Psiko-Ekonomistler
"Yalan Söyleyin, Mutlaka İnanan Çıkar!"-II
20 Mart 2001
Parasal kazadan sonra bugün ciddi bir aşamaya geldiklerini belirten Derviş, "İyi bir hafta yaşayacağımız konusunda umutluyum" dedi.
Devlet Bakanı Kemal Derviş, krizden en fazla zarar gören toplum kesimlerine öncelik vereceklerini, oluşturulacak sosyal destek programlarının uluslararası kuruluşlardan sağlanacak kaynaklarla güçlendirileceğini söyledi. Derviş, parasal krizlerin toplumları belirsizlik ortamına sürüklemek ve sosyal dayanışmayı zayıflatmak riskini taşıdığına, bunun da sürdürülebilir büyüme ortamına dönüşü geciktirdiğine dikkati çekti. Derviş, "Bu nedenle sosyal dayanışmayı temin etmek ve programa toplumun inanmasını ve des-teklemesini sağlamak, başarının önkoşuludur" dedi.
5 Aralık 2001
Derviş: Ekonomide çıkış başladı
Psikolojik savaşı kazandık, halk dolarları bozuyor
Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş, Türk ekonomisinde yukarı çıkışın başladığını söyledi. Derviş, Avrupa Birliği'ne Ekonomi ve Maliye Bakanları Konseyi ile aday ülke bakanlarının ortak toplantısı için bulunduğu Belçika'dan ayrılmadan önce açıklamalarda bulundu. Derviş, ekonomi yönetimindeki eşgüdüm eksikliğinin çok büyük bir sorun olduğunu da belirtti. Derviş, doların her zaman yükseleceği psikolojisinin kırıldığını da söyledi.
9 Ocak 2002
Düzlüğe çıkıyoruz
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu "2002 yılına Türk insanı büyük bir moralle giriyor. Eskiye göre daha iyi. O bakımdan ben Türkiye'de böyle Arjantin benzeri bir şeyin olacağını zannetmiyorum. Bu moralle sanıyorum, Türkiye daha iyiye gidecek. Nitekim borsa yavaş yavaş yükselmeye başladı. Birtakım kararlar alınıyor. Bunların hepsinin bileşkesi, neticede Türkiye'yi düzlüğe çıkaracaktır, diye inanıyorum. 2002'de daha iyiye gidecek, bu 1-2 sene daha iyiye giderek gelişecek" dedi.
Yukardaki açıklamalar, değişik zamanlarda yayınlanan gazete haberlerinden alınmıştır. Hemen hergün, köşe yazılarından ekonomi sayfalarına kadar tüm gazetelerde rastlanan bu tür açıklamalara bakıldığında, ülkemizde yaşanan ekonomik krizin nedenleri anlaşılamasa bile, "krizden çıkışın" psikolojik etmenlere bağlı olduğu konusunun sürekli işlendiği görülmektedir. Genelkurmay Başkanı'ndan ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı'na kadar herkesin üzerinde konuştuğu ekonomik kriz, böylece "güven", "moral", "inanç" gibi psikolojik faktörlerle açıklanan bir olgu haline getirilmiştir. Kemal Derviş'in açıkça beyan ettiği gibi, ekonomik krize karşı "psikolojik savaş" yürütülmüş ve "kazanılmış"tır! Böylece ekonomik krize karşı yürütülen "psikolojik savaş"ın "neferleri"nden olan Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu (Org.) ve Kemal Derviş psiko-ekonomist ünvanını hak etmişlerdir.
Kemal Derviş ve Hüseyin Kıvrıkoğlu gibi psiko-ekonomistlerin kurmaylığında, televoleci ekonomistlerin figüranlığında oynanan oyunun senaryosu, her zaman olduğu gibi, IMF tarafından yazılmıştır.
Yapılmak istenen, onlarca yıldır süren ekonomik bunalımın derinleştiği bir evrede emperyalizme bağımlı bir ülkede halk kitlelerinin sessiz sedasız herşeye boyun eğmelerini sağlamaktan ibarettir.
