M. Ali Birand’ın Evinde
"AB Perspektifini Koruyan Türkiye"
17 Aralık'da yapılacak olan AB liderler zirvesine "beş kala", AB'ye ilişkin "beklentiler ve olasılıklar", yeniden ve bir kez daha "medya"nın ve borsa spekülatörlerinin birinci gündem maddesi haline gelmiştir. Birbiri ardına yapılan açıklamalar 17 Aralık'da Türkiye'ye "tarih verileceği" beklentilerini güçlendirmiş, borsayı "coşturmuş" ve yeni "umutlar" yaratmıştır.
Özellikle Kasım başında yeni görevi olan "AB'nin sanayiden sorumlu komiser"lik görevine başlayacak olan Günter Verheugen'in Türkiye ve Diyarbakır "gezisi", "doğumunu göremeyeceği" "çocuğu"na "veda ziyareti" olmaktan öteye geçmiş, "AB perspektifine bağlılığı" tartışma götürmez paralı propagandistlerine ve çıkar çevrelerine "teşekkür" gezisine dönüşmüştür.
Diyarbakır belediyesinin "billboard"larındaki ifadeyle, "yurttaş Verheugen", tüm hesaplarını Aralık ayında Türkiye'ye tarih verileceği beklentisine göre yapanlara "umut" dağıttığı "gezisi"nin son gününde, "çok sayıda gazete yöneticisi, köşe yazarı ve işadamı ile bir araya"[1*] geldiği "veda yemeği"nde, Karen Fogg'un "uyuyan güzelleri"ne "teşekkür" ederken, yeni talimatlar da vermiştir.
Günter Verheugen'in yeni talimatlar vermesine "vesile" yaratan "veda yemeği" M. Ali Birand'ın evinde gerçekleşmiştir. Yemeğe "çok sayıda gazete yöneticisi, köşe yazarı ve işadamı" olarak Nazlı Ilıcak, Meral Gezgin Eriş, Cem Boyner, Cem Duna, Ertuğrul Özkök, Güneri Cıvaoğlu, Bülent Özaydınlı, Ergun Babahan katılmıştır. Nazlı Ilıcak, Güneri Civaoğlu, Ergun Babahan ve bay %5 Ertuğrul Özkök gibi "medyatörler", Meral Gezgin Eriş gibi "teneke kraliçesi", Cem Boyner gibi "ideolojik-politik örgüt elemanı" yanında Koç Holding "CEO"su Bülent Özaydınlı ve nihayet ünvanları yazılamayacak kadar çok olan Cem Duna[2*] Günter Verheugen'le "aynı masayı paylaşarak"[3*], yaptıkları hizmetlerin dünü ve bugününü değerlendirmişlerdir.
M. Ali Birand'ın evinde yapılan bu özel değerlendirme toplantısında, "zina" konusu "yemek masasına yatırılmış", fikir alışverişi yapılmış ve nihayetinde Türkiye'nin AB perspektifini yitirmemesi için Aralık ayında tarih verilmesi gerektiği konusunda ortak bir kanı oluşmuştur.
AB vizyonuyla Amerikan emperyalizminin sopacılığı misyonunu icra eden M. Ali Birand'ın evindeki toplantıdan birkaç gün sonra Yunanistan başbakanı Kostas Karamanlis'in "Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğini destekleyen" mesajı geldi.
"Aralık ayında AB'nin Türkiye'yle müzakereleri başlatması için Ege'yi ya da Kıbrıs'ı ön şart olarak masaya sürmeyeceklerini de açıkça ortaya koyan Karamanlis, 'Ege kıta sahanlığı sorununun çözümü için Aralık ayının son tarih olduğuna katılmıyorum. Avrupa perspektifi olan güçlü bir Türkiye'nin daha da güvenilir bir müzakereci olacağına inanıyorum'."
