Bundan bir yıl kadar önce "ne olacak bu memleketin hali" diye sorulurken, son ay içindeki gelişmeler ve olaylar karşısında "ne oluyor" sorusu sorulmaya başlanıldı.
Mart ayı, Van savcısının "müstakbel" genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt'a ilişkin "suç duyurusu" içeren "Şemdinli iddianamesi"ni açıklamasıyla başladı.
Önce Hilmi Özkök'ün, ardından "teamüllere uygun olmayan" biçimde Kara Kuvvetleri Komutanı sıfatıyla Yaşar Büyükanıt'ın Tayyip Erdoğan'la görüşmeleri, "sivil darbe girişimi" üzerine tartışmalar ve nihayetinde bazı üst düzey AKP'li bürokratların görevlerinden alındıklarına dair iddialar "medya"da geniş biçimde yer aldı.
Bu zaman dilimi içinde 8 Mart uluslararası emekçi kadınlar günü kutlandı ve bir yıl öncesindeki AB müdahalesine yol açan olaylar olmaksızın sona erdi.
Ve Nevroz gününe gelindi...
Her zaman olduğu gibi, 2006 Nevroz'u "olay çıkacağı" beklentisiyle başladı ve "önemli bir olay olmaksızın" sona erdi.
Artık rahat bir nefes alınabilirdi.
"Sivil darbe" engellenilmiş, "askeri darbe" tehdidi "Demoklesin kılıcı" gibi memleketin üzerine asılmış, 8 Mart ve Nevroz "kazasız belasız" atlatılmıştı.
Tam bu "rahatlama" anında, yapılan operasyonda 14 PKK'linin öldürüldükleri haberi geldi. Ardından cenaze törenlerinde kitlesel gösteriler, çatışmalar ve ölümler ülkenin ilk gündem maddesi oldu.
"Ne oluyor bu memlekete?" sorusunun daha sık duyulmaya başlanmasıyla birlikte, birbiri ardına "bölünme senaryoları", "komplo teorileri" yeniden ortalıkta uçuşmaya başladı. Her türden AB propagandisti ve ABD'nin "sopacısı", yeni "teori"lerle ortalığa çıktı.
Olaylardan bir hafta önce M. Ali Birand "sivil itaatsizlik" teorisi yapmaya soyundu: "Bu yıl Nevruz, eskilerine oranla farklı geçti. Korkulanlar gerçekleşmedi. Ancak yaşananlar yepyeni bir yaklaşımın başlangıcının sinyalleriyle dolu geçti. Buna 'sivil itaatsizlik' diyebiliriz. Bizim pek alışmadığımız ve başa çıkılması daha zor bir dönem başlıyor.
Bence, Kürt sorununu yöneten PKK ve DTP liderleri, terör silahını giderek daha az kullanmak, buna karşılık 'sivil itaatsizlik' eylemlerine öncelik vermeye başlayacaklarının somut bir işaretini verdiler...
Sivil İtaatsizlik eylemi ile başa çıkmak ise çok daha zordur. Silahsız binlerce insana ateş açamazsınız. Tutuklayıp hapishaneye de sokamazsınız.
Bu tip durumlarla karşı karşıya kalındığında, uzun vadeli politikalar üretmek, gerektiğinde tabuları yıkmak, uzlaşılara varmak, geniş vizyona dayanan yaklaşımlarda bulunmak gerekir.
T.C Devletinin en zayıf noktası da, ne yazık ki budur."[1*] Güneri Civaoğlu'nun katılımıyla "sivil itaatsizlik teorisi"nden daha sık sözedilir oldu.
Böylece AB ve ABD'nin profesyonel yazarlarının "teori"leri aracılığıyla "tabuları yıkmak, uzlaşılara varmak"tan söz edilirken, diğer yandan "bölünme" kaygıları giderek artmaya ve yaygınlaşmaya başladı. Bu kaygılarla beslenen "askeri yönetim" istekleri daha çok yüksek sesle söylenir oldu ve giderek daha fazla yandaş bulmaya başladı.
Oysa gelişen olaylar ne ilkti, ne de PKK' nin yeni politikası olarak sunulan "sivil itaatsizlik" uygulamalarıydı. Şemdinli olayları sırasında Yüksekova ve Hakkari'de benzer olaylar olduğu gibi, Ağustos 2005'te Maçka'da öldürülen iki PKK'linin cenaze töreninde de benzer olaylar olmuştu. Son olayların diğerlerinden farkı, olabildiğince yaygınlaşmış olmasıdır.
Kimi "medya" yazarlarının ifadesiyle söylersek, Şemdinli olaylarından sonra ortaya çıkan gelişmeler, özellikle Van savcısının Yaşar Büyükanıt'a ilişkin suç duyurusu nedeniyle "tırmanmıştır". Devletin "zaaf" içinde olduğunu, ordunun "çaresiz" kaldığını gören Kürt kitlesinin "cüreti" artmıştır.
Oysa bu gelişmenin arkasında yatan itici güç, Irak işgalinde Amerikan emperyalizmi ile açık işbirliği yapmış olan Irak Kürtlerinin, işbirliğinin karşılığı olarak "ödüllendirilmesi"dir. Gerek Talabani'nin Irak Devlet Başkanı yapılması, gerekse Barzani'nin ABD nezdinde özel statüyle ağırlanması, Amerikan emperyalizminin Kürtlere verdiği desteğin sürekli olduğu şeklinde değerlendirilmiştir. Bu itici güç, DTP'nin oluşumu sırasında Barzani'nin KDP'sinin desteğindeki "milliyetçi" kesimlerin daha fazla etkin olmalarını sağlamıştır.[2*] Ahmet Türk'ün DTP "eşbaşkanlığı"na getirilişi de bu gelişmenin sonucu olmuştur.
Bugün Kürtler arasında yaygın olan inanış, "Güneyde Kürtlerin ilk defa kalıcı bir statü kazandığı"dır. Bu inanış giderek A. Öcalan'ın etkisinin silikleşmesine de yol açan bir inanca dönüşmektedir.[3*]
Öte yandan "yükselen milliyetçilik"in "sahipleri"nce, halk "sükünet"e, "vakur" olmaya çağrılırken, "meyvanın olgunlaşmasının beklendiği" kanıları kulaktan kulağa yayılmaya başladı. Nerdeyse her olay "yönetimin askerileştirilmesi" için ileri atılmış bir adım olarak yorumlanır oldu.
Artık "ne olacak bu memleketin hali"nden, "ne oluyor bu memlekete"ye geçen soru zinciri, şimdi "ne zaman olacak" sorusuna dönüşmektedir.
Kürtler BM'in "Darfur kararı"nın uygulaması beklentisi içine itilirken, Türkler "Darfur sendromu"na kapılmaya aday görünmektedir. AB'nin Verheugen tarafından hazırlanan "İlerleme Raporu"nda Fırat ve Dicle su yollarının uluslararası bir komisyon tarafından yönetilmesi gerektiğine ilişkin ifadelerle beslenen "Darfur sendromu", ABD'nin İran'a yönelik askeri saldırı hazırlıklarını hızlandırdığı bir ortamda daha çok taraftar bulmaya başlamıştır.
"Darfur sendromu", en yalın ifadesiyle, bir ulusal devletin kendi sınırları içindeki ulusal ya da dinsel bir azınlığa karşı aşırı güç kullanması karşısında BM'in bölgeyi kendi yönetimi altına almasıdır. Bir başka ifadeyle, ulusal ya da dinsel azınlığın yoğun olarak yaşadığı toprakların uluslararası bir komisyon tarafından yönetilmesi ve uluslararası bir askeri güç tarafından korunmasıdır. Bosna-Hersek'te uygulanan bu yönetim tarzının son uygulaması Sudan'ın Darfur bölgesinde gerçekleştirilmiştir.
M. Ali Birand gibi emperyalizmin paralı kalemşörlerinin "sivil itaatsizlik" olarak teorize ettikleri halk hareketleri, son tahlilde uluslararası emperyalist kuruluşlardan siyasal destek sağlamak amacıyla "sivil halk"ın cepheye sürülmesidir. Amaç, devletin "meşruiyetini" yitirmesi değil, uluslararası güçlerin (ABD ve AB) "sivil halkı" korumak ve "sivil halkın demokratik hakları" için devreye girmesini sağlamaktır. "Medya" söylemiyle ifade edersek, "devlet" ile "sivil halk" karşı karşıya getirilirken, uluslararası güçlerin bölgeye müdahalesi için koşullar olgunlaştırılmaya çalışılır.
Bu "taktik" ne denli "mantıki" görünürse görünsün, bir yanıyla "sivil halkın" katledilmesine zemin hazırladığı gibi, diğer yanıyla müdahale etmesi beklenen uluslararası güçlerin, yani emperyalist ülkelerin bölgesel çıkarlarını gerçekleştirmelerinin de basit bir aleti olmak durumundadır.
Amerikan emperyalizminin "yeni" Irak politikası ve İran'a yönelik askeri harekâtı açısından olaylar "istenilen düzeyde" gelişmektedir. Meydana gelen her olay, M. Ali Birand'ın ifadesiyle, "T.C Devletini" köşeye sıkıştırmaktadır. Köşeye sıkışan "T.C Devleti", kaçınılmaz olarak Amerikan emperyalizminin Irak ve İran'a yönelik isteklerine daha kolay ve daha uzun süreli destek verecektir.
Amerikan emperyalizmi "T.C Devleti"nden isteklerini, ABD genelkurmay başkanı Peter Pace'nin sözüyle ifade edersek, "gözlerinin içine bakarak" söylemiştir.
Amerikan emperyalizminin isteği çok açık ve yalındır: Irak ve İran politikalarının kayıtsız-şartsız kabul edilmesi ve gereklerinin yerine getirilmesidir.
Bugün "T.C Devleti"nde bu isteği kayıtsız-şartsız yerine getirebilecek güçler ise, genelkurmay ve MHP'dir. "Kürt sorunu" her ikisinin "ortak hassasiyeti" olduğu için, gelişen olaylar giderek Amerikan emperyalizminin her istediğinin yerine getirilmesi gerektiği düşüncesini kökleştirmektedir.
Bu durumun en ilginç tarafı, bu iki kesimin, yani genelkurmay ile MHP'nin, her yönden Amerikan emperyalizminin denetimi ve gözetimi altında bulunmasıdır. Tek sorun, genelkurmayın olaylara müdahale edebilmesi için gerekli uluslararası desteğe sahip olmaması, MHP'nin de iktidar olabilmesi için gerekli kitle desteğini sağlayamamış olmasıdır.
MHP'nin Amerikan politikalarına kayıtsız-şartsız uyma yönündeki hareketi karşısında Tayyip Erdoğan hükümeti de giderek aynı çizgiye yönelmektedir.
Amerikan emperyalizmi için, kimin hükümet olduğu, kimin genelkurmay başkanı olduğunun hiçbir önemi yoktur. Onun pragmatizmi, amaca ulaşmak için her yolu mübah sayar. Bir yandan genelkurmay ile gizli görüşmeler yaparak kendi politikasına kayıtsız-şartsız destek verilmesinin yollarını ararken, diğer yandan Barzani aracılığıyla Kürtler arasında etkinlik kurmaktan geri kalmamaktadır.
Olayların genel gelişimini ve bunun içindeki etkin unsurları ele aldıktan sonra, bir kez daha başa dönmek gerekmektedir.
NE OLACAK BU MEMLEKETİN HALİ?
Amerikan emperyalizmi İran'a yönelik askeri müdahalenin hazırlıklarını yoğunlaştırırken, aynı zamanda Irak'ta "iç savaş" hazırlığını sürdürmektedir. Bugün için İran'a yönelik bir askeri harekâtın Irak'taki şiiler üzerinde nasıl bir etki yaratacağı tam olarak bilinmemektedir. Her durumda Kuzey Irak'taki Kürt bölgesi ve Kürtler, Amerikan emperyalizmi için sağlam bir "üs" olarak ortaya çıkmaktadır. Bu "üs"sün korunması ise, "T.C Devleti"ne ihale edilmek istenmektedir.
Diğer taraftan İran'a yönelik askeri harekâtın Türkiye'deki şeriatçıların büyük bir tepkisine yol açacağı da hesaba katılarak, gerek AKP, gerekse "laik güçler" bir pasifikasyon aracı olarak kullanılmak istenmektedir.
Bugün için ideal gözüken çözüm, genelkurmay-MHP ikilisinin işbaşına getirilmesi olmaktadır. Bu ikilinin de Amerikan emperyalizminden beklentileri bu yöndedir. Ortadaki tek sorun, bu durumun gerçekleştirilebilmesi için gerekli "demokratik" görüntüyü sağlayabilmektir. Bir başka ifadeyle, yönetimin MHP aracılığıyla askerileştirilmesinin "meşruiyeti"nin sağlanması gerekmektedir. İşte "sivil itaatsizlik" teorilerinin arka planında bu "meşruiyet" arayışı ve bunun bizzat Kürtler tarafından yerine getirilmesi beklentisi yatmaktadır.
Beklenilen ve istenilen, kitlesel Kürt eylemlerinin giderek "T.C Devleti"nin "bölüneceği" korkularını ülke sathında yaygınlaştırması ve bu yolla "Türkler"in topyekün faşist-asker kırması bir yönetimi ister hale getirilmesidir.
Şüphesiz bu gelişme karşısında her iki ulusun insanları büyük zararlara ve kayıplara uğrayacaktır. Tarihte görülmemiş boyutta bir ulusal kin, iki ulusun arasına girecek, belki katliamlara neden olacaktır. Ve tüm bu gelişmeler ve katliamlar, sadece Amerikan emperyalizminin bölgesel çıkarını gerçekleştirmesi için halkların ödemek zorunda kalacakları ağır bedel olacaktır.
