KURTULUŞ CEPHESİ - Temmuz-Ağustos 1998
Küçük-Burjuvalar
Oligarşinin 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte ülkemiz siyasal tarihinin en kapsamlı karşı-devrimci şiddet ve terör uygulaması devrimci örgütlere ve devrimci bireylere yönelik olarak sürdürülmüştür. Bu şiddet ve terör dönemi uygulamaları, sadece tek tek devrimci bireylerin maruz kaldıkları işkence vb. uygulamalarla sınırlı kalmamış, tüm toplumu etkileyen ve tüm toplumun sindirilmesini, pasifize edilmesini sağlayan bir pasifikasyon olarak en geniş ölçekte yürütülmüştür. Fiilen 3.000.000 kişi, gözaltına alınarak, üç ay süresince bu şiddet ve terör uygulamalarına doğrudan maruz kalırken, 600.000 kişi, bir ila on yıl süresince cezaevlerinde tutsak edilmişlerdir. Ancak bu karşı-devrimci şiddet ve terör, sadece açık zor uygulamaları olarak ortaya çıkmamıştır. "1402 sayılı sıkıyönetim yasası gereğince" başlatılan uygulamalarla, pekçok memur, öğretmen, öğretim görevlisi ve işçi, işlerinden çıkartılmış ve işsizliğe mahkum edilmiştir.
Tüm bu ve benzeri uygulamalarla, tüm toplum, oligarşinin şiddet ve terörünün doğrudan uygulamalarıyla ve dolaylı pasifikasyonlarıyla sindirilmiştir. Ve bu sindirme, giderek, her türden toplumsal ilişkilerin (salt ekonomik ve sosyal ilişkilerle sınırlı bile olsa) dışlanmasını getirmiştir. Artık her birey, kendi bireysel sorumluluğunu taşıyan, dolayısıyla karşı-devrimci şiddet ve terör karşısında kendi "bireysel sorumluluğu" ile bulunan insanlar haline getirilmiştir. Böylece, "bireycilik" ya da "bireysellik", oligarşinin şiddet ve teröründen kaçınmanın bir aracı haline gelmiştir. Küçük-burjuvazinin nicelik olarak ağırlıkta bulunduğu bir ülkede, böylesine bir gelişme, aynı zamanda küçük-burjuva bireyciliğinin alabildiğine geliştirilmesi ve genişletilmesi sonucunu doğurmuştur.
Aynı tarihsel dönemde SBKP revizyonizminin Gorbaçov aracılığıyla başlattığı yeni revizyon hareketi, ideolojik planda küçük-burjuvazinin yüceltilmesiyle birlikte gündeme gelmesi, süreci tamamlayan bir özellik taşımıştır. Artık tüm toplum, bir yandan oligarşinin şiddet, terör ve pasifikasyon uygulamalarıyla, diğer yandan SBKP revizyonizminden beslenen ideolojik saptırmalarla, küçük-burjuva dünya görüşüne teslim edilmiştir.
Tüm bu sürecin günümüzdeki sonuçları, bireyselliğin, bireyciliğin el üstünde tutulması, her türden sınıfsal ilişkilerin dışlanması ve ideolojik planda sınıfsal tahlillerin ve bakış-açılarının bir yana bırakılması olarak belirginleşmiştir. Bunun devrimci politikadaki karşılığı ise, küçük-burjuva oportünizminin ideolojik planda egemen unsur haline gelmesi olmuştur. Ülkemiz solunda görülen her türden eklektizm, pragmatizm, bu gelişmenin ürünleri olarak yaygınlaşmıştır.
Ülkemiz solundaki bu sonuçların gelişim sürecine bakıldığında, 1980'lerin ortalarından itibaren solda ve sol adına başlatılan kimi "girişimler"in, oligarşinin şiddet, terör ve pasifikasyon uygulamalarıyla tam bir parallelik arz ettiği görülmektedir.
"Kuruçeşme toplantıları" olarak bilinen ve dışsal olarak "solda birlik girişimi" olarak sunulan ilk "girişim", sol örgütlerden kopmuş ya da sol bir örgütlenme içinde hiçbir zaman yer almamış küçük-burjuva aydınlarının, sol örgütleri içsel olarak parçalama ve kendi küçük-burjuva dünya görüşlerini yaygınlaştırma çabası olarak ortaya çıkmıştır. Ancak bu "girişim", SBKP revizyonizminin küçük-burjuva aydınlarını "kazanma" girişimiyle beslenen bir ideolojik ortamda varolabilmiştir. Bunun bir ürünü olarak yurtdışında TKP ile TİP arasında başlayan "birlik" görüşmeleri, ilk planda kendilerini değişik adlar altında ifade eden ülkemiz revizyonistlerinin birliği olarak başlatılmıştır. TKEP vb. küçük revizyonist örgütlenmeler, bu birlik girişiminin "kapsamı" içine alınmışlarsa da, solda egemen olan "güç-nicelik" mantığının bir ürünü olarak, kısa sürede tali bir unsur haline gelmişlerdir. Sonal olarak TKP ile TİP'in birleştiği ilan edilmiş ve TBKP oluşturulmuştur.
