Kıbrıs'ta
"Ya Taksim, Ya Ölüm"den
"Çözüm ve AB Partisi"ne
Uzanan Yol
Kuzey Kıbrıs'ta seçimlerin 14 Aralık'ta yapılmasının gündeme gelmesiyle birlikte Kıbrıs, AB, stratejik çıkarlar, "kemalizm" vb. konuları birbiri ardına konuşulmaya başlanıldı. Özellikle "Kıbrıs sorunu"nun çözümünün ("Annan planı" doğrultusunda çözümünün) hem Kuzey Kıbrıs'taki Türkler için, hem de Türkiye için AB kapısını açacağı propagandasının etkisiyle, 14 Aralık seçimleri daha da önemli hale gelmiştir.
Ancak Kuzey Kıbrıs'ın 14 Aralık seçimleri ne denli önemli görülürse görülsün, AB'nin genişlemeden sorumlu komiseri Verheugen'in şu sözleri "seçim"in AB açısından hiç de önemli olmadığını açıkça ortaya koymuştur: "KKTC devlet olarak sadece Türkiye tarafından tanınıyor. Buradaki seçimler de sadece Türkiye tarafından tanınacak. Bu seçimlerin yasallığı yok. Siyasi açıdan değersiz. Söz konusu seçimlerde muhalefetin kazanması halinde AB sonuçları kabul edecek. Aksi takdirde seçim sonuçlarını tanımayacak." AB komiseri Verheugen sözlerini şöyle tamamlamaktadır: "Muhalefet kazanırsa seçimler bir potansiyel ve değer kazanır. Muhalefet çözüm ve AB'ye girmeyi istiyor. Bize gelen işaretler, bu seçimlerin demokratik olmayacağını gösteriyor. Türkiye'nin Kıbrıs'ın iç işlerine karışmamasını istedik ve tüm ağırlığımızı koyduk. Denktaş seçimlerde oyunlar yapıyor ama muhalefet güven veriyor. Muhalefet kazanırsa müzakereler ve referandum hedefine ulaşılabilir." Görüldüğü gibi AB komiseri Verheugen bir seçimin demokratik olup olmamasını, yasallığını, kendi isteklerini yerine getireceğini düşündükleri kesimlerin, yani muhalefetin kazanması koşuluna bağlayarak, demokrasi ve yasallık konusundaki AB "standart"ını net biçimde ortaya koymuştur.
Bu "standart" hiçbir biçimde demokrasi ya da yasallıkla ilişkili değildir. Sözkonusu olan AB'nin politikalarına uygun gelişmenin sağlanmasıdır. Eğer AB ve onun komiseri Verheugen, bu gelişmenin Denktaş ya da Eroğlu'yla sağlanacağını görselerdi, Kuzey Kıbrıs seçimlerinin demokratik ve yasal olduğunu söylemekten bir dakika geri durmayacakları kesindir.
Bütün bunlar 14 Aralık seçimlerinin nasıl bir siyasi amaç ve baskı için kullanılmaya çalışıldığının açık kanıtlarıdır.
14 Aralık seçimlerinden aylar öncesinde başlatılan AB propagandaları, AB üyeliğiyle "yeni iş, aş" sağlanacağı vaatleri, özellikle Kuzey Kıbrıs'taki genç nüfusu hareketlendirmiş, AB uğruna savaşa yöneltmiştir. AB'nin ne olduğu, Kıbrıs'a ne getirip ne götüreceği hiç kimseyi ilgilendirmediği gibi, bu konuda yapılan uyarılar da hiçbir değere sahip olmamıştır. Bunun nedeni ise, yıllardır Türkiye devletinin Kıbrıs politikalarının yaratmış olduğu büyük tepkidir. Neredeyse Kıbrıs'ın bağımsızlığından söz etmek bile Türkiye devletinin çıkarlarını savunmakla özdeş algılanmaya başlanmıştır.
