İç Politikada
Vur Kurtul/Ver Kurtuldan
Dış Politikada
Al Kurtul/Ver Kurtula
"... Kıbrıs, 1960'lardan günümüze kadar hiçbir emperyalist ülke tarafından kullanılabilir bir yer olmamıştır. Gerek Türkiye ve Yunanistan'ın Kıbrıs üzerindeki çatışmaları, gerekse Rum kesiminde güçlü bir 'bloksuzlar hareketi'nin varlığı, Sovyetler Birliği'nin varlığı koşullarında adanın emperyalist ülkelerin askeri bir üssü olarak kullanılmasını engellemiştir. Bugün ise, Sovyetler Birliği olgusu ortadan kalkmış ve başını Makarios'un çektiği eski dönemin 'bloksuzlar hareketi' önemli ölçüde etkinliğini yitirmiştir. Böylece Kıbrıs'ın emperyalist ülkelerin askeri bir üssü olarak kullanılabilinmesinin önündeki tek engel, Türkiye ile Yunanistan arasındaki çatışma ve çatışma potansiyeli olmaktadır. AB'nin bu durum karşısında geliştirdiği politika, Kıbrıs'ın AB bünyesine alınması ve bu yolla Kıbrıs'ın Türkiye ile Yunanistan arasındaki çatışmada AB 'güvenlik şemsiyesi' altında tutulmasıdır.
AB'nin emperyalist ülkelerinin bu politikası, Kıbrıs'ın 'yabancı ve işgalci askeri güçlerden arındırılması' şeklinde 'barışçıl' ve 'insani' bir görünümde sunulurken, tek amaç, Kıbrıs adasını Avrupa Ordusu'nun stratejik ana üssü haline getirmektir. İşte Kıbrıs sorununu gündemin ilk sırasına çıkartan neden de budur."[1*] Bundan tam bir yıl önce, halk deyişiyle, ortada "fol yok, yumurta yok"ken TÜSİAD'ın açıklamasıyla gündemin birinci sırasına oturan Kıbrıs sorunu, Tayyip Erdoğan'ın AB'den "tarih alma" şovlarıyla bir kez daha gündemin birinci sırasına oturtulmuştur. Özellikle yoluna kırmızı halılar serilen Tayyip Erdoğan'nın "Avrupa seferi"nde söylediği "AGSP, AB ve Kıbrıs tek bir paket olarak ele alınabilir" sözü ve BM genel sekreteri Kofi Annan'ın "çözüm paketi", Kıbrıs sorununu "nihai çözüme" ulaştıracak bir gelişme olarak güncelleştirmiştir.
Diğer yandan ise, BM Güvenlik Konseyi kararı ile "silah denetçileri"nin Irak'a gönderilmesiyle ikinci plana indiği düşünülen Amerikan emperyalizminin Irak saldırısı ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ve Dışişleri Bakan yardımcısı Marc Grossman'nın[2*] gelişiyle yeniden öne geçmeye başlamıştır. Amerikan emperyalizminin dayattığı son BM kararı ile Irak'a verilen sürenin dolmasının (8 Aralık) arifesinde Grossman ve Wolfowitz'in beraberlerinde getirdikleri eski "talep listesi"[3*] ise, bir bakıma yeni AKP hükümetinin diyet borcu olarak sunulmaktadır.[4*] Kıbrıs ve Irak'la ilgili bu gelişmeler olurken, IMF'nin "öncüleri" "yeni hükümetle" görüşmelere başlamıştır.
Bu "sıcak" gelişmeler ortamında, başta "medya" olmak üzere tüm "kamuoyu", 12 Aralık günü yapılacak olan Kopenhag zirvesinden "tarih alma"ya "kitlenmiştir". Doğal olarak, AB, Kıbrıs, Irak, IMF ve AGSP konuları birbirinin içinde ve birbirine bağlı bir bütün haline gelmiştir.
IMF konusunda, ülkenin iflas noktasına geldiği için "yapabilecek birşey yok" diyenler, Irak konusunda Amerikan emperyalizminin isteklerini yerine getirmenin getireceği avantajların hesabı içindedirler.
Kıbrıs konusunda ise, Kofi Annan'ın "çözüm paketi"ni "son şans" olarak değerlendirenler, bu yolla AB'ye girmeyi garantileyeceklerine inanmaktadırlar.
Böylece IMF'den Irak'a, Kıbrıs'tan AB üyeliğine kadar tüm dış politika konularında "ver kurtul"culuk tek perspektif olarak ortalıkta dolaşmaktadır.