İşte bu ortamda "Kuruçeşme toplantıları", revizyonistlerin birliğinden dışlanmışların, dışlanmışlıklarının yarattığı "onur kırıcı" durumdan kurtulmaları ve "kendi kimliklerini" bulmaları için uygun bir ortam sağlamıştır. Böylece, "Kuruçeşme toplantıları", küçük-burjuva bireylerinin "kırılmış gururlarının" yeniden onarıldığı ve böylece kendi bireyselliklerine belli bir "onur" sağladıkları bir girişim olmaktan öteye geçememiştir. Ama verdiği sonuçtan çok, kitlesel ölçekte yarattığı sonuçlarıyla önemsenecek gelişmelere yol açmıştır.
Ancak 1991 yılına gelindiğinde SSCB'nin dağıtılmışlığının ortaya çıkması, aynı zamanda bu türden birliklerin sonunu da ortaya çıkarmıştır. Ve SSCB'nin dağıtılmışlığı ile birlikte, tüm bu ve benzeri birlikler, her türden sol örgütlenmenin dağıtılması ve legalleştirilmesi olarak kendisini ortaya koymuştur.
Bu durum, bu dönemde şöyle bir değerlendirme yapılacak kadar açık hale gelmişti:
"Bir bölüm kişi ise, 'bireyciliği' keşfetti. Sadece yöneticiler değil, bu örgütler birliğin önündeki en büyük engeldi. Bu yapılar birlik için kendilerini feshetmeliydiler. Birlik bireylerin biraraya gelmesiyle kurulmalıydı. Bu konuda yoğun bir kampanya yürütüldü denilebilir. Örgütlere karşı güvensizliği geliştirmek için herşey yapıldı ve örgütlü olmak neredeyse 'suç' kabul edilir oldu. Sonuçta örgüt kollektivitesinden kurtulup birey olmayı savunanlar, çoğunlukla kendi bireyselliklerini de kaybettiler. Kendi başlarına bir hiç olduklarını, o güne kadarki değerlerinin şu ya da bu örgütün yönetiminde bulunmalarından kaynaklandığını gördüler. Birey olmayı istiyorlardı ama, birey olarak ayakta kalabilecek birikim ve yeteneğe sahip değillerdi. Aslında birey olmanın ne demek olduğunu bile bilmiyorlardı." [1*]
1991 sonrasındaki süreç, dünden farklı olarak, "örgütlerin birliği"nin kendi doğal yolunu izlemesiyle birlikte gelişmiştir. TBKP'nin SSCB'nin dağıtılmışlığı ile birlikte varlık koşularını yitirmesiyle birlikte, revizyonist ve oportünistlerin legal oluşumu BSP gündeme gelmiştir. TİP revizyonizminin günümüzdeki artıklarından, bireyciliği keşfetmiş "aydınlar"a, troçkistlerden TKEP gibi revizyonist grupçuklara kadar "geniş" kesimleri bünyesinde toplayan BSP, tüm umudunu Kürt ulusal hareketinin gelişmesiyle ortaya çıkmış olan "kitle potansiyeline" ve "birşeyler yapmak isteyen" DY oportünistlerine bağlamıştı. Ve süreç, herkesin sonal olarak gördüğü gibi, ÖD Partisi'nin oluşturulmasıyla bugüne gelmiştir.
Kimilerinin "Stalinizme", kimilerinin "leninizme" karşı çıkışlarıyla, kimilerinin "bireysellik", kimilerinin "kimlik" arayışlarıyla gelinen nokta, küçük-burjuva aydın anarşizminin "idea"sı olarak "zirvesine" ulaşmıştır.
Her türden sınıfsal bakış açısının dışlandığı, sınıfsal mücadelenin yerine "çevre"lerin konulduğu bir perspektif, egemen anlayış olarak sola dayatılmıştır. Ancak bu durum, solda, her türlü ekonomik, toplumsal, siyasal, ideolojik gelişmenin kavranamamasını da beraberinde getirmiştir. Hemen herkes, herhangi bir günlük gazetenin köşe yazarı gibi, gelişmeleri, "güncel" olarak ve kendi bireyselliği içinde değerlendirmeye başlamıştır. Neredeyse tüm "sol tahliller", günlük gazetelerin köşe yazarlarının söylemiyle ve çerçevesiyle yapılır olmuştur. Ama sol yayınların haftalık, onbeşgünlük ya da aylık periyotları ile gazete köşe yazarlarının günlük periyotları, iki kesim arasında "dengesizlik" yarattığından, bu sözde "sol köşe yazarları", hemen her zaman olayların ardından gelmek durumunda kalmışlardır. Sol "köşe yazarları"nın, yazılarında sık sık günlük gazetelerin köşe yazarlarına "atıf" yapmaları bu durumu değiştirememiştir.