Bu durumda, "ulusların kardeşliği" sloganı ne denli büyük bir öneme sahip olsa da, pratikte hiçbir işleve sahip olmadığı, Türkler ve Kürtler arasındaki giderek büyüyen düşmanlığı engelleyemediği açıktır. Bunun temel nedeni, bir bütün olarak solun, milliyetçilik tabanına oturmuş Kürt hareketi karşısında tutarlı bir çizgi izleyememiş olmasıdır. Ancak hangi ulusa ait olursa olsun, her türden milliyetçiliğe karşı tutarlı mücadele yürütülmedikçe de bu durumu ortadan kaldırmak olanaklı değildir.
Ülkenin, ulusların ve halkların geleceği ne denli karanlık görünürse görünsün, bundan tek çıkış yolu, yine devrimdir.
Milliyetçilik girdabına sürüklenmiş, sınıfsal çıkarların tümüyle bir yana itildiği koşullarda devrim, ya halkların katliamlarla ödeyecekleri ağır bedellerin üzerinde yükselecektir, ya da bu katliamları önleyecektir. Bunun dışındaki yol ise, halk kitlelerinin pasifize edilmesi, her türlü baskıya, sömürüye, eşitsizliğe ve haksızlığa boyun eğdirilmesidir. Bunun bedelini ise, her zaman olduğu gibi, bizler, yani devrimciler ödeyecektir. Bu bedel, devrimcilerin ellerinde son kalan tüm inandırıcılıklarını, güvenirliklerini yitirmeleri olacaktır.
[1*] M. Ali Birand, “Yeni bir dönem mi başlıyor?”, Hürriyet, 23 Mart 2006. [2*] DTP içindeki "milliyetçi" kesimin durumu 5 Ocak 2005 tarihli "Görüşme Notları"nda şöyle ifade edilmiştir:
"Öcalan: Nasıl gidiyor DTH?
Mehmet: Bu oluşumda hem milliyetçi kesim, hem de DEHAP içindeki belli bir kesim, bunlar ufak da olsa sıkıntı çıkartmaya çalışıyorlar. Her iki kesimde de sıkıntı çıkaranlar var.
Öcalan: Bunun nedeni nedir?
Mehmet: Herkes kendi gücü oranında parsel koparmak istiyor.
Öcalan: Bu tür şeyler olacak, ama bu tür şeyler doğru değil. Önemli olan bu oluşumu götürenlerin beraber hareket etmeleridir. Birlik olmalarıdır. Genişletebilirler, farklı çevrelerden insanlar olur. Sadece Kürt partisi değil, değişik çevrelerden insanlar gelmeli." [3*] 11 Ağustos 2004 tarihli "Görüşme Notları"nda A. Öcalan ile avukatlar arasında şu diyalog yer almıştır:
"Avukat: Önemli gördüğümüz bir noktayı açmak istiyoruz. Bazı çevreler Güneyde Kürtlerin ilk defa bir statü kazandığını, ancak sizin Talabani çizgisine karşı geliştirdiğiniz eleştirilerin sizin Kürtlükten uzaklaştığınızı gösterdiğini belirtiyorlar
Öcalan: Bunu Beşikçi mi söylüyor?
Avukat: Hayır, Beşikçi değil. Daha çok Avrupa'da yerleşik bazı Kürt çevreleri bunu yapıyor. Doğrusu halk üzerinde belli bir etki yarattıklarını da söylemek gerekiyor. Dışarıdaki tabloyu tam verebilmek için bunu aktarmak istedik
Öcalan: Çarpıtmasınlar. Bu topraklarda Kürtlüğü biz yoktan var ettik. Daha çok o kaçkınlar bunu çarpıtıyorlar herhalde. Kırk yıldır Avrupa'dalar. Basit iğrenç güdüleri için oradalar. Avrupa'daki halkımıza söylüyorum: Bunlara kanmasınlar, bu aşağılıkların yüzüne tükürsünler. Bunları teşhir ve tecrit etsinler. Sizler de televizyona çıkın, yazın, anlatın. Makalelerde işleyin. Ben Talabani çizgisini şunun için eleştiriyorum: Statü diyorlar, ama ne statüsü? Öyle ABD'ye filan dayanılarak, mandacılıkla statüler elde edilemez. Elde edilse bile kalıcı olmaz. Talabani'yi eleştirmek ayrıdır, ama biz Kürt halkının özgürlüğünden de asla vazgeçmeyiz."