Oysa Türkiye oligarşisinin Kıbrıs politikası ve Kuzey Kıbrıs'taki uygulamaları ile Kıbrıs adasının bir bütün olarak niteliği ve stratejik özelliği birbirinden ayrı özelliklere sahiptir. Kendi iç dinamikleriyle, Kuzey ve Güney Kıbrıslıların kendi örgütlülükleriyle Kıbrıs'ın birleşik, bağımsız ve demokratik bir ülke ve devlet haline getirilmesi başarılamadığı ölçüde, "birleşik, bağımsız ve demokratik Kıbrıs" hedefi önemsizleşmiş ve bir kenara itilmiştir.
Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı koşullarında Güney Kıbrıs solu, 1960'lardan beri savundukları "bloksuzluk" politikasını terk etmiştir. Ve bu andan itibaren, aynı durumdaki diğer ülkelerin sol hareketleri gibi, tümüyle perspektifsiz kalmışlardır. Ülkemizdeki TKP'nin TBKP'ye dönüşümü ve ardından tümüyle tasfiye olmasına benzer bir süreç Güney Kıbrıs solunda da (özellikle "marksist" AKEL) ortaya çıkmıştır. Aralarındaki tek fark, TKP tümüyle tarih olurken, AKEL, örgütsel varlığını koruyabilmiştir. Ama hiçbir bakış açısına, alternatif politikalara sahip olmayan amorf bir yapı olarak.
Bu amorf Güney Kıbrıs solu, AB yandaşlığına yöneldiği oranda Güney Kıbrıs devlet aygıtlarında yer almaya başlamış ve bu yolla Yunanistan'ın resmi Kıbrıs politikasının savunucusu ve yürütücüsü haline gelmiştir.
Kuzey Kıbrıs solu ise, oluşumunun ilk günlerinden itibaren Türkiye'deki sosyal-demokratların izdüşümü özelliğine sahiptir. Kuzey Kıbrıs'ın konumundan kaynaklanan görece (Türkiye'ye göre) demokratik olanaklar yer yer sosyal-demokrasi ötesi söylemlerin ortaya çıkmasına yol açmışsa da, özsel olarak bu niteliği değişmeden kalmıştır.
Güney Kıbrıs solu gibi, Kuzey Kıbrıs solu da, 1974-1991 döneminde "birleşik, bağımsız ve demokratik Kıbrıs" tezini savunurken, Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı ile başlayan ideolojisizleşme sürecinde bu tezleri hızla terk etmiştir. T. Özal'ın liberalizasyon uygulamalarıyla Kuzey Kıbrıs'ta başlayan off-shore bankacılık ve Türkiye üzerinden ihracat olanakları görece bir "refah" ortamı yaratmışsa da, 1997 Asya Krizi ile başlayan dünya ekonomik bunalımı ve ardından Türkiye'de yaşanılan ekonomik kriz, "refah" ortamının sonunu getirmiştir.
Off-shore bankacılıktaki gelişmeler ve Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığıyla birlikte başlatılan "globalizm" propagandasının etkisiyle Kuzey Kıbrıs'ta yeni "genç işadamı" tipleri ortaya çıkmıştır. Büyük bölümü Asil Nadir'in dolandırıcılık işlerinde çalışan bu yeni "işadamları" grubu, Asil Nadir ortalıktan çekildiğinde her türden off-shore hizmetlerinin yürütücüsü olmayı sürdürmüşlerdir. Ama yaşanan ekonomik krizle birbiri ardına batan Türk bankalarının off-shore hesaplarının sonuna gelinmesiyle birlikte işsiz kalmışlardır. Bunlar, "Annan planı" ve buna bağlı olarak "birleşik Kıbrıs" devletinin oluşturulmasıyla yeniden eski iş olanaklarına kavuşacaklarını hayal ettiklerinden, hızlı birer "annancı" haline gelmişlerdir.