Bu durum, günümüzde, küçük-burjuva aydınlarının uğradıkları "gadreler"in öne çıkartılmasını getirmiştir. Fikret Başkaya gibi, kitabının her satırında Stalin karşıtlığı sergileyen bir "aydın" ya da günlük gazetelerde belli bir yer tutabilmek amacıyla eski dönemdeki sol deneyimlerini oligarşinin "medyası"nın hizmetine sunan "gazeteci", toplumsal muhalefetin en önemli ifadeleri olmuştur. Hem Lenin, "Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse, ve işçiler bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal-demokrat açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinci, gerçek bir siyasal bilinç olamaz. Eğer işçiler, öteki toplumsal sınıfların herbirini, entellektüel, manevi ve siyasal yaşamlarının bütün belirtilerinde gözleyebilmek için somut ve her şeyden önce güncel siyasal olgular ve olaylardan yararlanmasını öğrenmezlerse; eğer materyalist tahlil ve ölçütleri, nüfusun bütün sınıflarının, tabakalarının ve gruplarının yaşam ve eylemlerinin bütün yönlerine pratik olarak uygulamayı öğrenmezlerse, çalışan yığınların bilinci, gerçek bir sınıf bilinci olamaz. Kim, işçi sınıfının dikkatini, gözlemini ve bilincini, tamamıyla ya da hatta esas olarak işçi sınıfı üzerinde yoğunlaştırıyorsa, böylesi, sosyal-demokrat değildir..." dememiş midir?
Oysa ki, Lenin, sözlerine şöyle devam etmektedir:
"Bir sosyal-demokrat haline gelebilmesi için, işçi, toprakbeyi ile papazın, yüksek memur ile köylünün, öğrenci ile serserinin iktisadi niteliği ve toplumsal ve siyasal özellikleri konusunda açık-seçik bir fikre sahip olmalıdır; onların güçlü ve zayıf yanlarını bilmelidir; her sınıf ve tabakanın kendi bencil özlemlerini, kendi gerçek 'iç yapısını' gizlemek için kullandığı bütün parlak sözlerin ve safsataların anlamını kavramalıdır; belirli kurumların ve yasaların yansıttığı şu ya da bu çıkarların neler olduğunu ve bu yansıtmanın nasıl olduğunu anlamalıdır." [2*]
Ama bunlar, solda egemen olan oportünizm için hiçbir şey ifade etmez. Çünkü, artık Marksist-Leninist teoriye "atıf" yapmak gibi eski bağlardan da kurtulmuşlardır. Dolayısıyla, Lenin'in belirlemelerini "tahrif" etmeleri de gerekmemektedir.
Ve bu gelişim seyri içinde, diğer bir gelişme de, örgütlü olarak mücadeleyi sürdürme gereğini kabul eden kesimlerde ortaya çıkmıştır. Kendilerini şu ya da bu biçimde, Marksist-Leninist olarak tanımlayan pekçok sol örgüt, bu süreç içinde, sürecin ortaya çıkardığı egemen yönleri gözeterek ve bunlara bağlı kalarak pratik faaliyeti yürütmeye çalışmışlardır. Böylece, küçük-burjuva bakış-açısıyla ve küçük-burjuva aydın anarşizmiyle lekelenmiş bir anlayışla, "birlik" ya da "ittifak" girişimleri içinde yer almaya çalışmışlardır. Legalistlerin Kürt ulusal hareketinin yaratmış olduğu "kitlesel potansiyel" karşısındaki konumları, birebir olarak bu örgütler tarafından benimsenilmiş ve buna paralel olarak ilişkiler ve politikalar belirlenmeye çalışılmıştır. Sonuç, birkaç yılda bir yinelenen ve birkaç ayda kendiliğinden yok olan "ittifak" anlaşmaları ve protokollar olmuştur. (1988'de kurulan "Devrimci Birlik Platformu" -PKK, "Acilciler" [3*], DKP, TKP(B), SVP ve 16 Haziran Hareketi-; 1993'te kurulan "Devrimci Demokratik Güç Birliği" -PKK, TKEP, MLSPB, TKP-Kıvılcım, TKP/ML Hareketi, TDP, Devrimci Partizan-; 1997'de ilan edilen DHKP-PKK protokolu ve nihayet Haziran 1998'de oluşturulduğu ilan edilen "Devrimci Birleşik Güçler" -PKK, TKP(ML), MLKP, TKP/ML, TDP, DHP, DEVRİMCİ SOL [4*], TKP(Kıvılcım)-)
Ve kurulun ya da ilan edilen "birlik", "ittifak" ya da "protokol" sonrasında, imza atanların, "PKK'nin solu kullandığı" şeklinde değerlendirme yapmaları bir gelenek haline gelmiştir. Sonal olarak, PKK'nin "küçük-burjuva milliyetçi" bir örgüt olduğunu söyleyenlerin bu türden değerlendirmeler yapmak zorunda kalmaları ise, sadece sınıf perspektifinin salt sözde kaldığını göstermektedir. Yeri geldiğinde, "küçük-burjuva maceracıları"na karşı Marksist-Leninist küçük-burjuva tahlilleri bir kaynak olarak gösterebilenlerin, aynı kaynakları kendi politikalarında bir yana bırakıyor olmaları da, küçük-burjuva aydın anarşizminin nerelere kadar yaygınlaştığını açıkça göstermektedir.
