Kontrol Kulesindeki
Küçük-Burjuvalara
Kuşbakışı
Filistin, Lübnan, İsrail
Lübnan, 2000 yılında, İsrail'in yirmi iki yıl işgal ettiği Güney Lübnan'dan çekilmesiyle birlikte yeni bir döneme girmiştir. Yeni dönemin en temel özelliği, Filistinlilerin Lübnan'da, özellikle Beyrut ve Güney Lübnan'daki etkinliklerinin büyük ölçüde sona erdirilmiş olmasıydı. Bir bakıma Filistin hareketi Lübnan'da yenilgiye uğratılmıştır.
İsrail'in Güney Lübnan'dan çekilmesi, Filistinlilerin gücünün kırılması kadar, bölgenin Hizbullah'ın denetimi altına geçmesiyle doğrudan bağlantılı oldu.
Hizbullah ve İsrail arasında yapılan "gizli" anlaşma ile, Güney Lübnan'ın denetimi ve yönetimi Hizbullah'a bırakılırken; Hizbullah da Filistin gerillalarının hareketlerini denetim altına alacağı konusunda İsrail'e güvence vermiştir.
Böylece 2000 yılında başlayan "yeni Lübnan" dönemi, Lübnan'daki kamplarda on yıllardır "mülteci" olarak yaşayan Filistinlilerin Lübnan cephesindeki mücadelesinin sona erdirilmesi üzerinde yükseldi.
3 Eylül 2000'de yapılan seçimleri kazanan Refik Hariri "Yeni Lübnan"ın ilk başbakanı oldu.
Beyrut, Refik Hariri yönetiminde "eski günlerindeki" gibi uluslararası sermayenin "kara para aklama cenneti" olmak için hazırlanırken, bugün İsrail'in "terör örgütü" olarak ilan ettiği Hizbullah, "Yeni Lübnan"ın Güney bölgesi egemeni olarak İsrail'in gayrı-resmi müttefiki oldu.
Nüfusunun %32'si Şii, %21'i Sünni, %7'si Dürzi, %24'ü hıristiyan Marunilerin ve kalan bölümünü de diğer hıristiyanların oluşturduğu, her dinsel kesimin kendi içinde değişik siyasal gruplara ayrıldığı karmaşık yapısından çıkartılan "Yeni Lübnan", uluslararası yardımların ve geleceği varsayılan uluslararası sermayenin paylaşımı üzerinde varılmış bir "consensus"a dayanıyordu.
Bu "Yeni Lübnan"ın en etkili silahlı gücü olarak kabul edilen Hizbullah ise, 1970 ortalarında başlayan Lübnan iç savaşında Şiilere dayanan Emel örgütlenmesinin bir devamı olmuştur. Hizbullah hernekadar Musa Sadr'ın Emel örgütlenmesine dayanıyorsa da, asıl gücünü bölünmüş Şiileri tek bir çatı altında toplayabilmesinden alır.
Refik Hariri, uluslararası "fonlar"ın güvenilir ismi olarak başbakanlığa getirildiğinde, Hizbullah Şiilerin tek temsilcisi olarak ortaya çıkarken, Sünniler eski parçalanmışlıklarını sürdürdüler.
Refik Hariri'nin ilk işi, uluslararası "sıcak para baronları"nın desteğinde adam satın alarak Sünnilerin birliğini sağlamaya girişmek oldu. Ancak "sıcak para baronları" böyle bir birlikten daha çok, Lübnan'ın içindeki parçalı güçler dengesinin sona erdirilmesini talep etmişlerdi. Bu ise Refik Hariri'nin parayla gerçekleştirebileceği bir şey değildi.
Öte yandan Suriye ve İran'ın devlet olanaklarıyla bu karmaşık güç dengesi içindeki değişik kesimlere verdikleri destek, İsrail ve ABD'nin beklediği "Yeni Lübnan"ın oluşumunu engelliyordu.
Yıllardır sürüp giden, dinsel gruplara, feodal ilişkilere dayanan Lübnan'daki güçler dengesi olduğu gibi kaldı.
Bu güçler dengesi karşısında bir şey yapamayacağını gören Refik Hariri başbakanlıktan istifa ederek, Lübnan'daki güçler dengesini değiştirmek için uluslararası baskıların yoğunlaştırılmasını talep etti.
Ve 14 Şubat 2005'de Refik Hariri "faili meçhul" bir eylemle öldürüldü.