Böylece Aralık ayında Türkiye'ye tarih verilmesi önündeki engellerin birer birer ortadan kalktığı düşüncesi kamuoyunda oluşturulmaya çalışıldı. Ama hiç kimse, "Avrupa perspektifini koruyan Türkiye"nin ne anlama geldiği üzerine tek bir söz etmemiştir. Tayyip Erdoğan'ın "Kostas"ının açık biçimde ifade ettiği gibi, "Avrupa perspektifi olan Türkiye"nin "güvenilir bir müzakereci" olacağı düşüncesi, Türkiye üzerinde hesapları olan ya da Türkiye'den beklentileri olan her kesimin ortak düşüncesidir.
Ulusal marşında "Eleutheria H Thanatos", yani "özgürlük ya da ölüm" sözleri yer alan Helenik Cumhuriyet'in[4*] başbakanı "Kostas"ın, Türkiye'nin "Avrupa perspektifini" koruması gerektiğine yaptığı vurgu, sözcüğün tam ve gerçek anlamında, Türkiye'nin AB üyeliği "havuç"u ile herşeyi yapmaya hazır olduğunun açık ilanıdır. Bu, aynı zamanda, AB üyesi olan bir Türkiye'ye aynı şeyleri aynı kolaylıkla yaptıramayacakları düşüncesine sahip olduklarının da itiraf edilmesidir. Bu nedenle, AB üyeliği uğruna, "AB kriterleri" adına ya da "bunları AB istiyor/istemiyor" tehditleriyle, asker ve sivil siyasal yöneticilerin her denileni yapması ve kabul etmesi belirleyici bir olgu durumundadır.
Herşeyden önce bilinmesi gereken şey, AB adına alınacak kararlarda AB üyelerinin oybirliğinin gerekli olmasıdır. Bu nedenle, AB üyesi Türkiye'ye "yaptırım" uygulanması, Türkiye'nin üyeliği koşullarında olanaksızdır. Bir başka deyişle, AB üyesi olan bir Türkiye "kırmızı çizgilerim var" diyerek kendisine dayatılanları reddetme hakkına kavuşacaktır. Bu durumda Türkiye'ye birşeyler "dikte" ettirmek kolay olmayacaktır. Dolayısıyla başta Helenik Cumhuriyet'in "isterleri" olmak üzere, tüm AB ülkelerinin Türkiye'den beklentilerinin karşılanmasının tek yolu, Türkiye'nin AB'ye üye olmasından değil, üye olacağını düşünmesinden, yani "Avrupa perspektifini koruması"ndan geçmektedir.
Açıktır ki, AB üyesi bir ülkenin "Avrupa perspektifini koruması"ndan söz edilemez. AB üyeliği, üye ülkenin "Avrupa perspektifini" kabul etmiş ve içselleştirmiş olması durumudur. AB'nin ve Helenik Cumhuriyet'in ortak görüşü, Türkiye halkı "AB üyeliği" beklentisi içinde tutulabilindiği sürece, sivil ve askeri yöneticilerin her denileni yapmak zorunda kalacağıdır.
Bu durum, oligarşi ve oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki çıkar çatışmasının getirdiği ve getirebileceği her türlü olası siyasal gelişmenin de önünü kesmeyi sağlamaktadır. Hangi parti iktidarda olursa olsun, kamuoyunun AB beklentileri karşısında dikte ettirilenleri yapmaktan başka seçeneği bulunmamaktadır. Tek yapabilecekleri şey ayak sürçmek, işi uzatmaktan ibarettir. A. Öcalan'ın idamı ya da Telekom'un özelleştirilmesi konusunda MHP'nin yapabildiği de, "ılımlı islam"ın "zina" vb. şeriat gerekleri diye ilan ettikleri "kırmızı çizgileri" konusunda yapabileceği de bununla sınırlıdır.