2000 yılına kadar Türkiye'ye ve Türkiye üzerinden Avrupa ülkelerine "geleneksel Kıbrıs ürünleri" pazarlayan ticaret kesimi de, ekonomik krizden nasibini almıştır. Ancak AB'nin Türkiye üzerinden yapılan ihracatı engellemesi ve bu ürünlerin sadece AB ülkelerinden ithaline izin verme kararı almasıyla birlikte, kriz sonrasında işlerin düzeleceği beklentileri de sona ermiştir. Böylece Kuzey Kıbrıs'ın ticaret kesimi, geleneksel olarak Türkiye'nin "has adamları" olmaktan hızla uzaklaşmış ve hızlı AB yandaşı haline gelmişlerdir. Bunun tipik sonucu ise, Kuzey Kıbrıs Ticaret Odası Başkanı Ali Erel'in oda yöneticileriyle birlikte Ağustos 2003'de "Çözüm ve Avrupa Birliği Partisi" kurması olmuştur.
"Çözüm ve Avrupa Birliği Partisi" Kuzey Kıbrıs seçimleri öncesinde "adada" estirilen AB rüzgarlarının en uç örneği olmuştur. Öylesine ki, kurulduğu andan itibaren, varolan tüm partiler tarafından gayri ciddi bir davranış olarak değerlendirilmiştir.
Oysa ki "Çözüm ve Avrupa Birliği Partisi" bugün Kuzey Kıbrıs'ta egemen kılınmaya çalışılan düşüncenin tam karşılığıdır. Kendilerini bir ülkenin "işgal edilmiş bir parçasında yaşayan insanlar" olarak tanımlayanlar, bir başka ülkenin ya da AB gibi ülkeler topluluğunun adıyla parti kurabilecek ve buna oy verebilecek hale gelmişlerdir. Bu ortamda "birleşik, bağımsız ve demokratik Kıbrıs"tan söz etmek zaten anlamsızdır.
"AB yandaşı" ya da popüler ifadeyle "Annan çözümü taraftarı" diğer partiler de "Çözüm ve Avrupa Birliği Partisi"nden çok farklı değillerdir. Barış ve Demokrasi Hareketi (BDH) ve CTP-Birleşik Güçler'in de seçim sloganı "çözüm ve AB"dir. Bunların seçim sloganlarında kullandıkları sözler, diğerinde parti adı olarak kullanılmaktadır.
Verheugen'in "muhalefet kazanırsa demokratik ve yasal" olacağını ilan ettiği Kuzey Kıbrıs seçimleri öncesindeki durum özetle böyledir. Bu özetin gösterdiği gerçek ise, Kuzey Kıbrıs'ın off-shore bankacıları ile narenciye tüccarlarının savaş alanı olduğudur.
Bu savaşın uluslararası temeli ise, "serbest bölgeler" ve "ihracata yönelik sanayileşme"de yatmaktadır. Tayvan, Singapur, Hong-Kong, Malezya gibi Asya ülkelerindeki gelişmelerle propagandası yapılan "serbest bölgeler" ve "ihracata yönelik sanayileşme" modelleri, neredeyse her ulusal azınlığın ya da etnik topluluğun kendine ait bir devlete sahip olma düşüncesi yaratmıştır. "Küçük olsun, ama benim olsun" şeklinde özetlenebilecek "küçük devletler" istemi, kapitalizmin gelişmediği ya da çok sınırlı oranda geliştiği bölgelerde çok daha fazla ortaya çıkmıştır. Yeni-sömürgecilik yöntemleriyle az ya da çok tasfiye olan feodal ilişkiler de bu akıma dahil olmuşlardır.