Örgütler arasındaki ilişkilerde ortaya çıkan bu ve benzeri küçük-burjuva aydın anarşizminin ürünleri, ağırlıklı olarak ülkemiz legal solunda, her çeşit ve her boyda kendisini ortaya koymuştur. Yaklaşan her seçim öncesinde solda başlayan "seçim ittifakı" tartışmaları ve "ittifak"ları, günümüzdeki adlarıyla söylersek, HADEP'ten ÖD Partisi'ne, CHP'den DSP'ye kadar her kesimi içeren boyutlarda değerlendirilmekte ve tartışılmaktadır. Legalleşmiş ya da legalleşmeye çalışan sol örgütlerin bu ilişkiler içindeki konumu, sadece "tezahürat korosu" olmaktan öte bir yere sahip kılınmadığından, bu değerlendirme ve tartışmalar içinde, A. Öcalan'ın sola yönelik "suçlamaları"ndan öte bir öneme sahip olmamıştır. (En basitinden, "kafası çalışmamak" türünden "suçlama"lar!)
Ama yapılan tartışmalar, görüşmeler ve sonal olarak ortaya çıkartılmaya çalışılan "seçim ittifakları", her türlü ilkeden uzak oldukları için, sadece "pragmatizmin ürünleri" olarak değerlendirilecek nitelikte olmuşlardır. Ancak yakından bakıldığında, tümünün de, küçük-burjuvazi karşısındaki tutumla belirlendiği kesindir. Proletaryanın küçük-burjuvazi karşısındaki konumu ve Marksist-Leninistlerin küçük-burjuvaziye karşı tutumu konusundaki her türlü Marksist-Leninist belirleme bir yana bırakıldığı için, herşey "pragmatik" bir anlayış çerçevesinde ele alınır olmuştur. Oysa ki, hemen her zaman ezilen ulusun milliyetçi kesimleri, Marksist-Leninistleri "pratik olmamakla" suçlamışlardır. Doğal olarak, ülkemiz solundaki ideolojik ve teorik keşmekeş ortamında, her sol örgüt, kendisinin ne denli "pratik" olduklarını gösterme gayreti içinde olmuşlardır. Ama bu yöndeki hareketleriyle, aynı zamanda Marksizm-Leninizmin temel ilkelerini bir yana bıraktıklarını önemsememişlerdir. 12 Eylül'den günümüze kadar geçen süreç içinde ideolojik ve teorik belirlemelerin "değersizleştirilmiş" olması, bu yöndeki faaliyetlerin yadırganmamasını sağladığı da kesindir. Şüphesiz, bu "yadırganmama", özsel olarak her türlü bilimsel bilginin ve bizatihi bilimin dışlanmasından başka birşey de değildir. Solda benimsendiği haliyle, önemli olan kişinin kendi "düşündüğünü" söylemesidir; kendi kişisel "görüşünü" söylediği sürece, bunun birşeylerle tanıtlanması ya da kanıtlanması gerekmemektedir. Birey, söyleyeceğini söylemeli, ancak bunun ne denli nesnel gerçeklikle, bilimsel gerçeklerle çakıştığını ya da dışlandığını önemsememelidir; tarihsel olarak bireyin "düşüncesi"nin ne denli geçerli ya da geçersiz olduğu yahut tarih içinde aynı türden "düşünceler"in ne denli ortaya konulup, konulmadığı ve bunların tarih içinde ne kadar çürütülüp çürütülmediği hiçbir öneme sahip değildir. Bir zamanlar TKEP'in genelsekreterinin deyişiyle, "... üretici, yaratıcı insan hiçbir zaman eski ürettikleriyle, söyledikleriyle yetinmez, onlara bağlı kalamaz. Üretici insan hem kendini, hem de ürettiklerini sürekli yeniden üreterek ilerler." [5*] (abç)
Bugün tüm topluma yayılmış olan "bu benim görüşüm, katılmak zorunda değilsiniz" türünden sözler, küçük-burjuva aydın anarşizminin düşünsel alanda nasıl bir egemenlik kurduğunu açıkça göstermektedir.