Ancak bunlardan çok daha önemlisi, AB yandaşı olan ve AB propagandistliği yapan kişi ve kurumların tüm varoluşlarının "Avrupa perspektifini koruyan Türkiye"ye bağlı olmasıdır. Bu kesimler AB üyesi olan bir Türkiye'den değil, AB üyesi olacağı beklentisiyle her denileni yapan Türkiye sayesinde para kazanmaktadırlar. Tıpkı "lobi" şirketlerinin "lobi" yaptıkları amaç gerçekleşmediği sürece iş yapabilmeleri gerçeği gibi. Dolayısıyla Türkiye'nin AB üyeliği beklentisi içinde tutulması, bu AB yandaşı görünen kişi ve kurumların varoluş nedenleridir. Örneğin AB Danışmanlık ve Yatırım A.Ş. sahibi olan bir kişinin (ve elbette bu şirkette çalışan ücretli elemanların) varlık koşulu AB konusunda bilgisi olmayanlara "danışmanlık" yapmak olduğundan, AB'ye üye olunacağı beklentisi varolduğu sürece müşteri bulabilecektir. AB üyeliği beklentisi sona erdiğinde, bu kişi ve kurumların varlıklarının da sona ereceği kesindir. Beklenti ise, ancak iki durumda sona erer: Ya beklenti gerçekleştiğinde ya da beklentinin gerçekleşmeyeceği kesinleştiğinde.
İşte bu nedenlerle Türkiye'den beklentileri olanların çıkarı, kamuoyunun "AB beklentisi içinde tutulmasıdır. "AB perspektifini koruyan Türkiye" söylemleri bu durumun devriklenmiş halidir.
TÜRKİYE'Yİ AB'YE ÜYE ALACAKLAR MI?
Kamuoyunun en çok sorduğu ve yanıtını merakla beklediği soru budur.
Memurlar, "sol" sözlerle "kamu emekçileri", AB'ye üye olunduğunda "AB kriterleri" gereği grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkına kavuşacaklarını, dolayısıyla maaşlarının artması için "büyük bir silaha" sahip olacaklarını düşlediklerinden bu sorunun yanıtlanmasını beklemektedirler. "Devrim nasıl olsa 40-50 sene sonra olacak, onu da biz görmeyecez" diyerek "somut bugünü" yaşayan "kamu emekçileri" kendi yaşam sürelerinin "makul" bir zaman diliminde gerçekleşecek bir AB üyeliği beklentisindedirler. "Nasıl olsa biz görmeyeceğiz" diyerek devrimden bile vazgeçebilen bu "kamu emekçileri", ne zaman gerçekleşeceği belli olmayan bir AB üyeliğinden de kolaylıkla vazgeçebileceklerdir. Bu durumda AB yandaşlığı ile para kazananlar sadece büyük bir "kamuoyu" desteği kaybetmiş olmayacaklar, aynı zamanda "ulusalcı" ya da "şeriatçı" bir gelişmeyle yüzyüze kalacaklardır.
Bu gelişme, Bay %5 Ertuğrul Özkök'ün "bıyıksız erkek" sevicisi "ofis kadınları" için de tam bir yıkım olacaktır. Otuz yaş bunalımına sürüklenmiş "ofis kadınları", Türkiye topraklarında bulamadıkları "beyaz atlı prensleri"ni Avrupa'da aramayı düşlediklerinden "Avrupa perspektifini koruyan Türkiye"nin en hızlı AB'cileridir. Öte yandan bu "ofis kadınları", AB üyeliği ile çalıştıkları şirketlerin yeni pazar olanaklarına sahip olacağını, dolayısıyla büyüyeceğini ve kendilerinin de büyüyen şirketlerinde yeni kariyerler edinebileceklerini düşlemektedirler. Türkiye'nin "Avrupa perspektifi"ni kaybetmesi, onlar için hem maddi, hem manevi yıkıma neden olacaktır. Bu yüzden Türkiye'nin AB' ye üye olup olamayacağı sorusunun yanıtlanmasını beklemektedirler.
Küçük esnaf ve tüccar (marketçiler) aynı sorunun yanıtlanmasını beklemektedir. Onların Gümrük Birliği anlaşmasıyla vergisiz ithal edilecek malları satarak yüksek kârlar elde edecekleri beklentisi gerçekleşmemiştir. Real'den Praktiker'e Carrefour'a kadar yabancı hiper marketlerin gelişiyle büyük bir kayba uğramışlardır. Bugün AB üyeliği beklentileri Gümrük Birliği beklentisi kadar coşkulu ve heyecanlı değildir. Bu nedenle AB konusunda tereddütlüdürler. MHP'den uzaklaşarak AKP'ye yönelişlerinde bu tereddüt büyük rol oynamıştır. Ancak AKP, kendilerine yönelen bu "teveccühü" boşa çıkartmak üzereyken, Tayyip Erdoğan'ın "delikanlı" davranışlarıyla ve "Kostas" söylemiyle bunlar üzerindeki etkisini sürdürmeye çalışmaktadır.
Küçük ve orta sanayi burjuvazisi ise AB üyeliğiyle birlikte geleceği varsayılan "doğrudan yabancı sermaye yatırımları"ndan kendisine düşecek payın peşine düşmüştür. 2003 yılında cari işlemler dengesinde "net hata ve noksan" hesabında 7 milyar dolar olarak görünen "yabancı sermaye"nin yarattığı "yatırımları" görerek daha da umutlanmaktadır. Doğrudan yabancı sermayenin kendilerine "muhtaç" olacağı varsayımına dayanan ve "net hata ve noksan" hesabından gelen dolarlarla gözü kamaşan küçük ve orta sanayicilerin AB umudu, "teneke kraliçesi" Meral Gezgin Eriş gibilerin "çıkarı olmayan işin içinde yer almayacağı"nı bildiklerinden, onların çıkarına olanın kendilerinin de çıkarına olacağı düşüncesiyle şekillenmiştir.
Hizmetler sektöründeki serbest meslek sahipleri AB üyeliği ile ekonominin daha da canlanacağını, büyüyeceğini, dolayısıyla kendilerine yeni iş olanakları açılacağını ummaktadırlar. Mühendislik büroları, gelecek olan "yabancı sermaye"nin yatırım inşaatlarından ve donanımından nemalanacaklarını beklerken, mühendisler de bu işyerlerinde iş "kapma" beklentisi içindedirler. Turizmciler AB üyeliğiyle "bazı mevzuatın" değişeceği düşüncesiyle fiyatlarını artırabilecekleri beklentisindedirler. Cateringciler, lojistik şirket sahipleri, reklamcılar, sigortacılar "doğrudan yabancı sermaye yatırımları" sayesinde işlerinin büyüyeceğini beklemektedirler. Bu beklentileri, üstüne üstlük ceplerine koyacakları "AB pasaportu" ile tüm Avrupa'yı vizesiz dolaşma olanağı da sağlayacağı için daha da büyümektedir.
Devrimci mücadeleyi, devrimci perspektifleri tümüyle terkederek reformist çizgiye saplanmış olan eski "solcu"ların AB üyeliği beklentisi ise, "Emeğin Avrupa'sı" hayaliyle şekillendirilmiştir. Bu hayalin gerçekleşebilir olduğunu gösterebilmek için her fırsattan yararlanmaya çalışmaktadırlar. AB'nin tüm geçmiş yıllarına rağmen, Avrupa sendikalarının hâlâ ulusal ölçekte faaliyet gösterdiklerine ve ulusal sendikalar olma özelliklerini yitirmek istemediklerine bile aldırış etmemektedirler. Ama AB üyeliği ile, kendilerini "dönek" haline dönüştüren "ulusal ölçekte hazırlanmış stratejilere dayanan devrim" anlayışının hakkından gelecekleri beklentisi içindedirler. Öte yandan bireysel olarak geçimlerini temin ettikleri işyerleri ve işkolları açısından AB üyeliğinin getireceği olanakların düşlerine kendilerini kaptırmışlardır.
İşçisiyle, köylüsüyle, aşiret üyesiyle, esnafıyla, tüccarıyla bir bütün olarak Kürtler ise, birkaç haftada uydurulan "Büyük Avrupa Projesi"nin peşine takılmışlardır. AB, istediğinde Leyla Zana'yı cezaevinden çıkartan, istediğinde Kürtçe televizyon ve radyo yayınına izin verdirten "herşeye kadir" bir güç olarak görünmektedir. Onlar için, ceberut T.C.'nin karşısında AB, "kerim devlet"tir. Böylesine bir beklenti içindeyken "Büyük Avrupa Projesi" diye birşeyin olmadığına bile aldırış etmeyecek durumdadırlar.
Tüm bu kesimler yanında renk vermeyen kesim ise, ülkenin egemen sınıfı olan işbirlikçi tekelci sanayi ve ticaret burjuvazisidir. Genel deyişle oligarşi, AB üyeliği konusunda muğlak açıklamalar yapmaktan öte bir tutum ve tavır ortaya koymamaktadır. "Patronların kulübü" vs. adlarla tanımlanan TÜSİAD'ın yaptığı AB yanlısı açıklamalar ve "lobi" faaliyetleriyle yetinmektedirler. Baştan Amerikan emperyalizmine bağımlı olan bu işbirlikçi tekelci sanayi ve ticaret burjuvazisi, AB konusunda tümüyle Amerikan emperyalizminin tutum ve tavrına bağımlı olduklarından pasif tutum içindedirler. Onların tutumunu belirleyen, işbirliği yaptıkları Amerikan tekellerinin tutumudur. Bu yüzden Amerika'nın, Türkiye'nin AB üyeliği için yaptığı girişimlerin ve müdahalelerin ne anlama geldiğini tam olarak anlayabilmiş değillerdir. Onların yanıtlanmasını bekledikleri soru, Türkiye'nin AB üyeliğine ilişkin değil, AB üyesi bir Türkiye'den Amerika'nın ne çıkarı olduğu ve AB üyeliği koşullarında işbirlikçiliğinin nasıl bir dönüşüme uğrayacağı sorusudur.
"Öteki Türkiye", yani işçiler ve köylüler bu gelişmeleri televizyon dizileri izler gibi izlemektedir. Onlar, Türkiye'nin AB üyesi olup olamayacağını merak etmektedirler. Ancak bu merakları, aynı zamanda AB üyeliğinin kendilerine ne getireceği ne götüreceği sorusunu da beraberinde getirmektedir. Kendi içlerinde ve kendi kendilerine "bizi alacaklar/almayacaklar" etrafında dönen iddialaşmalarla soruya yanıt bulmaya çalışmaktadırlar. Yüzyıllardır "büyük ve okumuş adamların" kendileri için ve kendileri adına düşündüklerini bildiklerinden, AB üyeliğinin kendilerine hiç birşey getirmeyeceğini hissetmektedirler. Ancak yoğun "medyatik" propaganda karşısında, AB üyeliği ile az da olsa bir şeylerin değişebileceği, kendilerine de küçük de olsa bir şeyler düşeceği beklentisi içine itilmişlerdir. "Avrupa perspektifinin korunması" onların işi olmadığından, perspektif koruyucuları için de önemli bir kitle oluşturmamaktadırlar.
Tüm bu olguların ve beklentilerin ortak noktası ise, Türkiye'nin AB'ye üye olmasından çok, üyeliğin gerektirdiği kriterleri yerine getirip getiremeyeceğidir. Bir diğer deyişle, işçi ve köylülerin dışındaki her kesim (sınıfların alt tabakaları olarak) diğer kesimlerden şüphelenmektedir. Hiç bir kesim diğer kesimlerin "içten" olduğuna inanmamaktadır. Her kesim "AB kriterleri" söylemi ve çerçevesinde kendi çıkarlarına en uygun değişikliğin yapılmasını sağlamaya çalışmaktadır. Bu yüzden, AB üyeliğiyle değil, AB üyeliği için yerine getirilmesi gereken kriterlerle ilgilenmektedirler. Dolayısıyla "Avrupa perspektifinin" korunması, yani üyeliğin gerçekleşmemesi, bu kesimlerin ortak çıkarı haline gelmiştir. Bu yolla, yani AB üyeliği "kriterleri"nin yerine getirilmesi yoluyla, hem kendi çıkarlarını maksimize edeceklerini ummaktadırlar, hem de kendi çıkarları doğrultusunda siyasal iktidarları yönlendirebileceklerini düşünmektedirler. Bu açıdan AB ülkelerinin, özellikle de Helenik Cumhuriyet' in beklenti ve faaliyetleriyle çakışmaktadır.
AB'nin emperyalist ülkeleri (Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere ile küçük Belçika, Hollanda, Danimarka, İsveç) ve emperyalist ülkelerin gölgesinde palazlanan ya da palazlanmayı uman İspanya, Polonya ve Helenik Cumhuriyet birbirinden farklı çıkarlar ve amaçlar peşinde koşsalar da, Türkiye'nin AB üyeliği adına her denileni yapmaya hazır olduğunu görmüşlerdir. Öylesine ki, Türkiye'nin kısa ve orta vadeli tüm iç siyasal ve ekonomik dengelerinin bile AB üyeliği için tarih verilmesine bağımlı hale geldiği ayan beyan ortadadır. Örneğin AKP iktidarı "medya" desteği olmaksızın yeni bir seçim kazanamayacağına inandığından, sadece "medya" desteğini kaybetmemek için bile "AB istiyor" ya da "AB istemiyor" denilen herşeyi kabul etmek zorunda kalmaktadır.
Böylesi bir ortamda Türkiye'nin AB üyesi yapılabilineceği söylemlerini sürdürmek ve bu yöndeki beklentileri ayakta tutmak her ülkenin çıkarına uygun gelmektedir. AB'nin yeni ülkeleri bile, gelecekte kendilerinin de bir çıkarı ya da isteği olabileceği düşüncesiyle bu politikayı desteklemektedirler. Bu nedenle, Türkiye'nin AB'ye üye yapılması değil, üye olarak kabul edilebilineceği beklentisi içinde tutulması için her yol ve yöntem kullanılmaktadır. Bu da, Türkiye'nin "Avrupa perspektifini koruması" şeklinde sunulmaktadır.
Bu gelişmeler karşısında "ülkenin" elden gitmek üzere olduğunu, AB üyeliğinin pahalıya mal olacağını, ülkenin parçalanmasıyla sonuçlanacağını düşünen ve bu nedenden dolayı AB karşıtı tutum alan kesimler de mevcuttur. Kendilerini kimi zaman "ulusalcı", kimi zaman "kemalist" olarak tanımlayan bu kesimler AB üyeliği uğruna yapılanların ulusal onuru ayaklar altına aldığını, bağımsızlığa gölge düşürdüğünü ilan etmektedir.
Bu AB karşıtı kesimlere karşı "AB lobisi"nin "sol"dan devşirdiği "teorisyenleri", "globalleşen dünyada ulusal devletin önemini yitirdiği"yle başlayan, "ulusal onur" gibi değerlerin "geçmişin malı" olduğuyla devam eden ve nihayetinde bağımsızlığın değil karşılıklı-bağımlılığın geçerli olduğunu, üstelik AB'nin bir "uygarlık projesi" olduğu, dolayısıyla AB karşıtlığının "uygarlığa", M. Kemal'in gösterdiği "muasır medeniyet seviyesine çıkma" hedefine ters düşmek anlamına geldiğini söyleyerek ideolojik savaş yürütmektedirler.
Her türden demagojinin yapıldığı, dezinformasyonun alabildiğine kullanıldığı bu ideolojik savaş ortamında sol tam bir şaşkınlık içine düşmüştür. Solun Marksisti, Marksist-Leninisti, Marksist Leninist Komünisti ve Marksist Leninist Maoisti, AB'nin emperyalist ülkelerinden yola çıkarak ulaştıkları AB'nin emperyalist bir kuruluş olduğu vargısıyla AB'ye karşı çıkarken, bireysel planda aynı karşıtlığı sürdüremez durumdadır. Bu çelişki ve muğlaklık, "ulusalcı"ların AB üyeliği ile AB emperyalistlerine bağımlı hale gelineceği savlarının solda etkili olmasına yol açmaktadır.