Hariri'nin öldürülmesinin ardından, Ukrayna, Gürcistan vb. yerlerde başarıya ulaştırılmış olan "sivil toplumcu darbe" girişimiyle Suriye'nin Lübnan'daki asker varlığı sona erdirilirken, Hizbullah etki alanını daha da genişletti. "Sivil toplumcu darbe"den zarar göreceğini düşünen değişik kesimler Hizbullah çevresinde toplandı.
İşte bu gelişme ortamında, 17 Nisan'da ajanslar şu haberi geçiyorlardı: "Lübnan Başbakanı Fuad Siniora, İsrail'in, güneyde Şeba Çiftlikleri olarak bilinen bölgeden çekilmesini sağlamak için ABD Başkanı Bush'tan yardım isteyeceğini söyledi.
Lübnan Başbakanı, bu adımın, militan grup Hizbullah'ın silah bırakmasına da zemin hazırlayabileceğini belirtti." Artık "Yeni Lübnan"ın yeni bir evresi başlamıştı. Bu evrenin yüzeyde görünen en uç noktası, İsrail'in 1967 yılından beri işgal altında tuttuğu Şeba Çiftliklerinin Lübnan'a geri verilmesi oluyordu.
12 Temmuz günü Hizbullah savaşçıları Şeba Çiftliğinde bulunan İsrail karakoluna saldırı düzenlediler. Saldırıda dört İsrail askeri öldürüldü ve iki İsrail askeri kaçırıldı.
Ve bu olayla birlikte İsrail, 22 yıllık işgalden sonra altı yıl önce çekildiği Lübnan'a yeniden saldırdı.
Hizbullah'ı "silahsızlandırarak" "sonsuz barış" sağlama adına İsrail'in gerçekleştirdiği bombardımanların trajik görüntüleri yayınlanmaya başlandı.
İsrail'in Lübnan'a yönelik saldırısının insanlık dışı görüntüleri bir tarafta dururken, emperyalist ülkelerin İsrail'in askeri ve politik hedeflerine ulaşana kadar diplomatik girişimleri engelleme çabaları, Condoleezza Rice'nin ağzından "Yeni Ortadoğu'nun zamanı gelmiştir" sözleriyle gerekçelendirildi.
Her zaman olduğu gibi "kamuoyu", İsrail saldırısının "insan kayıpları"na yol açan trajik görüntülerine duyduğu "hümanist" tepki ile "terörist, köktendinci" Hizbullah'ın "haddinin bildirilmesi" düşüncesi arasına sıkıştı.
"İslamcı kesim", Irak işgali ve Filistin olayları karşısında gösterdiği "duyarlılığı" İsrail'in Lübnan saldırısına karşı da gösterirken, tutumunu, saldırının "insani boyutları" ile geleneksel yahudi düşmanlığı temeline oturtmaktan geri kalmadı.
"Sol kamuoyu" ise, her zaman olduğu gibi bir "ikilem"le yüz yüze geldi.
Bir tarafta İsrail saldırısının pervasız ve acımasız görüntüleri, diğer tarafta ise Hizbullah'ın "köktendinci" oluşu vardı. Üstelik bu kez Lübnan'da direnen, savaşan taraf Filistinliler değil, bizzat Hizbullah'tı.
"Sol kamuoyu"nun bu ikilemini, bir köşe yazarı "Yeşil bayrakların tarafında mısın yoksa bir silah yığınağı haline getirilen İsrail'in mi?" şeklinde ifade ediyordu.
Dünya devriminin trafik polisliğine alışmış sol örgütlerin tutumu ise, "direnenden yana"ydı. Bir bakıma, Deng Sio Ping'in bir zamanlar söylediği gibi, "kedinin görevi fare tutmaktı, fare tuttuğu sürece renginin önemi yoktu"!
Böylece kendisini "ikilem"in dışında kabul eden sol örgütlenmeler, icazetli ve icazetsiz[1*] küçük grupsal eylemlerle İsrail'in Lübnan saldırısını protesto ederek, Amerikan emperyalizminin bölgesel "planları"na karşı "savaş"acaklarını ilan ettiler.
Oysa "kamuoyu", kimin kime karşı savaştığından ve savaşacağından daha çok, olayların nasıl gelişeceği ve hangi amaçların yansısı olduğunu öğrenmek istiyor. Dolayısıyla "neo-con"ların ünlü "Büyük Ortadoğu Projesi"nden başlayarak değişik "senaryolar"ın neler olduğuna daha fazla ilgi göstermektedir.