Böyle bir ortamda, küçük-burjuva aydınlarını "terörize etmek"le suçlanan Lenin'in ne denli "itibar" göreceği ise ortadadır. Bu küçük-burjuva aydınları için Lenin şöyle yazıyor:
"... bazı kişilere bir gûlyabani gibi gelen fabrika, proletaryayı birleştiren ve disiplinli hale getiren, ona örgütlenmeyi öğreten ve onu emekçi ve sömürülen nüfusun bütün öteki kesimlerinin önüne geçiren kapitalist elbirliğinin (co-operation) en yüksek biçimini temsil eder. Kapitalizmin kürsüsünde eğitim gören proletarya ideolojisi, marksizm, istikrarsız aydınlara, sömürü aracı olarak fabrikaya (açlık korkusuna dayalı disiplinle) örgütlenme aracı olarak fabrika (teknik bakımdan üst düzeyde gelişmiş üretim biçiminin koşulları çerçevesi birliştirilmiş ortak çalışmaya dayalı disiplin) arasında ayrım yapmalarını öğretmiştir ve öğretmektedir. Burjuva aydına çok güç gelen disiplin ve örgütü, proletarya, bu fabrika 'okulunda okumuş olması' nedeniyle, çok kolay kazanır. Bu okula karşı duyulan ölümcül korku ve bu okulun örgütleyici bir etmen olarak önemini kavramada gösterilen müthiş başarısızlık, küçük-burjuva yaşam biçimini yansıtan ve Alman sosyal-demokratlarının Edelanarchismus dedikleri anarşizm türlerini, yani 'soylu' beyefendilerin anarşizmini ya da benim verdiğim bir adla aristokratik anarşizmi ortaya çıkaran düşünce çizgisinin karakteristik özellikleridir. Bu aristokratik anarşizm, özellikle Rus nihilistin karakteristiğidir. O, parti örgütünü canavar bir 'fabrika' olarak düşünür; parçanın bütüne, azınlığın çoğunluğa boyuneğmesini 'kölelik' olarak görür; bir merkezin yöneltisi altında gerçekleştirilen işbölümü, insanların 'çark dişlileri' haline dönüştürüldüğüne dair traji-komik feryadlar atmasına yolaçar (yazıkurulu üyelerinin yazıyla katkıda bulunan kişiler haline getirilmesi, bu tür bir dönüştürmenin özellikle çirkin bir örneği olarak görülmüştür); partinin örgütlenme tüzüğünden söz etmek, insanı tüzükten bile vazgeçirebilecek, ('biçimciler'i amaçlamış) horgörücü bir surat buruşturma ve tepeden bakan bir ifadeye yolaçar." [6*]
Günümüzde, Lenin'in ortaya koyduğu küçük-burjuva aydın anarşizmi, 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte başlatılan kitle pasifikasyonunun oluşturmuş olduğu toplumsal zeminden güç alarak ilerlemiştir. Hemen hergün ve her saat, tüm basın ve yayın organlarıyla sürekli olarak işlenen ve yaygınlaştırılan küçük-burjuva yaşam tarzı ve dünya görüşü, genç kuşakları büyük ölçüde etkisi altına almıştır. Bunun sonucu olarak, politize olan ve mevcut düzene, şu ya da bu nedenle tepki gösteren gençlik kesimleri, bu ortam ve ilişkiler içersinde devrimci mücadeleyle ve örgütlerle tanışmaktadır. Devrimci mücadelenin, 1980 sonrasındaki her türden ideolojik sapkınlık ve saptırmacılıkla hesaplaşmasını tamamlayamadığı, bunlarla arasında sınır çizgilerini çekemediği bir evrede, bu yeni unsurlar içinde şekillendikleri toplumsal ilişkilerin hem sonucu, hem de sürdürücüsü olarak devrimci mücadeleye katılmak durumunda kalmışlardır. Soldaki mevcut durum (pragmatizm ve oportünizm) bu katılımlarla salt niceliksel bir genişlemeye değil, aynı zamanda küçük-buruva yaşam tarzının ve dünya görüşünün yeni bir genişlemesini sağlamıştır.
Bu gelişmenin yarattığı tüm olumsuzluklar, hemen hemen tüm sol örgütler ve örgütlenmeler içersinde açığa çıkmış ve bizatihi varlıklarıyla pratik faaliyetin engeli haline gelmiştir. Ve yine, tüm sol örgüt ve örgütlenmeler açısından kesinkes bilinen bu gerçekler, şu ya da bu biçimde ortaya konulmuştur. Ancak ortaya çıkan durum engellenememiştir.