Bir yandan emperyalist sistem dışında bir çıkışın, kurtuluşun bulunmadığının propagandası yapılırken, diğer yandan yaşanılan krizin bir "talihsizlik", bir "kaza" olduğu, dolayısıyla büyütmenin, önemsemenin fazlaca anlamı bulunmadığı inancı yerleştirilmektedir. Sorun, sadece "inanmak"tır; "yukardakilere" inanmaktır!
Psiko-ekonomistler ile televoleci ekonomistlere göre ekonomik kriz, "bir fırsata dönüştürülebilir"; ülkenin, onlarca yıldır süregiden yüksek enflasyondan, işsizlikten, yoksulluktan, az üretmekten, gelir adaletsizliğinden kurtuluşu için ekonomik kriz "bir fırsat" yaratmıştır!
Zaman fırsatlardan yararlanma zamanıdır, gün fırsatçıların günüdür.
2001 yılında enflasyonun %88,9 olması, iç borçların 122 katrilyon 199 trilyon TL olması, dış borçların 118 milyar dolara çıkması hiç önemli değildir. Yeterki psiko-ekonomistler ile televoleci ekonomistlere inanılsın! "2002 yılına Türk insanı büyük bir moralle giriyor. Eskiye göre daha iyi. O bakımdan ben Türkiye'de böyle Arjantin benzeri bir şeyin olacağını zannetmiyorum. Bu moralle sanıyorum, Türkiye daha iyiye gidecek. Nitekim borsa yavaş yavaş yükselmeye başladı. Birtakım kararlar alınıyor. Bunların hepsinin bileşkesi, neticede Türkiye'yi düzlüğe çıkaracaktır, diye inanıyorum. 2002'de daha iyiye gidecek, bu 1-2 sene daha iyiye giderek gelişecek"!
Basit bir mantıkla, sıfatı Genelkurmay Başkanı olan bu psiko-ekonomiste göre, borsa "yavaş yavaş yükselmeye başladı"ysa, bu "iyidir", insanlara "moral" getirir, "gerekli kararlar da alınınca" ekonomi düzelir!
Bu psiko-ekonomistin açıklama yaptığı tarihe bakıldığında, yani 8 Ocak 2002 tarihinde, İMKB endeksi 15.000'i "test" edip, 14.878 puandan kapanmıştır. İstanbul Borsası'nın 2000 yılını 9.437 puanla kapattığı düşünüldüğünde, 8 Ocak 2002 tarihinde ulaşılan 14.878 seviyesi, "tarihi bir rekor" olarak tanımlanabilir. Borsanın yükseliş oranı
%57 olmaktadır. Hernekadar tarihler 21 Ocak 2002'yi gösterdiğinde İMKB-100 endeksi yeniden 12.629 seviyesine düşmüşse de bunun önemi yoktur, çünkü "yükselen bir borsada kâr realizasyonları normaldir"!
Böylece, televoleci ekonomistlerin inandırıcılığını yitirdiği bir evrede devreye giren psiko-ekonomistler sayesinde
bir ülke ekonomisinin durumunu borsaya bakarak saptamanın olanaklı olduğunu bir kez daha öğrenmiş bulunuyoruz.
Bu psiko-ekonomistlere inanılacak olursa, bugün Arjantin ekonomisi "düzlüğe çıkmış" durumdadır.
Yakından bakalım:
Arjantin borsası 2001 yılına 418,70 puanla başlamıştır. Şubat 2001'de 500,00'ler seviyesine ulaşan MERVAL endeksi Ağustos 2001'de 300,00'e ve ünlü 11 Eylül sonrasında 250,00'ler seviyesine gerilemiştir. Arjantin halkının sokak eylemlerinin başladığı dönemde MERVAL endeksi 200,00'ler seviyesine inmiştir. Ve devlet başkanı Fernando De La Rua ile Arjantin'in "Kemal Derviş'i"
Domingo Cavallo'nun istifasından sonra borsa yeniden "toparlanmış" ve 2001 yılını 320,46 seviyesinden kapatmıştır. 2002 yılının ilk işlem günü MERVAL endeksi 340,60'a yükselmiş ve 21 Ocak 2002 günü 470,55 seviyesine ulaşmıştır.