"Kamuoyu"nun bu "senaryo" öğrenme istek ve merakı, doğal olarak yazılı basında bolca "komplo teorileri"nin yapılmasının zeminini oluşturmaktadır.
"Kamuoyu" denilen ise, eğitim görmüş küçük-burjuvaların oluşturduğu bir "kütle"dir. Bu "kamuoyu"nun en temel özelliği, "geleceği bilme" isteği ve "gelecek kaygısı"dır.
İşte küçük-burjuvazinin "geleceği bilme" isteği, her türden cincinin, falcının, astrologun, Nostradamus kahinliklerinin baş tacı edilmesinin de nedenidir.
Dün olduğu gibi bugün de, sol örgütlerden beklenilen, olayların nasıl gelişeceğine, bu gelişimin nelere yol açacağına ilişkin "kahinlik" yapmalarıdır.
Küçük-burjuvazinin bu "kahinlik" beklentisi karşısında, özellikle legalize olmuş sol, Hizbullah'ın askeri gücü, bu askeri gücün ne kadar güçlü ve etkin olduğu, şu ya da bu kasabada nasıl direndiği, İsrail birliklerine nasıl kayıplar verdirttiğinin üzerinde durarak "umutları büyütmeye" çalışmaktadır. Büyütülen "umut", solun "kahinlik"te çok başarılı olduğunu göstermekten ibarettir.
Bu "umudu büyüten kahinler"den birisi, Hizbullah'ın "yerin 40 metre altında tünel sistemleri"nden vb. söz ettikten sonra şöyle yazmaktadırlar: "Türkiye 1923'ün aydınlanma yanlısı kurucu babaları, 1917 Ekim Devrimi'nden çok yararlanmıştı. Bugün artık, şeriatçılar bile çoktan tasfiye edilmiş bir reel sosyalizmin miras bıraktığı nimetlerden yararlanıyorlar.
Bu, sosyalizmin ve devrimci inadın dünyamızdan silinemeyeceğine bir başka kanıttır. Hizbullah'ı, dünya sosyalizminin büyük başarısı Vietnam'ın direniş mücadelesinde yarattıklarından yararlanmak zorunda bırakan şey... İsteseler de istemeseler de bizim yaratıcı direnişimizin rengini taşıyorlar.
Dinci dünya, orada böyle. Emperyalizmin ezmeye kararlı olduğu topraklar, sola doğru yöneliyor. Kendi başlarına sona erdirebilecekleri bir yürüyüş değil bu kuşkusuz. Ama oralarda ve Hizbullah böyle.
Vietnam'dan onu alan, bizden neler almaz! Aldıkça değişir.
Yakmışlardı, şimdilerde ha bire küllerimizden yeniden doğduğumuzu kanıtlıyoruz."[2*] Bu bakış açısıyla "icazetli sol", İsrail saldırısını protesto etmek için "Taksim"de buluşurken, Taksim Tramvay Durağı'nda "basın açıklaması" yapmaktan öteye geçmemiştir.
Legalize olmuş sol yayınlarda ve "sanal haber ajansları"nda, "Taksim'de Ortadoğu halkları ile ilgili dayanışma eylemi yapmak isteyen antiemperyalistlere gaz bombaları ve coplarla saldıran polis, katil İsrail'i savundu" haberleri yayınlanırken, tek söylenen "saldırganın kendi döktüğü kanda boğulacağı" olmaktadır.
Bütün bunlar, her ne kadar "umudu büyütmek" adına yazılmış ve yapılmış olursa olsun, hiçbir biçimde küçük-burjuva "kamuoyu"nun beklentilerini karşılamamaktadır. Onlar, "kahin"lerden, "senaryolar" duymak istemektedirler. "Bilindiği gibi, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki küçük-burjuvazinin niteliği, kapitalist-emperyalist ülkelerdekinden farklıdır. Bu sınıfın emperyalizme ve yerli hakim sınıflara karşı tavrı homojen değildir. Tavır bakımından bu sınıfı üç grupta mütalâa etmek gerekir. Bu gruplardan birisi, gerici ittifakın içinde yer alır, biri de 'kontrol kulesi'ne çıkarak sonucu bekler. Üçüncü grup ise, 'radikal-ulusal' sınıfların hareketine katılır; milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alır."[3*] İşte Mahir yoldaşın "kontrol kulesine çıkarak sonucu bekler" dediği küçük-burjuvazinin bu orta kesimi, soldan "senaryo" yazarak "kahinlik" yapmasını bekleyen "kamuoyu"nu oluşturmaktadır.