Marksist-Leninist teorinin her gözden düşürülüşü yönündeki adım, solda kendisine yer bulabildiği sürece, bu durumların engellenmesi şüphesiz mümkün olmayacaktır. Ancak bu gerçeklerin ortaya konulması da, tek başına sorunun çözümü durumunda değildir. Örnegin, bugün kendisini DHKP-C olarak örgütleyen DS'nin, bir yıl önce PKK ile imzaladığı "protokol", bugün bizzat kendileri tarafından her yönüyle sergilenmektedir. Son ay içersinde birbiri ardına yayınladıkları "PKK, Nereden Nereye" yazılarıyla, bugüne kadar dergi sayfalarının arasına sıkıştırılmış eleştirilerin ne denli yetersiz olduğunu açıkça sergilemektedirler. Oysa ki, PKK'nin tüm pragmatist politik tutumları ve buna paralel geliştirmeye çalıştığı ideolojik mesajları, yıllardır gözler önünde durmaktadır. Buna rağmen ve bunlar biline biline (ki bunu kendileri söylemektedir) "protokol" imzalanmış olması, gerçeklerin ortaya konulmasının tek başına yeterli olmadığını göstermektedir. Ama yapılanlar gerçektir ve somuttur. DHKP-C'nin bu zaman içinde, "protokol" gereği yaptığı "anayasa taslağı" çalışmaları gerçektir ve somuttur. Ve yine, bu yılın 1 Mayıs'ında HÖP adının öne çıkartılması da gerçektir. Ama diğer bir gerçek de, PKK temelinde, kendisini DHKP-C olarak örgütleyen DS'nin, hemen her yerde açık bir "dışlanma" tavrı ile karşı karşıya kaldığıdır. Öyle ki, son oluşturulduğu ilan edilen "Devrimci Birleşik Güçler", neredeyse DS' ye yönelik bu tavrın en üst ürünü gibidir. Daha düne kadar "Kürdistan'da PKK, Türkiye'de biz (DS) varız" diye övünenler, bu gelişmeleri, kendi somutlukları içinde şöyle ya da böyle açıklayabileceklerdir. Ancak bunun sınıfsal bir tutum olduğunu ortaya koyamadıkları ve bu sınıfsal tutuma karşı belli bir sınıfsal tavır alamadıkları sürece, yaşanılanlar "dün"de kalacaktır ve yeniden yaşanılacaktır.
Ülkemiz solundaki pekçok örnek ele alındığında varılacak sonuç bir ve tek olacaktır: Küçük-burjuva yaşam tarzı ve dünya görüşü. Bunların oluşturmuş olduğu ideolojik çember kırılmak zorundadır. Bunun ilk ve ana halkası, Marksist-Leninist ideolojinin egemenliğinin yeniden sağlanması olmakla birlikte, kesinkes pratik devrimci faaliyetin doğru bir çizgide sürdürülmesi zorunludur. Ama aynı sonuç, aynı olgunun bir nedeni ve sonucu durumundadır. Küçük-burjuva yaşam tarzı ve dünya görüşünün yaratmış olduğu ideolojik ve politik kavrayış ortamında, bu kavrayış ve ideolojinin etkisi altındaki unsurlarla doğru devrimci çizgi pratiğe geçirilmek zorunda kalınmaktadır.
Düne kadar silahlı mücadelenin çekim merkezi olduğu bir ortamdan, hızla legalizmin bir çekim ortamı olduğu bir ortama gidilmektedir. Bu gidiş, doğrudan doğruya, gerek PKK'nin, gerekse değişik sol örgütlerin gerçekleştirdiği silahlı eylemlerin yaratmış olduğu çekimin zayıflamasının açık göstergesidir. Yakından bakıldığında bunun temelinde, silahlı mücadelenin yanlış bir kavrayışla ve yanlış politik hedefler uğruna sürdürülmesinin yattığı görülebilir. Bu boyutuyla, silahlı mücadelenin bir "çözücü" çizgi olmaktan çıkmasını engellemek, devrimci bir örgüt için tüm zamanların en önemli ve büyük bir sorununu çözme görevi yüklemektedir.
Herkesin açıkça bildiği gibi, PKK'nin silahlı mücadeleyi "siyasal çözüm" adını verdiği bir uzlaşma amacıyla kullanması, sonal olarak çözümün silahlı mücadelenin zaferinde değil, "siyasette" ya da "diplomaside" olduğu düşüncesini egemen kılmıştır.
Öte yandan silahlı devrimci mücadelenin oligarşinin kadrolara yönelik imha operasyonlarıyla birlikte sürdürülmesi, kaçınılmaz olarak örgütlerin zaman zaman güç kaybetmesine neden olmaktadır. Bu durumda, silahlı devrimci mücadele kendi içinde kesintilere uğrayabilmektedir. Ancak diğer taraftan, yanlış anlayışlarla sürdürülen ve ağırlıklı olarak "gerilla" sözcüğünün ajitatif ve propagandif yönlerinin kullanılmasına yönelen silahlı mücadelenin zafer hedefi muğlak kalmaktadır. Silahlı mücadeleyle zafer kazanmaktan çok, kitle içinde yeni unsurlar kazanmak ve sempati yaratmak bu silahlı mücadele anlayışının ortaya çıkardığı bir kavrayış olmuştur.