Görüldüğü gibi, Arjantin'de, psiko-ekonomist değerlendirmeye göre, sokak eylemlerinden sonra göreve gelen yeni devlet başkanı Eduardo Duhalde henüz icraata bile başlamadan ekonomi "düzlüğe çıkmış" bulunmaktadır!
Ancak iki farkla!
Birincisi, hiç kimse, psiko-ekonomistler de dahil hiç kimse, Arjantin ekonomisinin bu kadar kısa sürede düzeleceğini ya da düzeldiğini
iddia edememektedir.
İkincisi, Arjantin'de uygulanacağı ilan edilen yeni ekonomi-politikalar ile ülkemizde uygulanan IMF politikaları arasında hiçbir
ortak nokta bulunmamaktadır.
Genelkurmay Başkanı'ndan Kemal Derviş'e kadar tüm psiko-ekonomistlerin böylesine şarlatanca, ekonomiyle, ekonomi bilimiyle (burjuva anlamda da olsa) uzaktan yakından ilgisi olmayan söylemleriyle yapmak istedikleri tek şey, halkın, sessiz sedasız kaderine boyun eğmesini sağlamaktır.
Herkesin açık ve net olarak bilmesi gereken ilk gerçek, menkul kıymetler borsasının iniş ve çıkışlarıyla ülke ekonomisinin gelişim düzeyi bire bir ilişki içinde değildir.
Menkul kıymetler borsası, borsada işlem gören şirketlerin, hisse senetleri karşılığında borçlandıkları ikincil el piyasa durumundadır. Bir bakıma menkul kıymetler borsası, şirket hisselerinin
ikinci kez karşılık gösterilerek ipotek edildiği kredi kurumudur. Kendi öz sermayelerinin yetersiz kaldığı ve banka kredileriyle gerekli sermayenin bulunamadığı koşullarda menkul kıymetler borsası, hisse senetleri karşılığında borsa şirketlerine kısa vadeli borçlanma olanağı sağlar. Dolayısıyla borçlanma, her türlü kısa vadeli borçlanmanın kurallarına göre gerçekleşir, yani yüksek getiri (faiz) koşullarına göre. Diğer yandan, şirketin öz varlıkları banka kredileri karşısında ipotek olarak verildiğinden, borsada işlem gören hisse senetleri ikincil ipotek işlemleri kapsamına girer. Bu nedenle, satın alınan hisse senetlerinin gerçek bir karşılığı bulunmamaktadır. Şirketin iflası durumunda, borsada satılan hisse senetleri karşılığında hiçbir şey alınamaz.
Menkul kıymetler borsası bu özellikleri nedeniyle tam bir belirsizlik içinde çalışır, dolayısıyla
her türlü spekülasyona açıktır. Bu yüzden, borsa ile spekülasyon sözcükleri her zaman birlikte kullanılır. Ve bilineceği gibi spekülasyon, "ilerde meydana gelebilecek fiyat dalgalanmalarından yararlanarak kazanç sağlamaktır,
vurgunculuktur".
[1*] Bu bağlamda, borsada,
spekülasyon ile
vurgunculuk,
vurgunculuk ile
fırsatçılık birbiriyle özdeş sözcükler durumundadır.