"Kontrol kulesi", hava alanlarında vb yerlerde trafiği yönetmek için inşa edilmiş yüksek binalardır. Bu kulelerden kuş bakışı trafik izlenir. Trafiğin durumuna göre de, neyin nereye yerleştirileceğine karar verilir.
İşte küçük-burjuvazinin büyük bir kesimi, dünya ve ülkede gelişen olaylar karşısında her zaman "kontrol kulesi"nde oturmayı tercih ederler. Olaylar geliştikçe, herşey görünür oldukça, onlar da tavırlarını ve tutumlarını belirlerler. Bu sayede, gelişen olayların içinde yer almazlar, izleyici olmakla yetinirler.
Bu, aynı zamanda küçük-burjuvazinin "güce tapınma"sının dışavurumudur.
Her zaman "güçlüden yana" tutum takınarak kendi sınıfsal konumunu korumaya çalışan küçük-burjuvalar, "kontrol kulesi" aracılığıyla "güçler dengesi"ni izlerler, güçler dengesinin hangi yönde değişeceğini saptamaya çalışırlar.
Küçük-burjuvazinin bu tutumu, sadece siyasal olaylarda görülmez. Ekonomik ve toplumsal olaylarda da benzer bir tutum takınır. Bu nedenle, borsa, piyasa haberlerini dikkatle izlerler. Doların, borsanın, faizlerin nasıl yön değiştireceğini önceden bilerek, gelişmelerden kendileri için "maksimum" çıkar sağlamaya çalışırlar. Modayı yakından takip ederler. Hiçbir zaman "moda yaratıcısı" olarak ortaya çıkmazlar. Bunun yerine egemen "moda"yı taklit etmekle yetinirler.
"Kontrol kulesi", küçük-burjuvaları her türlü kazadan ve beladan koruyan sığınaktır. Bu yolla, herşeyi kuşbakışı izlerler, olayların dışında kalırlar.
Gerek Amerikan emperyalizminin Irak işgalinde, gerek Filistin ve Lübnan olaylarında "kontrol kulesi" sakinlerinin tutumu aynıdır. Roma arenasında gladyatörleri izleyen seyirci gibidirler. En gözde sporları olan futbolda olduğu gibi, "iyi oynayan kazansın" derler. Bunu söylerken de, "kontrol kulesi"nde olmanın avantajıyla, kimin kazanacağını önceden bileceklerini sanırlar.
Bu "kontrol kulesi" sakinlerinin bazılarının, zaman zaman gelişen siyasal olaylar içinde istemeden yer aldıkları olur. Aldıkları yanlış kararlarla başlarını belaya soktuklarında ise, "yenilen taraftaydık" diyerek kendilerini teselli ederler.
Tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir.
Sınıf mücadelesinin tarihinde, ezilen ve sömürülen sınıflar çoğu zaman yenilgiye uğratılmışlardır. Ama sınıf mücadeleleri ortadan kaldırılamamıştır.
Bizler, bugün Lübnan'da bulunan güçlerin ayrıntılı ve somut bir bilgisine sahip değiliz. Daha da önemlisi, o somut koşullarda yer almıyoruz. Bu nedenle, İsrail saldırısı karşısında neler yapılabileceğini, bunun ne kadar olanaklı olduğunu saptayacak durumda da değiliz. Bugün için emperyalizmin denetimi altındaki "medya" haberlerine bakarak mevcut durum saptaması yapabilmek de fazlaca olanaklı değildir.