Bağımlı bir ülkenin bağımlılığından söz etmek gibi totolojik bir belirlemeyle sürdürülen AB karşıtlığı, dışa bağımlı bir ülkenin AB üyeliği ile bağımsızlığını yitireceği şeklinde bir yanılsama üretmektedir. Oysa ki, emperyalizme, özel olarak da Amerikan emperyalizmine bağımlı olan ülkemizin, AB üyeliği ile "özel olarak" AB'nin emperyalist ülkelerine bağımlı hale dönüşmesi özsel olarak hiçbir farklılığa sahip değildir.
Devrimcilere düşen görev, bir yandan "Avrupa perspektifini koruyan Türkiye" söylemiyle sürdürülen dış baskıların amaçlarını teşhir etmek, diğer yandan AB beklentilerinin neden gerçekleşmeyeceğini somut olarak ve somut beklentilerden yola çıkarak halka anlatmaktır. Bu görevler yerine getirilirken "ulusalcı" ya da "kemalist" çevrelerin AB üyeliği ile ülkenin bağımsızlığını yitireceği yanılsamasını da ortadan kaldırmak gerekmektedir. Bu yanılsamaya karşı mücadele ise, "ulusalcı" ya da "kemalist" olarak kendilerini adlandıran çevrelerin, Amerikan emperyalizmine bağımlılığın oluşturduğu ilişkiler içinde varlığını sürdüren küçük ve orta sermayenin sözcüsü haline dönüşmeye başladıklarının gösterilmesiyle birlikte sürdürülmelidir.
Herşeye karşın, "Avrupa perspektifini koruyan Türkiye"nin eninde sonunda AB'ye üye olacağını ya da bu süreç sonunda ülkenin dağılacağını düşünen, dolayısıyla AB üyesi bir ülkede silahlı devrimci mücadelenin sürdürülemez hale geleceğine inanan kesimler de mevcuttur. Bu inanç sahipleri bilmelidir ki, silahlı devrimci mücadele emperyalist bağımlılığın ve emperyalist işgalin yaratmış olduğu şiddete karşı devrimci şiddettir. Oligarşinin siyasal zoru emperyalist işgali sürdürmeyi amaçlar. Siyasal zor, altyapısından üstyapısına kadar dengesiz olan bir toplumda, ülke hangi emperyalist ülkeye bağımlı olursa olsun, sürekli bir olgudur. Buna inanmayanlar, AB'nin siyasal zorunun balyozu kafalarına indiğinde gerçeği öğrenmiş olacaklardır.
Dipnotlar
[1*] Bu sözler Hürriyet gazetesinin Ankara temsilcisi Sedat Ergin'e aittir.
[2*] Cem Duna, 1988-89 yıllarında TRT Genel Müdürlüğü yapmış eski bir diplomattır. Bu görevlerinden edindiği ilişkiler sayesinde, AB Genel Sekreterliği üyeliği gibi sıradan bir görev yanında, Türkiye Bankalar Birliği'nin AB Çalışma Grubu başkanlığı da yapmaktadır. "Akçeli" "kamusal" görevlileri gibi, Cem Duna da, bu görev ve ilişkilerini "nemalandırmak" için kendisine ait AB Danışmanlık ve Yatırım Hizmetleri A.Ş kurmuştur. Ancak eski TRT müdürü Cem Duna'nın en son ünvanı ise, Doğan Yayın Holding yönetim kurulu üyeliğidir. Doğan Yayın Holding yönetimi ise şu kişilerden oluşmaktadır: Aydın Doğan, Mehmet Ali Yalçındağ, Ertuğrul Özkök, Soner Gedik, İmre Barmanbek, Av. Barbaros Hayrettin Çağa, Prof. Dr. Hubert Burda, Gianni D'Angelo ve Cem Duna.
[3*] Bu sözler Dünden Bugüne Tercüman "başyazarı" Nazlı Ilıcak'a aittir.
[4*] Türkçe'de Rum ya da Yunan olarak ifade edilen "greekler", kendilerine "Helenler" demektedirler. Bu nedenle Yunanistan'ın resmi adı Helenik Cumhuriyet'tir.