Henüz kapitalist gelişimin başlangıcında bulunan, dolayısıyla milli bir burjuvaziye bile sahip olmayan bölge halklarının ulusal ve etnik temelde ayrışması, asıl olarak bu ülkelerdeki küçük-burjuva aydınlarının öncülüğünde gerçekleştirilmiştir. Bir bakıma tarihi tersten okuma denilebilecek bir yöntemle "tarihten dersler çıkartan" küçük toplulukların küçük-burjuvaları, "serbest bölge"leştirilmiş bir küçük devlet içinde kapitalist olabileceğine inanmıştır. Bu inançla, kendi topluluğunun "milli gelir"inin yükseleceği ve dolayısıyla bireylerin gelirlerinin büyük ölçüde artacağı propagandasına başlamıştır. Bu yolla, kendi bireysel çıkarını kendi topluluğuna genel çıkarı gibi sunan küçük-burjuva aydını, bulunduğu her yerde merkezi devletlere muhalefet etmeye başlamıştır. Yugoslavya olayında görüldüğü gibi, emperyalist ülkelerin bu muhalefet hareketine dayanarak, kendi çıkarlarına uygun gelmeyen merkezi devletleri tasfiye etmeye başlaması, bu yöndeki hareketi daha da güçlendirmiştir. Kimilerinin "yerel milliyetçilik" olarak adlandırdığı bu muhalefet hareketi, küçük-burjuvazinin emperyalizmin "serbest bölge" ilişkileri içinde yeni işbirlikçi adayı olarak ortaya çıkmasıdır.
Oysa yapılmak istenen, emperyalist tekellerin bölge dağıtım (distribütörlük) hakkını almaktan ibarettir. Distribütörlük ve distribütörlük ilişkileri içinde büro işi bulmak bu küçük-burjuvaların başlı başına hayali ve hedefidir. Bu da, o güne kadar içinde yaşanılan devlet sınırları içinde işleyen yeni-sömürgecilik ilişkilerinin işbirlikçilerinin bazılarının (özellikle ticaret ve finans alanındaki, yani hizmetler sektöründeki) değiştirilmesi talebinden başka birşey değildir. Kıbrıs somutunda örneklersek, bu küçük-burjuvaların amacı, Maraş bölgesinin yerleşime açılmasıyla birlikte ortaya çıkacak turizm "potansiyeli"nden, off-shore bankacılıktan pay kapmaktır.
Bu "yerel milliyetçilik" karşıtı ise, her türden merkezi devlet yanlısı milliyetçiliktir. Doğal olarak, "yerel milliyetçilik", merkezi devlette ifadesini bulan bu "milliyetçilik"le çatışma halindedir ve bu merkezi devletin her türlü yasasını, bürokratik mekanizmasını, uygulamasını kendisine yapılan bir "baskı" olarak kabul etmekte ve öyle sunmaktadır. Öyle ki, egemen sınıfın baskı aygıtı olarak devletin kendisi "baskı" konusu haline getirilmektedir. Topluluğun üyelerinin yıllardır, yüzyıllardır baskı gördükleri devletlere karşı duydukları memnuniyetsizlik ve tepki, "merkezi devlet baskısı" propagandasıyla, "yerel milliyetçilik"e kanalize edilmektedir. "Yerel yönetimler"e yapılan övgüler, "yerinden yönetim" demagojileri hep bu amaca hizmet etmiştir.
Oysa sorunun "merkezi devlet"ten değil, devletin sömürücü sınıfların baskı aygıtı olmasından kaynaklandığı ise, sol tarafından bile unutturulmuştur. Artık merkezi devletin baskısı, tahakkümü, sultası sözkonusudur, merkezi devletten kurtulunduğunda tüm bunların ortadan kalkacağı beklentisi oluşmuştur. Kuzey Kıbrıs'ta olduğu gibi, Türkiye devletinin egemenliğinden, yönetiminden kurtulunduğunda herşeyin güllük-gülistanlık olacağına inanılmaktadır. Kuzey, Güney'i ile birlikte AB'nin narenciye, turizm ve bankacılık merkezi olacaktır; tıpkı bir zamanların Lübnan'ı gibi! Milyonlarca turist Kıbrıs'a akacak, milyarlarca dolarlık bankacılık işlemleri Kıbrıs'tan yapılacak ve AB'nin tüm narenciyesi Kıbrıs'tan temin edilecek! İşte 14 Aralık seçimleri öncesinde Kuzey Kıbrıs'ta vaad edilen "cennet" budur!
Bu "cennet"in karşıtları, düşmanları ise, Rauf Denktaş kişiliğinde simgeleşen "işgalci anavatan"dır. "Anavatan", Kuzey Kıbrıslılar için, askeri işgaldir, asker postalıdır, faşist milislerin tehdididir, terörüdür, "anavatan"lı işadamlarının kendini beğenmişlikleridir, "adalıları" aşağılamalarıdır. Üstelik kendileri hiçbir şey yapmadıkları halde, AB'ye girme olanağı ayaklarının önüne serilmişken, "anavatan" her yolu deneyerek onları engellemeye çalışmaktadır.
Ve "anavatan"ın, Kuzey Kıbrıslıların söylediği, yakındığı, şikayet ettiği, tepki duyduğu herşeyi yapan bir güç olduğunu göstermek için de fazlaca çaba gerekmemektedir. "Anavatan"da yapılanların "yavru vatan" da sürdürmesi yeterince açıklayıcıdır. Bu yüzden tüm söylenenleri haklı kılacak yeterince olgu, Türkiye'deki oligarşik yönetimin yapısında zaten mevcuttur.
"Anavatan"ın halkı da, "yavru vatan"ın halkı da, Kıbrıs adasının stratejik önemi üzerine yapılan onca tartışmayı, çatışmayı ve hatta savaşları anlayabilmiş de değildir. Doğal olarak ortaya çıkan tartışmalar, çatışmalar ve savaşlar, basit bir milliyetçiliğin "fanatikleşmesi" olarak değerlendirilmektedir. Bu görüş, genellikle her iki kesimdeki küçük-burjuva aydınları arasında yaygındır. AKP'nin "dindar" başbakanı Tayyip Erdoğan'ın "Annan planı"nı destekleyen açıklamalarıyla bu görüş sahipleri daha da umutlanmışlardır. AKP-Genelkurmay "çatışması"ndan kendilerini AB'ye taşıyacak bir sonuç çıkmasını beklemişlerdir.
Ama gün gelmiş "dindar" başbakan birdenbire Rauf Denktaş'ı desteklemeye başlamış ve hatta "Adada iki din, iki dil vardır. Bunu kabul etmiyorlarsa bildiklerini okusunlar, biz de bildiklerimizi okuruz." demeye başlamıştır. Böylece Türkiye'nin Kıbrıs politikası, ırksal milliyetçilikten "dinsel ve dilsel" ümmetçiliğe yönelmiştir.
Dönüşüm Tayyip Erdoğan'la sınırlı kalmamıştır. Kuzey Kıbrıs'ın verilerek AB'ye girme vizesi alınacağı propagandasını yapan köşe yazarlarının büyük bölümü de çark etmişlerdir. Neredeyse tüm AB yandaşları Kıbrıs konusunda 1958'lerin ünlü sloganı ile "ya taksim, ya ölüm" noktasına gelmişlerdir.
Bu dönüşümün Kuzey Kıbrıs'taki yansısını ise, CTP ile BDH'nın "saygıdeğer başkanları"nın son konuşmalarında bulmak olanaklıdır.
Böylece sorunun güncelliği AB, Annan planı vb. olmaktan çıkmış, yeniden aslına rücu etmiştir. Genelkurmay başkanı Hilmi Özkök'ün "stratejik zincir"[1*] açıklamasıyla başlayan bu geri dönüş, Tayyip Erdoğan'ın "biz de bildiğimizi okuruz" sözleriyle tamamlanmıştır.