Şu kadarını açık ve net olarak söyleyebiliriz:
Emperyalist ülkelerin desteğinde İsrail'in Lübnan'a saldırısı, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının, ulusların ve ulusal-devletlerin varolma hakkının açıkça çiğnenmesidir. Ulusal-devlet sınırları, eski koloni günlerinde olduğu gibi, emperyalizmin istediği zaman ortadan kaldırabileceği, istediği zaman cetvelle çizebileceği basit çizgiler haline dönüştürülmüştür. Bu nedenle, anti-emperyalist mücadelenin temel hedefi, ülkelerin emperyalist sömürüden kurtarılması ve bağımsız ulusal devletler olarak varolma ve kendi kaderini belirleme hakkının kayıtsız-şartsız tanınmasıdır. "Marksizm-Leninizm, gelişen olayları etkileyen çelişmeleri yakalayan ve genel gelişme dinamiğine bağlı olarak ön plana çıkaran unsuru, çözücü eylemi öne çıkaran bir eylem kılavuzudur. Buna uygun düşen ve içinde bulunulan durumu sergileyen tahliller, her şeyden önce, içinde bulunulan durumun tarihi köklerini 'içinde bulunulan an'ın pratiği ile olan bağlarını açığa çıkaracak biçimde olmalıdır. Durum tahlilleri, toplumdaki sınıflararası ilişki ve çelişkileri, genele (sisteme) bağlı bir biçimde değişimini (içinde bulunulan pratiği de kapsayacak biçimde) kısa bir tarihi dilimde inceler. Tahliller analitik bir metodla, gelişen olguları (unsurları) tespit eder, bu unsurlar arasındaki ilişkiyi kurar ve gelişim çizgisini tayin eder. Ne var ki, sadece olguları yakalayıp aralarındaki ilişkileri tespit etmek yetmez. Bu kadarı ile yetinmek yüzeyseldir ve antimarksistir. Esas olan, olaylar içinde gelişen unsurların (olguların) iç çelişkilerini yakalamak ve bu çelişkilerin ortaya çıkardığı o döneme ilişkin öne çıkan çelişmeyi ve hareketin yönünü tayin etmektir. Pratiğe yönelmeyen ve salt dışsal gözlemciliği taşıyan durum tahlilleri, gözlemciliğin (amprizmin) pasifizmini taşır ve devrimci hareketi yönlendiremez. Durum tahlilleri özünde sınıfsal tahlillerdir ve toplumu kavrayışın ürünleridir. Olayların gelişimi, ülkenin (özel olarak Türkiye'nin) emperyalist sistemin belirleyiciliğinde sınıfların alacağı tavra göre biçimlenir. Ülkedeki ekonomik, sosyal ve siyasal yapı nasıl sınıfların hareketini yönlendirirse, sınıfların tavrı da ülkenin yapısını aynı şekilde etkiler. Devrimci proletarya için önemli olan, ülkenin içinde bulunduğu durumu doğru tespit ederek ona uygun düşen (devrimci hareketi yönlendiren ve bu hareket içindeki sınıfsal öncülüğü koruyan) sınıfsal taktik tavrını belirlemektir. Nasıl ki durum tahlilleri sınıflar arası ilişki ve çelişkilerin kavranmasını ifade ederse, her tavır da sınıfsal bir karakter taşır."[4*] "Kontrol kulesi"ndeki küçük-burjuva "kamuoyu"nun taleplerine uygun "kahinlik" yapmak, onların "kontrol kulesi"nden ineceği günü beklemek yerine, emperyalizmin ve ülkenin içinde bulunduğu nesnel koşulların doğru bir tahlilini yapmaya çalışmak devrimci sol hareketin temel görevidir.
Bu, anti-emperyalist ve anti-oligarşik devrimci mücadelenin geliştirilmesinin ve yaygınlaştırılmasının da önkoşuludur.
[1*] "İcazet", "izin, onay" demektir. Marksist-Leninist yazında "icazet", legalizmi savunan ve legal faaliyetini oligarşinin toplumsal muhalefeti kendi denetimi altına alma amacına hizmet eden oportünistler için kullanılır.
Mahir Çayan yoldaş Haziran 1970'de yazdığı bir yazıda, D. Perinçek'in, "Gençler, güçbirliği bozguncularına olduğu gibi, gençliğin eylemine anarşizmi ve terörcülüğü sokmak isteyenlerle de mücadele ediyorlar. Gençlik eylemini, 27 Mayıs Anayasasının meşruiyet sınırları dışına taşırmak isteyen küçük-burjuva anarşistleri(dir)" sözleri üzerine şunları yazar:
"Bu, Behice Boran'ın icazetli sosyalizminin bir değişik ifade tarzıdır. Bu anlayışa göre, 27 Mayıs Anayasasının meşruiyet sınırları dışındaki hareketler, 1) ya terörist, anarşist hareketlerdir, 2) ya da polis provokasyonlarıdır. Ankara'da Tuslog'u ve Amerikan Haberler Merkezini, İstanbul'da Pan Amerikan'ı basıp, tahrip edenler acaba anarşistler miydi, yoksa ajanlar mıydı?
Ne dersiniz, meşruiyet sınırları içinde sosyalistçilik oynamaya kalkan küçük-burjuva entelektüel bozuntuları?" (Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine) [2*] Yurdakul Er, "Sol" sanal gazete, 28 Temmuz 2006. [3*] Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III. [4*] İlker Akman, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz.