"Globalist" Küçük-Burjuvazinin
Kozmopolit Kıbrıs Çözümü
12 Aralık 2002 tarihinde yapılan AB'nin Kopenhag zirvesi öncesinde başlayan ve "Annan planı" ile "somut ilerlemeler" sağlandığı söylenen Kıbrıs sorunu, AB zirvesi sonrasında gündemin ilk sırasında yer almayı sürdürmüştür. Özellikle 28 Şubat 2003 tarihine kadar bir anlaşmaya varılması gerektiği, aksi halde "Türk ordusunun AB topraklarının işgalcisi konumuna düşeceği" beyanlarıyla başlayan, Kuzey Kıbrıs'ta "Annan planı"nı desteklemek amacıyla düzenlenen mitingle gelişen olaylar, "iki inatçı ihtiyar", "ver-kurtul" söylemleriyle süregitmiştir.
Bir yanda "Annan planı"nı AB'ye girmek için Kuzey Kıbrıs'ın "son şans"ı olarak gören "iç muhalefet" ve bunları destekleyen "anavatan"ın "II. cumhuriyetçi" ideologları yer alırken, diğer yanda R. Tayyip Erdoğan'ın Cüneyt Zapsu pazarlama yöntemleriyle geliştirdiği "al-ver kurtul" (yeni söylemle "çöz-yaşat-kurtul") "politikaları" ve nihayet Rauf Denktaş'ın arkasında toplaşmaya başlayan "anavatan milliyetçileri", Genelkurmay başkanından Kara Kuvvetleri Komutanı'na kadar bir dizi "askeri erkan"ın da yer aldığı tarafların "siyasi" ve "diplomatik" beyanları arasında "at izinin it izine karıştığı" bir tozduman bulutu oluşmuştur.
"Üç-beş vatan haininin kışkırttığı gençler"in kitlesel gücünü oluşturduğu Kuzey Kıbrıs "iç muhalefet" ("Annan planı"nın, AB'ye girerek daha iyi ekonomik koşullara sahip olmak ve "anavatan"cıların baskı politikalarından kurtulmak için "büyük bir fırsat" olduğu düşüncesiyle), Tayyip Erdoğan-Zapsu ve "II. cumhuriyetçi"lerle paralelliğe düşerken, geleneksel Kuzey Kıbrıs egemen kesimlerinin "Türk milliyetçiliği" ile Genelkurmayın politik-askeri stratejik "konseptleri"nin paralellik oluşturması, Kıbrıs konusundaki gerçeklerin kolayca bir yana bırakılmasını getirmiştir.
Böylesi bir ortamda, Kuzey Kıbrıs'ta "Annan planı"nın, yaşanılan ekonomik durumdan kurtulmak için, "son fırsat" olduğunu düşünen kesimler (Kuzey Kıbrıs egemenlerinin geleneksel "sol muhalefet" partileri ile "sosyalist" bakış açısına sahip sol), bir yandan kendi düşüncelerinin haklılığını kanıtlamaya çalışırken, diğer yandan "vatan haini" olmadıklarını göstermeye çalışmaktadırlar. Ancak tüm çabalarına ve bu konuda savundukları tüm gerekçelere rağmen, "Annan planı" konusunda açık bir şey söyleyememenin sıkıntısını çekmektedirler.
"Karşı taraf" ise, yani II. yeniden paylaşım savaşından günümüze kadar Kıbrıs'ta ve Kıbrıs politikalarında egemen olan kesimler ise, milliyetçi ve ırkçı anlayışlarını "Annan planı"nın kapsamlı ve ayrıntılı bir eleştirisiyle birlikte daha güçlü savunur hale gelmişlerdir.
"Anavatan"da ise, başını ve ideologluğunu M. Ali Birand ile Cengiz Çandar'ın çektiği "ver-kurtul"cular ile Cüneyt Zapsu'nun "ticari deneyimi ve zekası" ile şekillenen ve Davos "çıkartmasıyla" pragmatizmini en üst boyuta ulaştıran "ne alırsak veririz"ciler, Kuzey Kıbrıs'taki heterojen demokratik muhalefetin sözcüsü haline gelirken, Kuzey Kıbrıs egemenlerinin müttefiki ise genelkurmayın "politik-askeri stratejik konsepti" ("ulusal güvenlik konsepti") olmuştur.
Tüm bu tartışmalar ve saflaşmalar içinde olayları uzaktan izlemekle yetinen, neyin ne olduğu konusunda hiçbir fikre sahip olmayan geniş kesim ise Türkiye halkıdır.
Küçük-burjuva aydınlarının "medya" olanaklarıyla yürüttükleri propagandanın etkisinde kalan kesimler ise, bu propagandanın gözlerine taktığı "at gözlüğü"yle[1*] olayları izlerken, hangi tarafın ne savunduğu ve ne istediğinden çok, bundan kendisinin nasıl bir yarar sağlayacağı üzerine "muhabbet"le yetinmektedirler.
Tüm bunların içinde önemsenmeyen, dikkate alınmayan ve yokmuş gibi kabul edilen şey ise Kıbrıs'ın bizzat kendisi ve Kıbrıslılardır.
En yakın Yunanistan toprağına (Rodos) 400 km ve en yakın Türkiye toprağına 70 km uzaklıkta bulunan Kıbrıs adası, 200 bini "Türk" kökenli ve 650 bini "Rum" kökenli Kıbrıslılardan oluşmaktadır.[2*] 1960 yılına kadar Osmanlı ve İngiliz egemenliği döneminde ortak bir toplumsal yaşam, kültür, dil oluşturamamış olan Kıbrıslılar, İngiliz emperyalizminin II. yeniden paylaşım savaşı sonrasında hegemonyasını yitirmesi ve eski-sömürgelerin tasfiye edilmesi sürecinde devlete sahip olmuşlardır. 1960 Anayasası ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti'nde, daha ilk yıllarda başlayan "Türk-Rum" çatışması, ortak yaşamın yaratılmasını getirebilecek bir süreci başlamadan bitirmiştir.
1974 yılındaki Nikos Sampson darbesi, ardından gelen savaş ve adanın ikiye bölünmesi, varolmayan ortak yaşamı tümüyle ortadan kaldırmıştır. Bu nedenden dolayı, ortak çıkarlara sahip, ortak bir tarihe, kültüre, toplumsal yaşama sahip bir Kıbrıs halkından söz etmek olanaksızdır. Kıbrıslılar için ortak bir yaşamın oluşturulabilmesi için var olabilen ortak payda ise, ya ideolojik ya da ekonomik niteliktedir.
Kıbrıs'ta bölünmüş topraklarda yaşayan Kıbrıslıların birarada yaşayabilmelerini sağlayabilecek ilk ve en yaşamsal ortaklık ideolojik niteliktedir. Kendine ait, kendine özgü ve ortak bir tarihe, kültüre, dile sahip olmayan iki toplumun birlikte yaşayabilmelerinin ortak paydası, evrensel özelliklere sahip bir dünya görüşünün Kıbrıslılar tarafından benimsenmesi ve paylaşılmasında bulunmaktadır. Bu da, genel söylemde "sol" dünya görüşünden başka birşey değildir. İki toplumun bireyleri böyle bir dünya görüşünü benimseyebildikleri ve buna uygun yönetimler oluşturabildikleri ölçüde, ortak bir toplum ve siyasal yönetim oluşturabileceklerdir.[3*] Kıbrıs'ta ideolojik, yani üstyapısal toplumsal ve siyasal yapının kurulabilirliği, Kıbrıs'ta üstyapının aşağıdan yukarı ele geçirilmesi ve bu üstyapı aracılığıyla yeni toplumsal düzenin kurulması anlamına gelir ki, bu da devrim demektir. Kıbrıs'ın tümünü kapsayan devrimci bir iktidar koşullarında iki toplumun birlikte ve ortak bir yaşam oluşturabilmeleri, Kıbrıslıların kaçınılmaz yazgısı durumundadır.
Bunun dışındaki hiç bir çözüm, Kıbrıs ve Kıbrıslılar için sürekli ve kalıcı olmayacağı gibi, toplumlar arasındaki ayrışmayı ve farklılığı ortadan kaldıramayacaktır.
Tartışmasız ve mutlak olan bu gerçeğin, Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı koşullarında her türlü devrim ve kurtuluş olasılıklarının "çok gerilerde" kaldığı düşüncesinin egemen olduğu bir dönemde, "soyut bir özlem" olarak değerlendirildiği de somut bir gerçektir.
Bugün, Güney'de ve Kuzey'de, kendisini "sol" olarak tanımlayan her kişi için, devrim ve devrimci iktidar çözümü bir "ütopya" olarak değerlendirildiği koşullarda, geriye kalan tek çözüm yolu ise, iki toplumun bireylerinin ekonomik çıkarda birleştirilmesi olarak görünmektedir. Özellikle Kuzey'de egemen olan bu "çözüm yolu", "Annan planı"nın "son şans" olarak görülmesiyle özdeşleşmektedir.
Sözcüğün tam anlamıyla "bireysel çıkar" temelinde ortaya çıkartılan bu "çözüm"ün ise, Kıbrıs'ın dışa tam bağımlı bir tüketim ve turizm ekonomisine sahip kılınmasından başka bir anlamı yoktur.
Bu "çözüm", bireysel çıkarların kapitalizmin gelişme ritmine bağlı olarak değişeceğinden, iç, sınıfsal çelişkilerin gelişmesini getirecektir. Bir başka deyişle, Kıbrıs için ortaya atılan "birleşik" ya da "ortak" devlet çözümleri, sınıf mücadelesinin başat hale geleceği bir Kıbrıs ortaya çıkaracaktır. Böylece, "soyut" ideolojik birlik, somut sınıfsal mücadelenin içinde şekillenen somut içeriğine kavuşacaktır. Tarihin diyalektiğinin açıkça gösterdiği gibi, gelişen sınıfsal mücadele, her türden ulusal, ırksal, dinsel, kültürel ayrımları ve ayrımcılığı ikinci plana iter. Sonuç, bugün için "soyut", "ütopik" olarak görülen ideolojik birliğin, somut kuruluşudur. Tek farkla ki, birincisi, insan bilinciyle, iradesiyle "bugün ve hemen" oluşturulabilirken, ikincisi, belirsiz bir tarihte ve bu tarihe kadar ulusal, ırksal, dinsel, kültürel, ekonomik vb. bir dizi çatışmayı, olumsuzluğu, acıyı vb. yaşamayı gerektirecektir.
Bugün ("hemen şimdi") devrim, sosyalizm, sınıfların ortadan kaldırılması gibi düşüncelerin güzel, ancak pratik bir değere sahip olmadığını ileri sürenler için, bu gerçek çözümün bir anlamı ve değeri bulunmamaktadır. Bu durum, kendisini "sol"da gören ya da popüler dilde ifade edersek "tanımlayan" her kişi için geçerlidir. Bu düşünce sahipleri, "pratik" ve "somut" çözümden yanadırlar, dolayısıyla devrim, devrimci iktidar onlara "soyut" göründüğünden geçerli değildir.
Oysa ki, bugün, sadece Kıbrıs için değil, tüm ülkeler için, devrimin nesnel koşulları, her zamankinden çok daha fazla olgun durumdadır. Eksik olan, devrimin öznel koşullarıdır, yani halk kitlelerinin devrimci bilince ve devrim için mücadele etme iradesine sahip olmaları ve de bu mücadeleyi yürütecek devrimci öncünün varlığıdır. Onlarca yıl oturup bekleyenlerin, kendi bireysel yaşamlarının ve çıkarlarının peşinde koşanların ya da kendisinin ve kendi çabasının dışında oluşacak devrimci mücadelenin hayalini kuranların, gün geldiğinde, hiç bir şeyin olmadığını görerek, daha "pratik" ve "somut" çözümleri ("içlerine ve dünya görüşlerine") "sindiremeseler" bile, kabul etmek zorunda kalacakları çok bilinen tarihsel bir gerçektir.
Evet, bugün Kıbrıs'ta, özellikle Kuzey'de egemen olan ortak "çözüm" noktası ekonomik bireysel çıkardır. "Annan planı" etrafında dönen tüm çatışmaların ve ittifakların temeli bu bireysel çıkarda odaklanmaktadır. Kuzey Kıbrıs'taki AB'ye girilmesi için "Annan planı"nı "son şans" olarak gören ve kendisini "sol" olarak tanımlayan "muhalefet"in açıkça ortaya koyduğu bu ortak nokta, Kuzey Kıbrıs'ın egemen kesimleri tarafından "ulusal çıkar" olarak sunulmaktadır. Kuzey Kıbrıs'ta sözü edilen tüm "ulusal çıkarlar" bireysel çıkarların genel-ulusal çıkar olarak gösterilmesine hizmet eden bir devriklemeden başka birşey değildir. "Ulusal çıkar", "anavatan" vb. hamasi nutuklar atanlar, bugünkü durumda sağladıkları kendi bireysel çıkarlarını kaybedeceklerinden endişe duyanlardır. Ama şu da gerçektir ki, bunların karşıtları da, mevcut durumun değişmesiyle birlikte, kendileri için daha avantajlı koşulların oluşacağını hesaplamaktadırlar.
Günümüzde Kıbrıs sorununu, her türden ulusal, kültürel, tarihsel vb. özelliklerinden soyutlayarak ele alan her yaklaşım ve her türden "pratik çözüm" önerileri, 1997 Asya Krizi ile birlikte başlayan dünya ekonomik bunalımının yaratmış olduğu konjonktürden beslenmektedir.
Amerikan emperyalizminin saldırganlığının olağanüstü arttığı, emperyalistler arasındaki çelişkinin giderek keskinleştiği bir dönemde, konjonktürel sorunlara bağlı olarak ortaya çıkartılacak her çözümün, kendi içinde bir dizi çatışmayı beraberinde getireceği dikkatlerden kaçırılmaktadır.
Irak'a yönelik Amerikan emperyalizminin saldırısına ilişkin olarak yapılan değerlendirmelerde de açıkça görüleceği gibi, Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı ile birlikte başlayan yeni süreçte, mevcut statükoların bozulmasının, "bugünden tahmin edilmesi olanaksız" bir dizi yeni çatışmaları da beraberinde getireceği kesindir.
Kıbrıs, dünyadaki bu gelişmelerin dışında, ondan soyutlanmış olarak varolmadığı gibi, var olabilmesi de olanaksızdır. Bu nedenden dolayı, bugüne kadar uluslararası ve bölgesel güç dengelerine bağlı olarak varlığını sürdüren Kıbrıs'ı belirsiz bir gelecek beklediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu belirsiz geleceğin en tehlikeli olanı ise, bölgesel güç dengelerinde meydana gelecek değişimlere bağlı olarak şiddetlenecek ve hızlanacak Kıbrıs'ın bütünüyle ilhak edilmesine yönelik faaliyetlerdir. Bu ilhak, ister Yunanistan, ister Türkiye tarafından gerçekleştirilsin, her durumda Kıbrıs'ın ve Kıbrıslıların fiilen ortadan kalkmasından başka bir anlamı yoktur.
Konjonktürel koşullar nedeniyle "Annan planı"nın uygulamaya sokulmasının, yani Türkiye'nin oligarşik yönetiminin imzalamak zorunda bırakılmasının, (ister "ulusal güvenlik" gerekçesiyle olsun, ister milliyetçi söylemle olsun) ilk ve yakın sonucu, Kıbrıs'ta iki toplum arasında provokatif çatışmalar yaratılması olacaktır. Aynı durum, Yunanistan için de geçerlidir.
Bu provokasyonların başarılı olup olmayacağı, bir başka deyişle, Yunanistan ya da Türkiye'ye askeri müdahale için uluslararası "meşruiyet" sağlayıp sağlayamayacağı fazlaca önemli değildir. Gelişecek her olay, bir yandan Kıbrıs'ın tümüyle Türkiye ya da Yunanistan tarafından ilhakını getirebileceği gibi, Kıbrıs'ın doğrudan "uluslararası yönetim"e devredilmesi sonucunu da doğurabilecektir. Her iki durumda da, birleşik Kıbrıs'ın ve Kıbrıslı olmanın varoluş nedeni ortadan kalkacaktır.
Bütün bunlar, Kıbrıs'ta yaşayan herkes tarafından, az ya da çok bilinmektedir. Ülkemizdeki ("anavatan") "al-ver kurtul"cuların rahatlığının nedeni de budur. Bunlar, "sonuç bugünden belli olduğuna göre, ne alırsak kârdır" düşüncesindedirler.
Kuzey Kıbrıs ve Kuzey'de yaşayan Kıbrıslılar bir yol ayrımına gelmişlerdir ve bunun bilincindedirler. 1974-1987 arasında doğrudan Türkiye'den yapılan parasal yardımlarla ve 1987 sonrasında off-shore bankacılık, gazino ve kumarhane "turizmi" ile gelire ve buna bağlı tüketim olanağına sahip olan "cennet Kıbrıs", 1999 yılından itibaren Türkiye ve dünya ekonomisindeki bunalımla birlikte "cehenneme" dönmüştür.
Emperyalist metropollerdeki aşırı sermaye birikiminin bir sonucu olarak ortaya çıkan 1990'ların büyük tüketim patlaması, tüm geri-bıraktırılmış ülkelerde olduğu gibi, Kuzey Kıbrıs'ta da sona ermiştir. Gün "ödeme zamanı"dır. Bu ödeme, her zaman olduğu gibi, asıl olarak çalışan sınıflar tarafından yapılacaksa da, küçük-burjuvazi de, geçmiş dönemlerle kıyaslanmayacak boyutlarda ödeme yapmak durumundadır. "Annan planı" kabul edilse de, AB kapıları açılsa da, bu ödemeden kaçmak olanaksızdır. Bugün gerçek "ütopya", küçük-burjuva bireyin, bu ödemeyi yapmaktan kurtulabileceği düşüdür.
Ne yazık ki, özellikle Kuzey Kıbrıs'ta küçük-burjuva hayal oldukça yaygınlaşmıştır. Güney Kıbrıs tarafından tüm koşulları tamamlanmış hazır bir AB üyeliği yoluyla kendilerine "yeni iş olanakları" çıkacağı beklentisi egemendir. Oysa kendilerini bekleyen bir daha geri dönüşü olmayan göçtür ve göçmenliktir. "Anavatancı"ların, faşistlerin iddia ettiği gibi, bu bir iç göç değildir, adadan tümüyle kopmayı gerektiren temelli bir ayrılmadır.
Bu gelecek, Güney Kıbrıs'ın ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel yapısına bakarak çok daha kolay anlaşılabilir. Bugün AB ülkelerine gitmekte fazlaca zorlukla karşılaşmayan Güney Kıbrıslı için, AB üyeliği, kendi toprağı ile, kendi ülkesiyle bir üyelik anlamına gelmektedir. Bu nedenle, Güney'de bir göç ve göçmenlik tehlikesi hissedilmemektedir.
İnsanlık tarihi, her zaman kendi yolunda ilerleyecektir. Tarihin evriminin kaçınılmaz sonuçları ne denli ortaya konulursa konulsun, Kuzey Kıbrıs'ta egemen olan küçük-burjuva bireysel çıkar anlayışı ve onun sonuçları ortadan kaldırılamayacaktır. "Annan planı"nın kabul edilmesiyle AB içinde "serbest dolaşım" hakkını elde edeceğini düşünen küçük-burjuva, bu yolla kendisine, bireysel olarak yeni bir yaşam kurabileceğinin hayaline dalmıştır. Ülkemizdeki ("anavatan"daki) AB yandaşı küçük-burjuvada da egemen olan aynı düşünce ve hayal, her türden ulusal varlığın ve ulusal değerin topyekün terk edilmesi için uygun bir ortam yaratmaktadır. Bu küçük-burjuvalar için, ülke, yurt, ulus, ulusal devlet, kendi bireysel yaşamını engelleyen bir "yük"tür, kurtulunması gereken bir ağırlıktır. Onlar, AB yoluyla "dünya vatandaşı" olacaklarını düşlemektedirler. Dünyanın her yerine vizesiz gidebileceklerini, Avrupa'nın her yerinde oturma ve çalışma hakkına sahip olacaklarını, dolayısıyla "Avrupa vatandaşı" olarak "demokratik" bir ortamda yaşayacaklarını düşünmektedirler.
Yıllardır sürdürülen "globalizm" propagandasıyla oluşturulmuş olan bu çarpık küçük-burjuva bilinç sahipleri, aynı durumun neden diğer ülkelerde görülmediğini, AB'nin emperyalist-kapitalist ülkelerinde ulusal varlıklardan (ilk başta ulusal bayrak, ulusal devlet ve ulusal dil olmak üzere) vazgeçme eğiliminin neden varolmadığını düşünemeyecek kadar körleşmişlerdir.
Şüphesiz bu küçük-burjuva çarpık bilinç, son yirmi yıl içinde oligarşik yönetimin her türlü baskı ve terörüne maruz kalmış solda oldukça kabul görür hale gelmiştir. Kürt ulusal hareketinin milliyetçilik temelinde yürüttüğü "TC" karşıtı propagandayla beslenen "ulusal" her şeye karşı olma duygusu, bu küçük-burjuva düşüncenin "uluslararasıcılığı" ütopyalarının "enternasyonalizm" olarak algılanmasına da yol açmıştır. Oysa bu küçük-burjuva "uluslararasıcılığı" sözcüğün tam anlamıyla emperyalist burjuvazinin kozmopolitizminden başka bir şey değildir.
"Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm" sözcüklerini dillerinden ve dergilerinden düşürmeyen ülkemiz solunda "ulusal" her şeye karşı olma tutumu tam bir ideolojik kaos yaratmıştır. 1980 askeri darbesiyle soldan, Marksizm-Leninizmden kopan küçük-burjuva aydınlarının bile tanımlayamadıkları bir kaostur bu. Bu kaosun en temel özelliği ise, hiçbir ölçünün, hiçbir değer yargısının var olmayışı, her türden kavramın birbirine karşıt kavramlarla birlikte rahatlıkla kullanılabilmesidir.
"Bağımsız", emperyalizmden bağımsız bir ülke isteyebilmek için, önce bir ülkeye sahip olmak gerektiği; demokratik bir ülke olabilmek için, önce bunun uygulanacağı bir yerin, ülkenin ve burada yaşayan insanların varolması gerektiği; sosyalizmin kurulabilmesi için, önce bir yerde, bir ülkede iktidarın ele geçirilmesi gerektiği unutulmaktadır. Ve nihayet, "ülke nedir?, neye denir?" unutulmaktadır.
İşte bugün Kuzey'de Kıbrıs konusunu gerçeklikten ve gerçeklerden uzaklaştıran, az çok düşünen, düşünebilen hiç kimsenin kolayca kabul edemeyeceği çözümler karşısında sessiz bırakan, belirsiz bir geleceğin önlerine çıktığını hissetmelerine rağmen yine de "son fırsat" diye düşünmeye sevk eden bu çarpık küçük-burjuva anlayış ve onunla üretilen hayallerdir.
Kıbrıs konusunda "medya"da yer alan her türden "çözüm" önerileri, yıllardır şovenist ve ırkçı propaganda ve politikaların sürdürüldüğü, karşılıklı güven sorununun aşılamadığı, toplumların birbirlerine şüpheyle baktığı bir ortamda, Kıbrıs'ın değişik emperyalist, şovenist ve ırkçı amaçlara alet edilmesinden başka bir sonuç vermeyecektir.
Emperyalistlerin Yugoslavya'nın parçalanmasında etkin bir biçimde kullandıkları "silahlı diplomasi" yönteminin, günümüzde Irak ve W. Bush'un "şer üçgeni" karşısında giderek daha fazla kullanılıyor olması gerçeği de, Kıbrıs'ın Orta-Doğu ve Akdeniz ülkeleri için özel bir yere sahip olmasını getirmektedir. 1950'lerde İngiliz emperyalizminin Mısır'daki Nasır yönetimine karşı yürüttüğü askeri tehdit ve saldırılarında en önemli askeri üs durumunda bulunan Kıbrıs, bir kez daha eski işlevlerine döndürülmek istenmektedir. Bu nedenle, Kıbrıs'ın AB "şemsiyesi" altına alınması, yani AB'nin tek "garantör taraf" olacağı bir çözüm, Kıbrıs adasının Avrupa Ordusu'nun askeri üssü haline dönüşmesine hizmet edecektir.
Büyük finansman ve propaganda olanaklarına sahip kılınan küçük-burjuva anlayış, bunları küçümsemekte, önemsiz bir ayrıntı olarak sunmakta ve hatta "paranoya" olarak göstermektedir.
Bireysel ekonomik çıkarların öne çıkarıldığı, bu yöndeki demagojik propagandanın olağanüstü yaygınlaştırıldığı bir ortamda, bireyi aşan, toplumsal, ulusal ve uluslararası kapsama sahip her konu "soyut" kabul edilmektedir. Artık küçük-burjuva politikalarında "insanlığın yüce amaçları" vb. türünden ifadeler, boş, anlamsız, işe yaramaz "soyutlamalar" durumundadır. Kendi bireysel çıkarını gözetmeye yöneltilmiş ve bu bireysel çıkarını her şeyin üzerinde tutan bireyler için "yüce idealler" sadece boş zamanların ve içki sofralarının konusu olmaktan öteye geçmemektedir.
Emperyalist propagandanın gücü karşısında insanlığın geleceğini belirleyen sorunların böylesine bir yana itilmesi karşısında duyulan tepki ne denli büyük olursa olsun, yine de belli bir çaresizliği içinde barındırmaktadır. Bireysel çıkarları için "ülke", "ulus" vb. değerleri kolayca bir yana bırakabilen, bırakmaya hazır bir kitlenin "ikna edilemez" hale gelişi karşısında duyulan tepki ile çaresizlik, pasifizmi, ortayolculuğu ve nihayet "ulusalcılığı" güçlendiren sonuçlar üretmektedir.
Ülkemiz somutunda "Kemer country" vb. alanlarda yaşayan, özel şoförlü ve ayda binlerce dolar ücret alan küçük-burjuva aydınlarının oluşturduğu "Beyaz Türkler"in yaptıkları ile bunlar dışında "adam gibi adam" arayan aydınların çaresizlikleri ve boyuneğmişlikleri gözönüne alındığında, fazlaca bir şey yapılamayacağı düşüncesi ağırlık kazanmaktadır. Bu düşünce, kaçınılmaz olarak, "bükemediği eli öpmek" ya da "güçlünün yanında yer almak" şeklindeki bir diğer küçük-burjuva anlayışın gelişmesine hizmet etmektedir.
Solun içinde bulunduğu durum da bu tepki ve çaresizlik tarafından biçimlenmektedir. Sadece TKP (ML)'nin işçiler ve köylülerden başka bir "halk" kesiminin de var olduğunu onlarca yıl sonra keşfederek TİKKO adını "Halk" Kurtuluş Ordusu şeklinde değiştirmesi bile, küçük-burjuvazinin sol üzerindeki gücünü ve etkisini yeterince göstermektedir.
Emperyalist-kapitalizm karşısında bireysel olarak kendisine bir "çıkış" yolunun olduğunu, bunun için sonsuz "fırsatların" önünde durduğunu, tek yapması gerekenin "aklını kullanmak" olduğunu düşünen bireyi (pragmatist, işbitirici bireyi) bekleyen "tehlikeleri" ortaya koymak, kendisine anlatmak ne denli gerekirse gereksin, sonal olarak "ikna edilemez" bireyin kendi yazgısını yaşayarak öğrenmesinin kaçınılmaz hale geldiği dönemler vardır. İşte insanlık böylesi bir dönemden geçmektedir.
Bu dönemde, kendi topraklarına yerleşmiş yabancı ve emperyalist askeri güçlerin, başka ülkelere yönelik tehdit ve saldırıları karşısında kendi çıkarının bozulmayacağını düşünen birey, kaçınılmaz olarak başkalarının yaşamları karşısında kayıtsız ve umursamaz olmaktadır. En iyi durumda, onların da "kafalarını kullanıp" kendisi gibi yapsalardı böyle şeylerin olmayacağını düşünebilen bu bireyler, ancak kendi bireysel çıkarlarının zarara uğradığını gördüklerinde tepki göstermek durumundadırlar. Toplumsal ve siyasal sorunlar karşısında küçük-burjuvazinin saman alevi gibi yanıp sönen sınıfsal tepkisinin nedeni de budur.
Dünya ekonomik bunalımının başlayıp geliştiği koşullarda "aklını kullanan" küçük-burjuvaların borsa, kredi kartı vb. yollarla nasıl mülksüzleştirildiği açık ve somut olgular olmasına karşın, inatla ve ısrarla aynı yolda yürümeye devam etmesi, bu sınıfın, herşeye rağmen tek başına kendini kurtarabileceğine olan boş inancındandır.
Bugün her türlü propaganda araçlarından yararlanarak sesi en çok çıkan, sözü en çok duyulan küçük-burjuvazi, genel olarak emperyalist burjuvaziye, özel olarak yerli oligarşilere yedeklenmiştir. Bu durumun ortadan kaldırılmasının yolu, küçük-burjuvaziye uygun gelen ve onun konjonktürel olarak zarara uğradığı konularda propaganda ve örgütlenmeler yapmaktan geçmemektedir. Ülkemiz solunda ya da Brezilya'da Lula örneğinde olduğu gibi, küçük-burjuvaziye "şirin" görünme "taktikleri", küçük-burjuvazi üzerinde etkili olmadığı gibi, kendi gücünü daha da abartmasına hizmet etmektedir.
Ancak süreç, küçük-burjuvazinin ve aydınlarının ayrışma sürecidir. Geleneksel küçük-burjuva aydınları, "medyatik" küçük-burjuva köşe yazarlarının gücü karşısında ezilirken, dağınık, örgütsüz ve çaresiz kalmaktadırlar. Finansman kaynakları güçlü ve sürekli olacağı düşünülen özel üniversitelerde iş bulmuş geleneksel küçük-burjuva aydınları ile bunun dışında kalanlar arasındaki farklılaşma giderek belirginleşmeye başlamıştır. Bu farklılaşmalar, bugün olanca şiddeti ile süregiden "medya savaşları"nın çatlakları arasında su yüzüne çıkmaktadır.
Ülkemizin "en güvenilir kurumu" olarak kabul edilen ve "en büyük siyasal güç" olarak tasarlanılan genelkurmayı etkisizleştirebilen ve hatta yönlendirecek gücü kendinde gören "medyatik" küçük-burjuvazi, Kıbrıs gibi, "ulusal" ve "güvenlik" öncelikli bir konuda insiyatif sahibi olmuştur. TÜSİAD aracılığıyla oligarşinin açık desteğine sahip olan bu "medyatik" küçük-burjuvazi, "globalizm" propagandasını ne denli terk etmiş görünürse görünsün, geçmişte yürüttüğü bu propagandanın gücüne dayanmaktadır. Oligarşi ile bu küçük-burjuva kesimlerin "ittifakını" bozmanın yolu, küçük-burjuvaziye şirin görünen söylemler ve politikalar yürüterek "kendini beğendirme"den geçmemektedir. Oligarşinin ve bu küçük-burjuvazinin gerçek niteliğini, her alanda ve her düzeyde teşhir etmek, bugünün en temel görevlerinden birisidir.
Bu bağlamda, Kıbrıs sorununda, gerek "anavatan" için, gerekse Kuzey Kıbrıs için "ver-kurtul"culuğun tüm savlarının gerçek niteliği ayrıntılı olarak ortaya konulmak zorundadır. Basit bir mantıkla "versek ne olacak, bugün bize ne yararı var ki" türünden popülist, hamasi sözlerin, "ulusal güvenlik", "jeo-politik", "jeo-stratejik" vb. "soyut" kavramlarla yanıtlanmasının bir anlamı yoktur.
Tarihinin küçük bir dönemi hariç (1919-1922) hiç bir döneminde sömürgeleşmemiş, sömürge yönetimi tanımamış, yabancı ordular tarafından işgal edilmemiş, ancak dışa bağımlı bir ekonomik ve siyasal yapıya sahip bir ülkede, "ulus" kavramının bile anlatılabilmesi sanıldığı kadar kolay değildir. Diğer yandan, devletin tüm kurumlarını kullanarak yıllardır sürdürdüğü şovenist ve milliyetçi ideoloji karşısında duyulan tepki de çok yaygındır. Bu koşullarda emperyalizme karşı yurtseverlik temelinde tavır alış ile milliyetçilik temelinde tavır alışı birbirine karıştırmak oldukça kolaydır. Bu nedenle "ulus" ve "ulusal"lığa ilişkin her düşünce ve tavır, çok kolaylıkla küçük-burjuva milliyetçiliğine kayabilmektedir. "Globalizm" karşısında ulusal-devletin korunması gerektiği düşüncesi, giderek somut tarihsel gerçeklerden kopmakta, kendini milliyetçilik ideolojisinde gerekçelendirmeye yönelmektedir.
Solda egemen olan ideolojisizleşme ve Marksist-Leninist teorinin küçümsenmesi karşısında "sol" milliyetçiliğin (ki bunun adı "ulusalcılık"tır) gelişmesi ise, neredeyse kaçınılmaz görünmektedir.
Ülkemizdeki solun da, Kuzey Kıbrıs'taki solun da çok net olarak bilincine yerleştirmesi gereken nokta, milliyetçilik ile ulusal birliğin proletarya tarafından yeniden inşa edilmesi arasında kesin bir çizgi bulunduğu ve kozmopolitizm ile enternasyonalizmin birbirine taban tabana zıt iki anlayış olduğudur.
Bugün "globalist" küçük-burjuvazi, milliyetçiliğin karşısına kozmopolitizmi çıkartarak, ideolojisizleştirilmiş solu kendisine yedekleyebilmektedir. Doğal olarak böylesine yedeklenmiş solda, "milliyetçi" ya da "şovenist" olarak tanımlanan her düşünce ya da olgu bir yana bırakılmaktadır. İşte Kıbrıs adasının jeo-politik ve stratejik niteliği de, böylesi bir anlayışla bir yana bırakılan bir olgu durumundadır.
İster milliyetçi bakış açısıyla Kıbrıs'ın "verilmesiyle Türklerin Anadolu'ya sıkıştırılması sürecinin tamamlanacağı" iddia edilsin, ister askeri stratejik bakış açısıyla Kıbrıs'ın Türkiye'ye karşı bir askeri tehdit oluşturacağı düşünülsün, her durumda askeri harcamaların büyük boyutlara ulaşacağı kesindir. Kıbrıs sorununun "Annan planı" çerçevesindeki çözümünün Türkiye oligarşisi için ortaya çıkaracağı maliyet "5. ordu"nun kurulmasıyla birlikte başlayacaktır. Ve her zaman olduğu gibi, bu maliyet halkın sırtından karşılanacağı gibi, Türkiye'de ordunun sayısal olarak daha da büyümesini beraberinde getirecektir.
Diğer yandan, benzer ve hatta oransal olarak çok daha büyük bir maliyet de Kıbrıs halklarının sırtına binecektir. Bu maliyet, bölünmüşlüğün getirdiği maliyetten çok daha fazladır (Kozmopolit küçük-burjuva için şu kadarını söyleyelim ki, sürekli savaş tehdidi altında olan bir bölgeye yapılacak yatırımların "riski" çok yüksek olduğundan, yabancı sermaye yatırımları gerçekleşmeyecek ve dışardan alınacak kredilerin faiz oranları çok yüksek olacaktır). O zaman, bugün karşı çıkılan Türkiye-Yunanistan arasındaki askeri-politik güç dengesine dayalı Kıbrıs arayışları yeniden öne geçecektir. Kısacası, jeo-politik ve stratejik konum, sadece pazarlamada yüksek fiyatla kendini satmaya yarayan "soyut" bir söz değildir.
Aynı şekilde, eski-sömürgecilik döneminde İngiliz emperyalizminin "silahlı diplomasi" ya da "gambot diplomasisi" adı verilen dış politikalarının Amerikan emperyalizmi tarafından daha üst boyutta yeniden ürettiği "askeri tehdit" sürekli bir savaş durumu yaratmaktadır. "Doğal uçak gemisi" konumundaki Kıbrıs'ın bu tür askeri tehdit politikalarının doğrudan aracı haline getirilmesinin, gerek Kıbrıs için, gerekse Akdeniz ve Orta-Doğu için sürekli bir savaş tehdidi yaratacağı açık gerçektir. Bunun Kıbrıslılara getireceği "yarar", İncirlik Üssü çevresindeki birkaç esnafa getirdiği "kâr"dan daha fazla olmayacaktır. Ve yine hamkafa küçük-burjuva anlamak zorundadır ki, kendisi için sürekli bir tehdit unsuru olan bir ülkeyle hiç kimse "dostluk" ilişkisi kurmayacağı gibi, ticari ilişki de kurmayacaktır.
İşte kendini herkesten akıllı zanneden küçük-burjuvanın Kıbrıs için savunduğu "ver-kurtul" anlayışının genel çerçevesi özce budur. Bunların gösterdiği olgu ise, Kıbrıs sorununun, her türden milliyetçi, şovenist, ırkçı, bölgeselci yaklaşımlardan ve "globalist" küçük-burjuva kozmopolitizminden uzak durularak değerlendirilmesi gerektiğidir. "Annan planı"nın kabul edilmesiyle Güney'le birlikte AB'ye girilmesinin, birkaç eğitim görmüş küçük-burjuva dışında hiç kimsenin yaşantısını değiştirmeyeceği, işçinin işsiz olarak, köylünün topraksız olarak varolmaya devam edeceği akıldan çıkartılmamalıdır.
Biz burada, Kıbrıs'la ilgili olguları ve olasılıkları sıralamakla yetindik. Bunların ayrıntılı olarak değerlendirilmesi ve buna bağlı olarak somut bir programın oluşturulması Kıbrıslıların ve Kıbrıs halklarının devrimci öncüsünün görevidir. Bu görevlerinde ve mücadelelerinde, Türkiye devrimci mücadelesinin proleter enternasyonalizmi temelinde her türden etkin desteğini yanlarında bulacakları kesindir.
[1*] Küçük-burjuva dünya görüşü için en uygun ifade olan "at gözlüğü", günümüzde fazlaca anlamı olan, anlaşılır bir tanım değildir. Faytonların, at arabalarının ortadan kalktığı bir "çağda", "at gözlüğü" yeni kuşak için bir anlam ifade etmemektedir. [2*] Kıbrıs nufüsuna ilişkin verilerin en yenisi 1996 yılına aittir. [3*] Burada, konunun ideolojik niteliğini ele aldığımız için, "sol" kavramının, günümüzdeki genel ve içeriği boşaltılmış durumunun ortaya çıkardığı ve çıkaracağı bir dizi farklılaşmayı ve ayrışmayı dışta bırakıyoruz.