Anımsanacağı gibi, "ver kurtul"culuk, PKK hareketinin silahlı mücadeleden "barışçıllığa" evrildiği evrede ortaya çıkmıştır. M. Ali Birand'tan Murat Belge'ye kadar tüm "medyatik" küçük-burjuvalar, bu dönemde hep bir ağızdan "ver kurtul" diyerek Kürt sorununun çözümü için "çözüm paketleri" ortalığa atmışlardır. "Ver kurtulcular" için Kürt sorununun çözümü AB kapılarını açacak anahtardır. Mesut Yılmaz'ın deyişiyle, "AB'nin yolu Diyarbakır'dan geçmektedir".
MHP'nin buna karşı geliştirdiği "vur kurtul"culuğu karşısında "barışçıl ve insani" çözüm yandaşlığı olarak sunulan "ver kurtul" söylemi, içeriği olmayan, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını esas almayan demagojik bir söylemden başka bir şey değildi. Lenin'in deyişiyle, "... gerçekten demokratik kurumlar getirmekte umutsuzluğa kapılan ve bir dizi (kültürel) sorunda her ulusun proletaryasıyla burjuvazisini yapay olarak birbirinden ayrı tutarak, burjuvazinin ulusal kavgalarından kurtulmaya çalışan kişilerin oportünist düş"lerinin[5*] bir ifadesi olmuştur.
Ve herkesin bildiği gibi, PKK hareketi, A. Öcalan'ın Kenya'dan İmralı'ya getirilişiyle birlikte tasfiye sürecine girmiş ve silahlı güç olarak sona ermiştir. Bunun sonucu olarak "ver kurtul"culuk da aynı şekilde ortalıkta görünmez olmuştur.
AB konusunda başlatılan büyük "medyatik" propagandayla, hangi konu "en büyük engel" olarak güncelleştirilirse, "ver kurtul"culuk yeniden ortalıkta boy göstermeye başlamaktadır. Doğal olarak, sorun, AGSP ve bu konuda Türkiye'nin "vetosu" olduğunda bile, tüm "medya" olanakları kullanılarak, bu "veto"nun ne denli "anlamsız" olduğu, bunda ısrar etmenin Türkiye'yi yoksulluğa mahkum edeceği, ülkenin "geleceğini karartacağı" hep bir ağızdan söylenmeye başlanmaktadır. Ama AGSP'nin ne olduğu ve ne anlama geldiği ise sessizce geçiştirilmektedir.
Karen Foggs'un "uyuyan güzelleri"nin AGSP konusunda yaptıkları "ver kurtul" çığırtkanlığı öylesi boyutlara ulaşmıştır ki, neredeyse tüm ilerici, demokrat ve devrimci kesimler birer AB yandaşı haline gelmeye başlamıştır.
AGSP, Batı-Avrupa'nın emperyalist ülkelerinin birleşik askeri gücünün "demokrat ve sivil" söylemdeki adından başka birşey değildir. Diğer bir deyişle, AGSP, emperyalist "Avrupa Ordusu"dur. Sorun, bu askeri güç için üsler bulmak sorunudur. Yunanistan "Avrupa Ordusu" için üs ve komuta merkezi olmaya aday olmuştur. Bu yolla, Amerikan emperyalizmine İncirlik, Pirinçlik gibi büyük askeri üsler vermiş Türkiye'ye karşı "Avrupa Ordusu"na üs vermekle avantaj sağlayacağını hesaplamaktadır.
Ancak Yunanistan'ın yeni emperyalist ordunun üssü haline gelmesi, stratejik açıdan yeterli değildir. Bu nedenle, Kıbrıs'ın stratejik konumu önem kazanmaktadır. Doğal olarak Kıbrıs sorununu bir "ulusal dava" olarak gören Yunanistan için de yeni bir olanak ortaya çıkarmaktadır.
Stratejik ve uzun dönemli olarak ele alındığında, Kıbrıs'ın AGSP çerçevesinde askeri üs haline getirilmesi (ve tabii AB üyesi yapılarak), "Adadaki Türk askeri varlığını" kendisi için bir "tehdit" olarak kabul eden Yunanistan için bu "tehdit"in ortadan kalkması anlamına gelmektedir.
Ancak "ver kurtul"cular için, Yunanistan Türkiye için bir "askeri tehdit" ya da "tehlike" değildir. Kendi deyişleriyle, Yunanistan'ın Türkiye'ye saldıracağını düşünmek "saçmalamaktır"! Dolayısıyla, AB için AGSP "vetosunu" kaldırmak ve Kıbrıs'ı vermek, bir kurtuluş olacaktır. Kuzey Kıbrıs'ın işgalinin Türkiye ekonomisine ne kadara mal olduğuna ilişkin birbiri ardına yayınlanan yazılarla üstü örtülen bu durum, "ver kurtul" düşüncesinin pekiştirilmesine hizmet etmektedir.
Şüphesiz "ver kurtul" zihniyetinin değişik versiyonları da vardır. Pragmatist küçük-burjuva "ver"mek yanlısıdır, ancak karşılığında ne "alacağını" bilmek istemektedir. Bunlar, eğer "vermek" karşılığında AB üyeliği alınacaksa Kıbrıs'tan kurtulmaya hazırdırlar. Özellikle küçük ve orta sermaye kesimleri tarafından desteklenen bu "al-ver"cilerin gözettikleri tek şey kendilerinin elde edecekleri ekonomik çıkardır. Aynı kesimlerin Amerikan emperyalizminin Irak saldırısı karşısındaki tutumları da benzerdir.
Onların ortak görüşlerine göre, ülke ekonomisi bu durumdayken Amerikan emperyalizminin Irak saldırısına karşı çıkmak ya da içinde yer almamak "budalalıktır"! Onlara göre, Irak "operasyonu"nda yer alınırsa, Amerika "kesenin ağzını açacak" ve IMF aracılığıyla Türkiye'ye yeni krediler verecektir. Bu sayede (seçimler sonrasında geliştirilen söylemle) AKP hükümeti IMF'ye "faiz dışı fazla"yı aşağıya çekmeyi kabul ettirebilecektir. Bu da ülkemizde "açlık sınırında bulunan 15 milyon insanın doyrulmasına, "reel ekonomiye" talep sağlanmasına, kısacası "düze çıkmaya" hizmet edecektir. Ve tabii bu da AKP'ye büyük bir prestij ve oy sağlayacağından, uzun yıllar iktidarda kalmalarını garantileyecektir.
İşte böylesine demagojik, popülist söylemlerle ortalıkta dolaştırılan "ver kurtul"culuk, gerçeklerin gizlenmesinden başka bir dayanağa sahip değildir. "Medya"nın bir bütün olarak denetim altında tutulduğu bir ortamda, halk kitlelerin gerçekleri öğrenemeyeceklerinden de çok emindirler.
Ekonomik açıdan söylenenler tümüyle yalandan başka birşey değildir.
Herkesin bildiği gerçek, Türkiye'nin iç ve dış borç toplamı GSMH'sından fazla olduğudur. 200 milyar doların üstüne çıkmış olan bu "borç stoku", ister "ötelensin", ister çevrilebilsin, her durumda borçtur ve faizleriyle birlikte ödenmek zorundadır.
İkincisi, bu borçlar kullanılmıştır, eski "para"dır, dolayısıyla "taze para" bulunabilmesi için, ana para ve faiz olarak ödenmesi zorunludur.
Borçları ödemenin yolu ise, "kemer sıkmak"tan geçer. Bunun için vergilerin artırılmasından başka bir yol yoktur. Amerikan emperyalizminin askerlerinin "korucusu"[6*] olarak Irak'a gönderilecek asker karşılığında alınacak para, karşılıksız para basmakla eşanlamlıdır. Herkesin bileceği gibi, bu da enflasyonun tırmanmasına yol açar.[7*] Asker "kanı" karşılığında dışardan alınacak para ile "yoksul doyurmak" ise, fiyatları görülmedik seviyelere yükseltir. Bu da, Friedmancı ekonomi politika izlerken Keynesci olduğunu söylemenin "türkçesi" olmaktadır.
"Ver kurtul"culuk, askeri ve politik açıdan ise, bir ülkenin geleceğine ipotek koymak anlamına gelir.
Bugün Yunanistan'ın Anadolu üzerinde hiç bir "ard niyeti", "gizli planı" olmamasının konuyla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Yunanistan'ın 1919 Anadolu macerası nasıl sonuçlanmışsa, yenisinin de aynı şekilde sonuçlanacağı da söylenebilir. Ama sorun, pazar sorunudur. Sermaye, her zaman ve her yerde, sürekli genişlemek ve kâr oranını sürekli artırmak durumundadır. Bu kapitalizmin yasasıdır. İç pazardaki talebin sınırlarına ulaşıldığında, her sermaye dış pazarlara açılmak zorundadır. Ulusal devletlerin varolduğu bir çağda, dış pazar, bir başka ulusal devletin pazarından başka bir şey değildir. İster iç dinamikle gelişmiş bir kapitalizmin ürünü burjuvazi olsun, ister dışa bağımlı kapitalizmin ürünü işbirlikçi burjuvazi olsun, pazar olmaksızın ve pazarını genişletmeksizin varlığını sürdüremez.
Her yönden askeri olarak kuşatılmış bir ulusal devletin ise, kendisine dayatılan koşullara boyun eğmek ya da savaşmaktan başka seçeneği yoktur.
Sorun, AGSP ve Kıbrıs sorunu olarak alındığında, "verecek" olanın ve boyun eğecek olanın TC olduğu ("kahrolsun, daha beter olsun") düşüncesi de, bu ülke topraklarında yaşayan halkı ve devrimi bir yana bırakmak demektir.
Kendisini ilerici, demokrat, yurtsever ya da devrimci olarak tanımlayan herkesin çok iyi bilmesi gereken şey, AGSP'nin bir emperyalist ordu olduğu ve emperyalist ülkelerin pazarlarını korumak amacıyla oluşturulduğudur. Diğer deyişle, AGSP, emperyalist sömürünün sürdürülmesine askeri olarak güvenceye almak için oluşturulmaktadır. Doğal olarak, bu emperyalistlerin pazarlarını tehdit eden devrimci mücadele, bu ordunun baş düşmanı ve hedefidir.
İkinci olarak, stratejik yerlere mevzilenmiş emperyalist bir askeri güç, devrimci iktidarlar için en büyük tehlike ve saldırı gücü olacaktır.
Devrimci mücadele ve devrimci iktidar hesaba katılmaksızın, demokrasi, insan hakları vb. gerekçelerle "ver kurtul"culuğun ardına takılmak, devrime ihanetten başka bir anlamı yoktur.
Devrimciler tarafından yıllardır söylendiği gibi, Kıbrıs'ın "iki taraflı, iki toplumlu federal" bir yapıya sahip olması, "tam bağımsız ve gerçekten demokratik bir ülke" olmadığı koşullarda içi boş bir söylemden başka bir şey değildir.
AKEL'in[8*] programatik olarak ifade ettiği gibi, "tek egemenliği, tek vatandaşlığı ve uluslararası kimliği ve bağımsız, askerden ve üslerden arınmış, sömürgeciler olmayan, insan haklarının egemen olacağı bir devlet kurulması için iki bölgeli iki toplumlu federal çözüm"[9*] gelecekteki merkezi ve birleşik bir Kıbrıs'ın temelini oluşturur. Tek koşulla ki, "askerden ve üslerden arındırılmış"lık, sadece İngiliz, Türk ve Yunan askerlerini ve üslerini değil, gelecekteki tüm emperyalist ülke askerlerini ve üslerini de kapsamak zorundadır. Ve yine "sömürgeciler", sadece İngiliz sömürgecileri değil, tüm emperyalist sömürgecileri kapsamalıdır.
Burada unutulmaması gereken nokta, yıllardır şovenist ve ırkçı propaganda ve politikaların sürdürüldüğü, karşılıklı güven sorununun aşılamadığı, toplumların birbirlerine şüpheyle baktığı bir ortamda, saf bir "iyiniyet"in Kıbrıs'ın değişik emperyalist, şovenist ve ırkçı amaçlara alet edilmesinden başka bir sonuç vermeyeceğidir. Bu nedenle, Kıbrıs'ın AB "şemsiyesi" altına alınması, yani AB'nin tek "garantör taraf" olacağı bir çözüm, Kıbrıs adasının Avrupa Ordusu'nun askeri üssü haline dönüşmesine hizmet edecektir. Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı ve emperyalizmin saldırganlığının olağanüstü boyutlara ulaştırdığı bir dönemde, Kıbrıs gibi küçük bir ülkede bağımsızlığın korunması çok kolay değildir.
Ülkemiz solunda olduğu gibi, Kıbrıs'ta da, AB üyeliğinin belli bir güvence getireceği şeklinde yanılsamalar oldukça yaygındır. Bu yanılsamalar, AB' nin bugüne kadar askeri bir güce sahip olmamasının getirdiği "barışçıl ve demokratik" görüntüsünden türemektedir. Oysa ki, AB, AGSP'yle birlikte militarize olmaktadır. AB üyesi ya da aday üyesi ülkelerin halkları başta olmak üzere, tüm halklar için en büyük tehlike de bu militarize olmakla başlamaktadır. Bu koşullarda, Kıbrıs'ın Türkiye ve Yunanistan arasındaki çatışma ve çatışma potansiyeline dayanan Türkiye ve Yunanistan'ın "garantörlüğü"yle süregiden dengesini bozacak her anlaşma, orta vadede, öncelikle Kıbrıs halkına ve soluna zarar verecektir.
Tüm bunları gözönüne almayan "sol" politikalar ya da çözüm önerileri, popülist ve "iyiniyetli" olmaktan öteye geçemez. Bu nedenle de, "ver kurtul"cuların pragmatizminin bir türevi olmak durumundadır. Bu da, "burjuvazinin ulusal kavgalarından kurtulmaya çalışan kişilerin oportünist düşü"nden başka bir şey değildir.
Unutulmamalıdır ki, devrimciler Kıbrıs konusunda "bitaraf" değil, bir taraftır, emperyalizme karşı taraftır.
[1*]Kurtuluş Cephesi, AGSP, AGSK, NATO, AB, Kıbrıs vs., Sayı: 64, Kasım-Aralık 2001. [2*] P. Wolfowitz ve M. Grossman, Bush yönetiminde yer alan iki üst düzey yahudi yöneticidir. Grossman, Kasım 1994-Haziran 1997 arasında Türkiye büyükelçiliği yapmıştır. P. Wolfowitz ise, eski Endonezya büyükelçisidir. [3*] "Talep listesi"nin basına yansıyan bölümlerine göre, Amerikan emperyalizmi Türkiye'deki üsleri doğrudan kullanmanın yanında, 100-150 bin Amerikan askerinin güney doğu bölgesine yerleştirmek ve bunlara "koruculuk" yapmak için 30-40 bin askerin Amerikan genelkurmayının emrine verilmesini istemektedir. [4*] Abdullah Gül, en son Temmuz ayında ABD'ye gitmiş ve burada Morton Abromowitz ve Marc Grossman'la görüşmüştür. Bu buluşmadan bir hafta sonra, Abdullah Gül, bu kez Ankara'da ABD Büyükelçiliği Rezidansı'nda yine Marc Grossman "onuruna" verilen yemeğe katılmıştır. Tayyip Erdoğan ise, M. Abromowitz'le ilk görüşmesi 15 Ekim 1996'ra gerçekleşmiştir. Tayyip Erdoğan ve A. Gül, T. Özal gibi, ABD'den icazet alarak Erbakan'a karşı "ayaklanmışlardır". [5*] Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Ulusal Sorun Üzerine Tezler, s. 100. [6*] Bu "koruculuk" Kore Savaşı'nda yapılmıştır. Ve bilineceği gibi, Amerikan askerlerinin yaşamını koruma uğruna "mehmetçik" yaşamını yitirmiştir. Bunun nasıl olduğunu öğrenmek için Kore Savaşı'na ilişkin yazılmış kitaplara ve anılara bakılabilir. [7*] Anadolu'da bir şehre askeri birliğin gelmesiyle ticaretin nasıl canlandığını, ama buna karşılık fiyatların nasıl arttığını yaşayan herkes çok iyi bilir. [8*] AKEL (Anorthotiko Komma Ergazomenou Laou), 1926'da kurulmuş ve programında Marksist-Leninist bir parti olduğu yazılı Kıbrıs komünist partisidir. Mayıs 2001 seçimlerinde oyların %34,71'ini alarak birinci parti olmuş ve AKEL Genel Sekreteri Dimitris Hristofias Rum Ulusal Meclisi başkanı seçilmiştir. "Yeni Dünya Düzeni"ne ve neo-liberalizme karşı olduğunu ilan etmekle birlikte AB'ye girilmesine karşı çıkamamaktadır. Yapabildiği tek şey, "bazı çekinceler" ileri sürmekten ibarettir. Dimitris Hristofias "sorumlu devlet adamı" portresi çizmeye özen gösterirken, partinin alt örgütleri Marksist-Leninist söylemi sürdürme eğilimindedir. [9*] AKEL'in gençlik örgütü EDON (Eniea Dimokratiki Organosi Neoleas) Genel Sekreteri Stefanos Stefanu'nun 13. Genel Kurul konuşması, 5 Ocak 2001.