli bir hareketin kuyruğuna takılmak arasındaki sınır çizgileri çekilemediği sürece, gelişen olaylar karşısında devrimci güçlerin etkin ve belirleyici bir güç haline gelebilmesi de olanaksızdır.
Devrimcilere düşen görev, "II. Susurluk" diyerek birincisinden alınmış eğreti kılıklar ve ağızlarla olayları protesto etmekten öte, ulusal sorun karşısındaki tavrını ve konumunu net ve açık hale getirmektir. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı geniş halk kitlelerine anlatılmalıdır. Aksi halde devrimci güçler etkisiz kalmaya devam edecek ve sol kitle Kürt milliyetçi hareketlerinin kendi çıkarları doğrultusundaki eylemlerinin kuyruğuna takılmaktan ve devletin bunun karşısındaki eylemlerinin sonuçlarına katlanmaktan kurtulamayacaktır.
[1*] Marks, Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i, Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s. 477-478. [2*] ÖD Partisi'nin bu "medyatik yükselişi" 1999 genel seçimlerinde %0,8 oy almasıyla sonuçlanmıştır. [3*] Susurluk olayından birkaç ay sonra şu açıklamayı yapmışlardır: "Çiller grup toplantısında 28.11.1996 tarihli bir emniyet raporuna atıf yaparak DHKP-C'nin Susurluk'la ilgili eylem hazırlığı içinde olduğunu iddia etmiştir... Elbette çetelerin peşindeyiz, halkımıza bunların gerçek yüzünü göstermek, halkın çetelerden hesap sormasına önderlik etmek misyonumuzun gereğidir. Ancak tüm kamuoyuna açıkça ilan ederiz ki, bu süreçte DHKP-C olarak bu sorunla ilgili HERHANGİ BİR ASKERİ EYLEM PROGRAMIMIZ YOKTUR." (Halk İçin Kurtuluş, Sayı: 19, s. 4, 1 Mart 1997.) [4*]Yürüyüş, Sayı: 27, 20 Kasım 2005. [5*] MLKP-MK Bildirisi.
Burada yer alan sloganlar "I. Susurluk" günlerinde, özellikle DS tarafından bolca kullanılmış sloganlardır. "Bin gizli operasyon", "I. Susurluk" günlerinde Mehmet Ağar'a aittir.
Ama bunlardan daha "hızlı" olanlar da vardır:
"Destek eylemlerinde resmi binaların ve OYAK Bank gibi kurumların hedefe çakılıp tahrip edilmesi… Toplamında kitle militanlığıyla faşist rejim ve burjuva medya üzerinde bir basınç oluşturulmuş, ortaya çıkan pisliği gizleme çabaları, terör demagojileri önemli oranda etkisizleştirilmiştir.
Şemdinli'de ortalığa dökülen pislik ve halkın yükselttiği eylemli karşı koyuş hepimiz için bir eylem çağrısıdır. Şimdi sokağa çıkma, katillerin üstüne üstüne yürüme zamanıdır! Devletin bir çavuşunu ve bir itirafçısını harcayıp olayı kapatmasına, kendisini aklamasına fırsat vermeden Şemdinli'de kurulan barikatları dörtbir tarafta geliştireceğimiz eylemlerle güçlendirmeliyiz!" (Alınteri, 14 Kasım 2005) [6*] "Komünist"(!), 18 Kasım 2005.
Sip'ten türeme bu T"K"P birden kendilerinin "komünist ağızlarını" bozarak, "I. Susurluk" günlerinin ÖD Partisi "ağzı"yla konuşmaya başlamıştır. Kendi "ağızları"nda "devrimci demokrat" olanlar bile birden "sol" ve "sol kitle" haline dönüşmüştür. Şöyle yazmaktadırlar:
"Sol oyunu bozmak, bu beter gidişi egemen güçlerin arzuladığı rotadan saptırmak, süreçten emekçi sınıfların kişilik, ağırlık ve mevzi kazanarak çıkması için karşı ağırlık koymak durumundadır.
Peki solun bu temel doğrultusu, düzenin afişe olan çeteleri bağrına basması durumunda değişecek midir? Son derece kısmi olarak. Bu durumda da sol çeteleşmenin düzenin karakteri olduğunu deşifre etmek ve bu karakterin karşısına kitlesel bir kuvvet çıkarmak için kolları sıvamalıdır. Her durumda sol kitleleri sömürü düzenine karşı örgütlü mücadeleye, öz gücüne güvenmeye çağıracaktır." (ags) [7*] K. Tekin Sürek, Evrensel, 15 Kasım 2005.