Böylece silahlı devrimci mücadele, gerek küçük-burjuva yaşam tarzı ve dünya görüşünün oluşturmuş olduğu ilişkilerle, gerekse silahlı mücadele sürdüren örgütlerin yaratmış olduğu kavrayışlarla yüzyüzedir. Birincisi, yeni kadroların sağlanması açısından belirleyici olurken, ikincisi, bu kadroların nitelikleri açısından belirleyici olmaktadır. Doğru devrimci çizginin bütünsel bir ortaya konuluşu, şüphesiz, bu sorunların çözümünde temel belirleyicidir. Ancak, egemen kavrayışlar, bu çizginin ortaya konuluşunu, bütünsel bir "plan" adı altında bir "paket" olarak anlaşılmasını getirmiştir. Bir başka deyişle, devrim sürecinin A'sından Z'sine kadar, tüm sorunları ve aşamaları için, bugünden "somut" çözümler ortaya konulması beklenilmekte ve istenilmektedir. Oysa bu, teorinin dogmalaştırılmasından ve "somut çözüm" adı altında soyut akılyürütmelerle soyutlamalara ulaşılmasından başka birşey değildir ve bu özelliği ile diyalektik materyalizmin doğasına aykırıdır. Bu durumda, geriye "yapmak" ve "göstermek" fiilinden başka birşey kalmamaktadır. Ancak "yapıcılar" bu fiilin öznesi değil, nesnesi olmaktadırlar. Dolayısıyla, sonuç edimsizliktir.
Küçük-burjuvanın istediği ve devrimci örgütlere dayatmaya kalktığı, her konuda ve kendisinin düşündüğü ve istediği her konuda birşeylerin önceden belirlenmesidir. Bunların temel belirlemelerle, ilkelerle ortaya konulması, ona yetmemektedir. Onun istediği, herşeyin "elle tutulur sonuçlar vaad etmesi" dir. Ve o, bu yapılmadığı sürece "parmağını bile" kıpırdatmayacaktır; "soyut gelecek için somut bugünden" vazgeçmeyecektir. Ona somut bir gelecek vaad edilirse, o, "herşeyi" yapacaktır, devrimi de!
İşte küçük-burjuva böyle düşünmektedir. Böyle düşündüğü içinde, ülkemiz devrimci mücadelesinde somut bir gelecek görmemektedir.
Bu küçük-burjuva tavır, gerçeklikte, onun proletaryaya karşı sınıfsal tavrıdır. O, herzaman, mevcut toplumsal düzen tarafından proleterleşme tehdidi altındadır ve bu nedenle proletaryaya karşı bir kin ve düşmanlık duygusuna sahiptir. Diğer yandan, sürekli özendiği ve olmak istediği büyük burjuvalar gibi olacağı günün hayalini kurar. Proletaryayı küçümser, burjuvaziyi kutsar bir küçük-burjuva. Ama onun bu sınıfsal niteliği, mevcut toplumsal düzenin gerçeği ile çatışır ve her geçen gün umutları kırılır. Ve bu umutsuzluk, onu hızla devrim mücadelesinin içine iter. Ancak, devrim mücadelesinin az bir güç kaybetmesi karşısında hızla paniğe kapılır ve devrim saflarını ilk o terk eder. Dolayısıyla, küçük-burjuva, hiçbir zaman uzun sürekli bir mücadeleyi sürdüremez. Devrimin sürekliliği düşüncesi, bir küçük-burjuva için anlaşılamaz birşeydir. Hele hele ki, uzatılmış bir savaş olarak Halk Savaşı, böyle bir sınıf için tam anlamıyla "mantıksız"dır! O, herşeyin hemen olmasını ister. Bu isteğine karşı çıkıldığında ya da gerçekleşmediğini gördüğünde, küçük bir çocuk gibi küser ve köşesine çekilir. Çekildiği köşesinden, devrim mücadelesi için aklına gelen herşeyi söyler. Büyük bir tarih bilgini edasıyla, devrimci mücadelenin tarihi hakkında ahkam keser; büyük bir askeri uzman tavırlarıyla silahlı eylemlere komuta eder. O çok görmüş biridir, dolayısıyla "neler görmüştür neler"! O, herşeyi bilir, ama bildikleri yapılmamıştır! Oblomov edasıyla, oturduğu koltuktan "gençler"e öğütler verir: Birey olun, kendi kimliğinize sahip çıkın, örgüt denilen topluluklardan uzak durun!
Ama küçük-burjuva, herzaman bu kadar "sakin" değildir. Kimi zaman "kızar", "köpürür". Onun kıymeti bilinmemiştir, hakkı yenmiştir. Böyle durumlarda küçük-burjuva "yiğitleşir". Tüm "kötülere", "hak yiyicilere" meydan okur; o artık bir külhanbeyi olmuştur. Herkese haddini bildirmek ve hakkını almak için yollara düşer. Ama her zaman olduğu gibi, zor oyunu bozar. Ve her türlü zora lanetler okuyarak, şiddetin her türlüsüne karşı olduğunu ilan ederek, "eski savaşçı" yeni "barışsever" olur. Bu "barışsever"liğini yaygınlaştırmak için, herkesin sanatla, edebiyatla uğraşmasını ister. Eğer her evde bir "piyano" olursa, insanların bu kadar şiddet yanlısı olmayacaklarını düşünür. Bu düşüncesiyle, "piyano" sahiplerine kendisini yakın hisseder. Onların birer burjuva, kapitalist olmaları değil, "barışsever" olmaları ("piyano" sahibi oldukları için) küçük-burjuvayı büyüler. Kapitalistlerin "komünistlerin" söylediği kadar "kötü", "canavar", "katil" olmadıklarını görür ve bu "iyiliksever" kapitalistlere düşman olan proleterleri ve devrimcileri "terörist" olarak nitelir. "O kötü niyetli teröristler olmasa", dünyanın ve ülkenin nasıl kalkınacağının hayallerini kurar. Ve sonuç olarak, proletarya ile burjuvazi üzerinden "uçarak", dünyaya barış ve refah getireceğine inanır.
İşte bu küçük-burjuvalar, günümüzde emperyalizmin her türlü "iletişim teknolojisi"ni kullanarak, kendi sınıfsal kavrayışlarının ve yaşam tarzlarının propagandasını yapmaktadırlar. Bunu yaparken, silahlı devrimci mücadelenin karşısında kesin bir tutum almaktadırlar. Yukarda ortaya koyduğumuz gibi, yanlış anlayış ve amaçlarla yürütülen silahlı eylemler, bu kesimler tarafından silahlı devrimci mücadele olarak sunulmaktadır. Devrim mücadelesine sempati duyan ve devrim için birşeyler yapmak isteyen her yeni unsur, bu ideolojik propaganda çerçevesinde kendisine yön çizmektedir. Tüm bu nedenlerden dolayı, küçük-burjuva ideolojisinin günümüzdeki (konjonktürel) egemenliği kırılmak zorundadır. Bunun için atılması gereken ilk adım, bu ideolojinin her ürününe karşı kesin ve uzlaşmaz bir tutum almaktır. Kısa vadeli çıkarlar için ya da geçici "yolarkadaşlığı" diyerek küçük-burjuva ideolojisi karşısında takınılacak her tutum, devrim mücadelesinin gelişmesi önünde bir engel oluşturacaktır. Devrimci mücadelenin uzun dönemdir küçük-burjuva aydın kesimden kadrolar sağlamış olması, bu mücadeleyi daha da kaçınılmaz kılmaktadır. Özellikle Öncü Savaşının sürdürülldüğü bir evrede, kadro sorununun tüm diğer dönemlerden ve faaliyetlerden çok daha önemli olduğu düşünüldüğünde, bu mücadelenin neden kaçınılmaz olduğu kolayca anlaşılabilir. Gerek Öncü Savaşını sürdüren kadroların niteliklerinin korunması ve geliştirilmesi açısından, gerekse yeni kadroların sağlanması ve eğitilmesi açısından bu mücadele kesinkes kazanılmak zorundadır.
Ve bu mücadelede, karşılaşılacak değişik sorunlarda ve küçük-burjuva tutumlar karşısında Dante'nin şu sözü hep anımsanmalıdır:
"Segui il tuo corso, e lascia dir le genti"
Dipnotlar
(1*) E. Erkiner, Emek, Sayı: 24, s: 54, Temmuz 1991
(2*) Lenin: Ne Yapmalı?, s: 90
(3*) Burada "Acilciler" imzasıyla, THKP-C/HDÖ ile hiçbir ilişkileri yoktur. O tarihlerde, THKP-C/HDÖ saflarında 1978 yılında ortaya çıkan sağ-sapmanın oluşturduğu bir grup sol katkılarla bu imzayı kullanabiliyordu.
(4*) Burada adı geçen "Devrimci Sol", 1993 sonrasında, bugün kendisini DHKP-C olarak örgütleyen DS'nin dışındaki kesimleri ifade etmektedir.
(5*) T .Töre: Yeni Çözüm Sol Tutuculuğu Aşmalıdır, Emek, Sayı: 9, s: 10-11 Bkz. Kurtuluş Cephesi, Sayı: 5, Eski Bir Gerillanın "Emek"i, Ocak-Mart 1991. Bu yazı, bir zamanların TKEP'nin genelsekreteri olarak değil, kişinin kendi imzasıyla yayınlanmıştır. Bu türden "bireyler", "imzalı yazı yazma"yı bir marifet, bir "kişilik belirtisi" sanıp sanmadıkları hakkında birşey söylemek mümkün değilse de, yazdıklarının kendisinden başka kimseyi "bağlamadığı"nı kolayca söyleyebilirler. Böylece, kendileri, tesadüfen olsa bile, belli bir "örgüt" lülük içinde yer almışlarsa, kendi saçmalıklarının "örgüt"ü bağlamasını bu yolla engellediklerinden dolayı, bu buluşları için kendi "zekâ"larıyla gurur duyuyor olsalar gerek. Yine de bu tür bireylerin, ikili ya da iki yanlı -yahut yüzlü- tutumlarını açıklayabilmek için "Dr. Jaykel ve Mr. Hyde"dan başka bir kaynak bulunmamaktadır. Oysa bu ülkenin devrim tarihi, "Bedreddin Mahir...", türünden imzalı yazılara da tanıklık etmiştir. Komünist Manifesto'nun 150 yıl önce Marks-Engels'in imzaları olmaksızın neden yayınlandığı ise, bu bireyler için, "tarihsel bir sır" olsa gerek!
(6*) Lenin: Bir Adım İleri, İki Adım Geri, s: 239