Bu geri dönüşün taraflarının, düne kadar birbirlerine zıt şeyleri savunurken bugün hemfikir olmalarının nedeni, Kıbrıs'ın ellerindeki son pazarlık "kozu" olarak kaldığını görmeleridir. M. Ali Birand gibi emperyalizmin manipülasyon elemanlarının sözleriyle ifade edersek, Türkiye, Kıbrıs konusunda "köşeye sıkışmıştır" ve son "uzatmalar oynanmakta"dır. Karşılığında hiçbir şey almaksızın "vermek" gündemdedir artık. İşte bu durum, "ver-kurtulcular"dan "al-ver kurtulcular"a kadar her kesimi birleştiren unsur olmuştur. AB'nin yayınladığı son ilerleme raporu ve komiser Verheugen'in açıklamaları "uyanış"a son noktayı koymuştur.
Oysa "uyanılacak" hiçbir şey yoktur. Herşey yıllardır ortadadır ve açıktır.
Bir bütün olarak Kıbrıs adası jeo-politik, jeo-stratejik ve askeri özelliklere sahiptir. Amerikan emperyalizminin yıllar boyu sürdürdüğü propagandalarda Kıbrıs adası Sovyetler Birliği'nin "sıcak denizlere açılma amacının en önemli halkası" olarak işlenmiştir. Hilmi Özkök'ün "stratejik zincir" çerçevesinde tanımladığı da bu "halka"dır. Bu "halka" sadece askeri nitelikte olmayıp ekonomik niteliklere de sahiptir. Dolayısıyla Türkiye'nin Anadolu'ya "hapsedilmesi" ve ardından Anadolu'dan "çıkartılması" amacı güden "haçlı komplosu"na dayanan ırkçı-milliyetçilikten öte anlamlara sahiptir. Doğal olarak Kıbrıs adasının stratejik öneminin ekonomik boyutu, doğrudan Türkiye oligarşisinin çıkarlarıyla bağlantılıdır. Özellikle Mersin ve İskenderun limanlarından yapılan ithalat ve ihracat açısından bu çıkarlar Orta-Doğu'yu içine alan boyutlara ulaşmaktadır. Kıbrıs sorununun (ister Rum yönetiminin tüm ada üzerinde kesin egemenlik sağlamasıyla olsun) çözüldüğü koşullarda, AB'nin emperyalist ülkelerinin Orta-Doğu'yla yaptıkları ticaretin merkezi Kıbrıs adası olacaktır. Bu ise, Mersin'den Van'a kadar uzanan güney Anadolu bölgesindeki ekonomik yapının büyük ölçüde zarara uğraması sonucunu doğuracaktır.
Diğer yandan Kıbrıs adasının AB'ye alınarak, bir bakıma "ilhak" edilmesiyle, AB ülkelerinin Orta-Doğu ticaretinde taşıma ve depolama maliyetlerinde büyük "tasarruf" sağlanacağı gibi, nakliye süresi de büyük ölçüde kısalacaktır.
Görüldüğü gibi, Kıbrıs adasının askeri-stratejik niteliği yanında ekonomik özelliği de, AB ile Türkiye arasında önemli bir çıkar çatışmasına yol açmaktadır.
Bu çatışmanın Kıbrıslılar için "olumlu" gelişmeler yaratacağı, özellikle AB'ye girilerek AB'nin ticaret "üssü" haline gelindiğinde Kıbrıslıların gelir düzeyinin çok yükseleceği, dolayısıyla kendileri için bir "avantaj" oluşturduğu düşüncesi oldukça yaygındır. Off-shore bankacılığın "kara para aklama" aracı olduğu, dolayısıyla AB'ye girilince bunların ortadan kalkacağı "endişesi" taşıyanlar açısından, bu "avantaj", özel bir yere sahiptir. (Bugün Kuzey Kıbrıs'ta 27 ticari banka ve 48 off-shore banka bulunmaktadır.) Bir kapı kapanırsa, bir başkası açılacaktır!
Gerçekte ise, ekonomik açıdan Kıbrıs, emperyalist ülkelerin ihracat "üssü" olarak liman ve depolama olanaklarının kullanılmasından başka birşey değildir. Bu da "serbest bölge" statüsü ile Kıbrıs'ın ekonomik yapısının dışına çıkartılabilecek bir özelliğe sahiptir. Bu nedenle, AB tarafından Kıbrıs'ın liman ve depolama "üssü" haline getirilmesi Kıbrıslılar için hiçbir ekonomik değere sahip değildir. (Bu limanlarda ve depolarda çalışacak birkaç bin işçi dışında. Ki bunlar da sendikasız ve sosyal sigortaya sahip olmayan işçiler olacaktır.)
Çözüm, her zaman olduğu gibi, birleşik, bağımsız ve demokratik Kıbrıs'tır. Ancak yapılan yoğun propagandalar, manipülasyonlar ortamında bu çözümün Kıbrıslılar tarafından yeniden kabul edilebilirliği de fazlaca bulunmamaktadır. Dolayısıyla tek çözüm yoluna ulaşabilmek için, "çözüm" olarak sunulan her yolun kendi içinde nasıl çıkmazlar yarattığının ortaya konulması ve belki de yaşanılarak bunların öğrenilmesi zorunlu olacaktır. "Ya taksim, ya ölüm"den AB Partisi'ne gelinen süreç, birleşik, bağımsız ve demokratik bir Kıbrıs çözümünün ayaklar altına alındığı, herşeyin bireylerin ekonomik çıkarlarına indirgendiği bir süreç olmuştur. 14 Aralık seçimleri, bu çıkar ilişkilerinin her yönüyle çatıştığı, birbirine üstünlük sağlamaya çalıştığı bir savaş alanından başka bir şey değildir. Kazanan taraflar Kuzey Kıbrıs'ı "koz" olarak kullanarak kendi çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışacaklardır. Kaybeden ise, birleşik, bağımsız ve demokratik Kıbrıs olacaktır.
[1*] 3 Aralık günü AB komiseri Verheugen'in "Türkiye'de askerlerin hükümete nasıl davranacaklarını merak ediyoruz. Türkiye, Kıbrıs'ta 'modası geçmiş' görüşler savunuyor. Yunanlıların Türkiye'yi sardıklarını, Kıbrıs'ın da bu politikanın bir parçası olduğunu ileri sürüyorlar. Generaller bunları anlatıyor, Türk kamuoyu da inanıyor. Bunlar gerçek değil." olarak değerlendirdiği "stratejik zincir" konusunda Genelkurmay başkanı Hilmi Özkök'ün 9 Kasım'da Radikal'de yayınlanan sözleri şöyledir:
"(Kıbrıs) stratejik bir hat üzerinde. İngiltere'den başlar. Cebelitarık, Malta, Kıbrıs, Süveyş Kanalı, Hindistan, Singapur. İngiltere bunun için Kıbrıs'taki üslerini Avrupa Birliği müktesebatına da sokmuyor. Egemen üsler olarak tutmak istiyor.
Ada bu çok önemli zincir üzerinde bir yer. Türkiye açısından düşünürsek; orada konuşlanacak bir muhasım güç, özellikle hava gücünü kullanması Türkiye'nin bütün doğusundaki şu an uçakla ulaşılamayan yerlere ulaşma imkânı sağlar. Başka ülkelerden oraya gelen uçaklar biliyorsunuz çok az süre kalabilirler havada. Mesafe yüzünden. Türkiye AB'ye katılınca bunlar ortadan kalkar deniyor.
Biz çok daha uzun vadeli düşünmek zorundayız. Vizyonumuz derindir. Coğrafya olarak baktığımızda; oraya konan bir hava gücü Türkiye'yi çok büyük açıdan tehdit eder.
İkincisi Kıbrıs'ta bizim istemediğimiz ve etkili olamayacağımız bir politik oluşum olursa; karasular var. Arkasından kıta sahanlığı gelir. Arkasından da ekonomik zon gelir. Balıkçılık alanları gelir. Kıbrıs Türkiye'ye doğru serbest hareket edemeyeceğimiz bir alan olacaktır. Zaten Batı'da sıkıntımız var. Bir de Güney'de sıkıntı olursa Türkiye'nin hapsedilmesi olayı olur."