Borsada spekülasyon, herhangi bir hisse senedinin değerinin yükseleceği ya da düşeceği beklentisi yaratılarak gerçekleştirilir. Hisse senedinin değeri düşük, şirketin durumu kötü olsa bile, "değeri yükselecek" beklentisi yaratılabilindiği sürece, bu hisse senetlerine yönelik bir talep ortaya çıkartılabilinmektedir. Bu amaçla, her türlü yazılı ve görüntülü iletişim araçları kullanılarak, hedef alınan hisse senedi konusunda istenilen beklenti oluşturulur. Bu nedenle borsa, her durumda yanlış bilgi ve haberlerin ortalıkta dolaştığı, birbiriyle çelişen haberlerin sürekli piyasaya pompalandığı tam bir yalan, riya ve ikiyüzlülük merkezi durumundadır. Borsanın her yükseliş ve inişi, her durumda bir başkalarının aldatılması, kandırılması ile belirlenir. Bu yüzden menkul kıymetler borsası, küçük mülk sahiplerinin ellerindeki parasal kaynakların bu yalan ve ikiyüzlülük ortamı içinde bir elden başka bir ele sürekli aktarıldığı bir mekanizmaya sahiptir. Bu mekanizma, ekonomik kriz dönemlerinde bu mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmeleri için kullanılır. Bir başka deyişle, menkul kıymetler borsası, küçük mülk sahiplerinin (
küçük-burjuvazinin) ekonomik kriz dönemlerinde
mülksüzleştirilmesinin bir aracı durumundadır.
Bir örnek olarak
29 Aralık 2001 tarihli aşağıdaki haberi okuyalım:
"2001'in getiri şampiyonu Ceylan Giyim
İMKB'de yılın son çeyreğinde alımlar etkili olurken, endekste yıllık yükseliş yüzde 46 oldu. En fazla getiriyi sağlayan hisse senedi ise yüzde 900'le Ceylan Giyim olarak gerçekleşti."
İMKB verilerine göre Ceylan Giyim hisseleri, 2001 yılına
2.800 liradan başlamıştır. 10 Aralık 2001 günü 33.000 seviyesini gören Ceylan Giyim hisseleri yılı (28 Aralık 2001) 28.000 liradan tamamlamıştır. Böylece Ceylan Giyim hisseleri bir yıl içinde %1.000 değer kazanmıştır. Bir başka deyişle, Ceylan Giyim hisseleri "alıcısı"nın 100 milyon lirasını bir milyara çıkartmıştır.
Her zaman olduğu gibi, Ceylan Giyim hisselerinin on misli değer kazanmasına karşılık, 2001 yılının ilk dokuz ayındaki kârı bir önceki döneme göre azalarak 223 milyar lira olmuştur, yani 378 bin dolardan 173 bin dolara inmiştir.
Bu gerçeklere rağmen Ceylan Giyim'in hisselerinin %1.000 değer kazanmasını sağlayan tek şey spekülasyondur. İMKB başkanlığı değişik zamanlarda defalarca Ceylan Giyim A.Ş'den "olağandışı fiyat ve miktar hareketleri"ne ilişkin olarak açıklama yapmasını istemiştir. Ceylan Giyim A.Ş'nin bu konuda yaptığı açıklamalardan birisi oldukça ilginçtir. Şöyle denilmektedir 11 Şubat 2000 tarihli açıklamada:
"11.02.2000 tarihinde Reuters Haber Ajansı'nda yayınlanan haberde, ABD kökenli Nike ve İngiliz Next firmaları ile 'tescilli üretici' anlaşması yaptığımıza ilişkin bilgilere yer verilmiştir. Ancak her iki firma ile de çalışmalarımız ön hazırlık ve numune safhasında olup prensipte anlaşma görüşmelerimiz sürmektedir. Henüz bu firmalarla 'tescilli üretici' anlaşması imzalanmamıştır."
Bu açıklamada görüldüğü gibi, Ceylan Giyim'e ilişkin Reuter haber ajansı aracılığıyla ünlü Amerikan Nike firması ile anlaşma yaptığı haberi yayınlanmış ve bu yolla hisse senetlerinin değerinin yükseltilmesi sağlanmaya çalışılmıştır. Ancak İMKB başkanlığının "olağandışı fiyat ve miktar hareketleri" olduğu üzerine yapılan açıklamada bunun doğru olmadığını beyan etmek zorunda kalmışlardır. Ama, Reuter haber ajansının haberi tüm ekonomi "medya"sında yayınlanmışken, yapılan açıklama sadece İMKB bültenlerinde yer almıştır.
Bu ve benzeri yöntemlerle yapılan borsa spekülasyonlarıyla milyonlarca insan borsaya yöneltilmiştir. Aldıkları hisselerin değerinin yükseleceği beklentisiyle borsaya yöneltilen milyonlarca kişi katrilyonlarca lirayı ne olduğu belirsiz hisselere yatırmışlardır. Ceylan Giyim olayında olduğu gibi, 28 Aralık 2001 tarihinde 28.000 liraya yükselen ve "medya"nın ekonomi haberleriyle 3 Ocak 2002 günü 34.000 seviyesine çıkan hisseler 7 Ocak günü 13.250 ve 21 Ocak günü 7.300'e düşerken, "inananlar" hisse başına 26.700 lira kaybetmişlerdir (%79). Burada sözkonusu olan para miktarı 4 trilyon liradır. Bu miktar para "inananlar"dan alınarak başka bir cebe konulmuştur.
2 Ocak 2002 tarihli bir başka haberde şöyle denilmektedir:
"Piyasa değeri 2001'de 22 milyar dolar eridi
İstanbul Borsası'nda işlem gören hisselerin piyasa değeri 1 yılda 22 milyar dolar geriledi. 2000 sonunda 69.5 milyar dolar olan piyasa değeri, 47.7 milyar dolara indi."
Psiko-ekonomistlerin yolundan gidildiğinde karşılaşılan manzara budur: bir yılda borsada 22 milyar dolar "erimiştir". Bu miktarın iki yıldan beri IMF'den ağır ekonomik ve siyasal koşullarla alınan ve alınacak olan paraya eşit olduğu gözönüne alınırsa, borsa yoluyla yapılan işlemlerin niteliği ve büyüklüğü daha kolay anlaşılacaktır.
Bu küçük-burjuvazinin açık ve görünür bir mülksüzleştirilme olayıdır. Ancak hiçbir biçimde bitmemiştir. Borsanın yetersiz kaldığı yerde, hemen hazine bonoları devreye girer.
23 Ocak 2002
"Güvensizlik azaldı, Hazine 2 yıllıkta kolay borçlandı
Uzun süredir güvensizlik nedeniyle tedirgin olan piyasalarda Hazine 14 ay sonra çıktığı 2 yıl vadeli ihale sınavını başarıyla geçti. Üç ayda bir faiz ödemeli olan tahvillerin, ilk üç aylık faizinin yüzde 16.75 ile sonuçlandığı ihalede net 1 katrilyon 176 trilyon liralık satış yapılırken yıllık bileşik faiz yüzde 85.7 oldu."
Görüldüğü gibi, psiko-ekonomistlerin "medya"daki uzantıları iş başındadır. Hazine iki yıl vadeli tahvilleri %85,7 faizle sattığında, "piyasalardaki güvensizlik" bir kez daha azalmıştır. Eski dönemlerin ifadesiyle, "nurlu ufuklar" görünmektedir!
Bu olaydan iki gün önce, yani 21 Ocak 2002 günü Hazine'nin ihalesine ilişkin haber ise şöyleydi:
"Referans ihalesinde faiz yüzde 72.2
Hazine, düzenlediği üç ay vadeli referans ihalesinde yüzde 72.25 bileşik faizle net 795 trilyonluk satış yaptı."
Görüldüğü gibi, "güven" iki gün içinde %72,25'den %85,7'ye yükselen faizle ancak sağlanabilmiştir.
Bunların yine de önemi yoktur!
Kriz herkesin başına gelebilir! Önemli olan, krizden çıkabilmek için, herkesin psiko-ekonomistlere inanması ve güvenmesidir. Bu "güven" sağlanabilindiği oranda, "düze çıkmak" sözkonusu olacaktır! "Güven"i sağlayabilmek için de, tüm propaganda olanakları kullanılarak, birbiriyle çelişen, gerçek ve gerçek dışı binlerce haberi birbiri ardına ve sürekli olarak kamuoyuna pompalamak temel yöntem durumundadır. Haberlerin gerçeklerle ilişkisinin bir önemi olmadığı gibi, her türlü yorum ve değerlendirme de haber gibi sunulabilmektedir. Böylece haber ve yorum birbirine karışmaktadır. Ancak her durumda, yöntemin niteliği
demagojiktir.
[2*]
Ülkemizde hemen herkesin ve her kesimin mevcut düzenin siyasi partilerine "güvenmediği"nin en açık olgu olmasından yola çıkan Kemal Derviş, hazırladığı "Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı" ile demagojinin yazılı bir belgesini sunmuştur.
Anımsanacağı gibi, Nisan 2001 tarihinde yayınlanan ve Mayıs 2001 tarihinde ikinci ve farklı bir metne sahip olan Kemal Derviş'in "programı", başlığından son cümlesine kadar demagojik bir belgedir.
Bilindiği gibi, ülkemiz onlarca yıldır yüksek enflasyona dayalı bir ekonomi-politika ile yönetile gelmiştir. Ve Aralık 1999'da IMF ile yapılan stand-by anlaşması ile onlarca yıldır süren enflasyona son verileceği ilan edilerek, IMF dilinde söylersek bir dizi "istikrar tedbirleri" uygulamaya sokulmuştur. Kasım 2000 ve Şubat 2001'de düşük enflasyon koşullarında mali krizler patlak vermesiyle birlikte, ülke ekonomisi tüm alanları kapsayan bir krize girmiştir. Krizin ana nedeni, Kemal Derviş "programı"nda çarpık biçimde ifade edildiği gibi,
dış ve iç borçların ödenemez hale gelmesidir. Onlarca yıldır "çevrilebilir" olan iç ve dış borçlanmanın birden bire "ödenemez" hale gelmesinin nedeni, 2000 yılında uygulamaya sokulan desenflasyonist politikalarla halk kitlelerinin mülksüzleştirilmesi yolunun seçilmesidir. Ancak mülksüzleştirme operasyonu, 24 Ocak 1980'den beri uygulanan ve T. Özal döneminde "zirve"sine çıkan, devrimci mücadeleye karşı "orta direk" yaratma politikasıyla oluşturulmuş bulunan
yeni tüketici kesimin bankalara olan borçlarıyla birleşerek, bankaların "ödeme güçlüğü" içine girmelerine neden olmuştur.
Kemal Derviş demagojisiyle söylersek, "bankaların zayıf finans yapısı", yüksek devlet iç borçlanma senetleri faizleri ile finanse edilen "orta direk" kredileridir. Dolayısıyla 2000 yılında uygulamaya sokulan desenflasyon politikası, hazine bonolarının faizlerinin düşmesine rağmen sürekli artan "orta direk" kredileri sorunu ortaya çıkarmıştır. "Orta direk"in her mülksüzleştirilmesi, kaçınılmaz olarak "zayıf finans yapısı"na sahip bankaların iflas etmesine neden olmuştur.
[3*]
İşte bu gelişme karşısında "piyasa yapıcı bankalar"ın iflaslarını önlemek amacıyla Haziran 2001'de büyük bir "takas" operasyonu gerçekleştirilmiştir. Bu "takas" operasyonu ile "piyasa yapıcısı bankalar"a dolara endeksli hazine bonoları verilerek "zayıf finans yapıları" güçlendirilmeye çalışılmıştır. Ancak "
orta direk"
tam anlamıyla mülksüzleştirilmeden bu durumdan çıkış da olanaksızdır.
Ama Kemal Derviş'in "programı", yani "güçlü ekonomiye geçiş" programı, tüm sorunların temel nedenini, "sürdürülemez iç borç dinamiğınin oluşması" olarak sunmuştur. Kemal Derviş'e göre, bu nedenden dolayı, tüm devlet gelirleri iç borçların faizlerinin ödenmesine gittiğinden "devlet", "eğitim, sağlık, adalet gibi asli fonksiyonlarına yeterli kaynak ayıramaz hale gelmiştir". Herkesin bildiği gibi, "devlet"in bu "asli fonksiyonları"nın yürütülememesi herkesin ortak şikayet konusudur, dolayısıyla bu ifadelerle "toplumun duygularını çelerek kendi çıkarını yürütme yolu"nun kolayca bulunabilineceği düşünülmüştür.
Kemal Derviş'in büyük reklam kampanyalarıyla iş başına getirildiğinden bugüne kadar geçen on ay içinde olanlar ise, söylenenlerin tam tersi durumundadır.
Öncelikle "sürdürülemez iç borç dinamiği" ile "başta kamu bankaları olmak üzere mali sistemin sağlıksız yapısı ve diğer yapısal sorunların kalıcı bir çözüme kavuşturulması" on aylık Kemal Derviş icraatının hedefi olarak ilan edilmiştir.
Sonuç?
2001 yılının Şubat ayında 45,427 katrilyon olan iç borçlanma miktarı Aralık 2001 sonunda 122,199 katrilyon liraya çıkmıştır.
|
TAHVİL |
BONO |
TOPLAM |
2000 Toplam |
34.362.937 |
2.057.683 |
36.420.621 |
2001 Ocak |
40.993.241 |
3.434.865 |
44.428.106 |
2001 Şubat |
39.381.343 |
6.046.145 |
45.427.488 |
2001 Mart |
43.397.288 |
7.453.896 |
50.851.184 |
2001 Nisan |
49.042.579 |
10.166.501 |
59.209.081 |
2001 Mayıs |
71.155.888 |
13.389.715 |
84.545.603 |
2001 Haziran |
78.035.149 |
12.296.554 |
90.331.702 |
2001 Temmuz |
83.934.048 |
12.461.174 |
96.395.222 |
2001 Ağustos |
86.503.872 |
15.310.236 |
101.814.108 |
2001 Eylül |
91.693.849 |
14.074.663 |
105.768.512 |
2001 Ekim |
95.273.153 |
14.032.550 |
109.305.703 |
2001 Kasım |
102.873.084 |
14.371.682 |
117.244.767 |
2001 Aralık |
102.169.784 |
20.029.334 |
122.199.119 |
Kay. Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı, 21 Ocak 2002 |
"Başta kamu bankaları olmak üzere mali sistemin sağlıksız yapısı" Haziran 2001'de yapılan "takas" ve daha sonraki tüm uygulamalara rağmen düzeltilememiş ve sonunda yeni "
bankalar yasası"na gelinmiştir. "Medyatik" sözlerle ifade edersek, "Türk bankacılık tarihinin en büyük operasyonu olarak nitelenen ve devletin bankalara sermaye desteği vermesini öngören yasa" 11 Ocak 2002 günü TBMM'den geçirilmiştir.
Bu yasayla, "bankaların sermaye yapısı" nın güçlendirilmesi amacıyla devlet 5 milyar dolarlık IMF kredisini
faizsiz olarak bankalara aktaracaktır.
Ama yine de psiko-ekonomist Kemal Derviş'in gazetelere yaptığı açıklamaları okuyalım:
"Derviş, kamuoyunda "bankaları kurtarma operasyonu" olarak anılan düzenlemelerin doğru anlaşılmasını istedi ve "Sermayesini yitirmiş bankalar fona alındı. Bu devam edecek. Başkasının parasıyla bankacılık olmaz, bunlara devlet desteği sözkonusu değil" dedi. Derviş, özsermayesi olan ancak gücünü yitirmiş bankaların destekten yararlanacağını açıkladı. Derviş, düzenlemenin şeffaf yapılacağını belirterek, şöyle konuştu:
"Devlet desteği hala sermayesi olan yani sıfırın üstünde ancak bu sermayesinin bir kısmını kriz nedeniyle yitirmiş bankalara çok şeffaf ve aslında zor şartlarda verilecek. Birincisi, daha fazla sermaye koymak zorunda olacak banka sahibi. İkincisi hesapları üç aşamalı denetimden geçecek. Bir şimdiki denetim, iki bu denetime ek denetim,üç BDDK'nın (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu) denetimi. Bu şeffaflığa daha hiçbir zaman Türkiye'de ulaşamadık."
Faizsiz 5 milyar doların bankalara transfer edilmesi Kemal Derviş dilinde "çok şeffaf ve aslında zor şartlar" içermektedir. Öylesine "zor şartlar" ileri sürülmektedir ki, banka sahipleri "daha fazla sermaye koymak zorunda" kalacaklar ve üç "denetim"e tabi olacaklar! Ya faiz?
Böylece
Türkiye Garanti Bankası, Türkiye İş Bankası, Akbank, Yapı ve Kredi Bankası, Pamukbank, Koçbank, Finans Bank, Sümerbank (Oyakbank), Türk Dış Ticaret Bankası (Dışbank) ve
Türkiye İmar Bankası devletin bu "çok zor şartlar"la vereceği 5 milyar faizsiz parayı kendi aralarında paylaşacaklardır.
Ama bu, aynı zamanda bu "büyük", "piyasa yapıcısı" bankaların "
özsermayesi olan, ancak gücünü yitirmiş" olmasının itirafı değil midir?
Eğer gerçek buysa, on aydır uygulandığı varsayılan Kemal Derviş'in "güçlü ekonomiye geçiş programı", sözcüğün tam anlamıyla "güçsüz bankalar" yaratmaktan bir adım öteye geçememiş demektir. Ve gerçek de budur.
Gerçeklerin böylesine açık ve net bir biçimde ortada olmasına karşın, hâlâ ülkemiz ekonomisinin "düzlüğe" çıkmak üzere olduğuna yönelik propaganda olanca hızıyla sürdürülmektedir. Bu propagandayla yaratılmak istenen, "güven" verici beyanlarla insanların ekonomik krizin sona ereceği beklentisine sokulması ve buna bağlı olarak ülke ekonomisinin "yapısal" sorunlarının "geleneksel" çözümlerini rahatça uygulamaktır.
Ülkemizin ve bizim gibi emperyalizme bağımlı ülkelerin temel sorunu, yani "yapısal" sorunu, emperyalizme bağımlı, dış dinamikle geliştirilen bir kapitalizmin kendisidir. Diğer bir deyişle, dışa bağımlı bir sanayileşme, kaçınılmaz olarak ülke ekonomisinin dengelerinin içerde iç pazarda değil, dışarda, dış pazarlarda oluşması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla iç pazara yönelik her türlü ekonomik uygulama, kaçınılmaz olarak, dengelerin oluştuğu dış dinamiklerle çakıştığı oranda belli bir değere sahip olabilmektedir. Bunun dışında herşey dış dinamiklere bağlıdır.
Dışa bağımlı bir sanayileşmenin en temel sorunu dış ödemeler dengesi açıkları ortaya çıkarmasıdır. Yani ülkenin ithalatı ile ihracatı arasında (birincisi lehine) büyük farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Sürekli artan ithalat, geleneksel ihraç ürünlerinin dünya pazarlarındaki fiyatlarının sürekli düşürülmesine paralel olarak dış ticaret açığını büyütmektedir. Büyüyen dış ticaret açığının kapatılabilinmesi için ise,
tek yol dış borçlanmadır ve
dış borçlanmanın sürekli bir olgu haline gelmesidir. Ülkemizde sürekli söz edilen "kamu finansmanı", "kamu açıkları", "kamu harcamaları" vb. söylemlerinin temelinde bu sürekli dış borçlanma olgusu yatmaktadır.
İster bir ülkeyi ele alınız, ister herhangi bir tüccar, esnaf ya da bir kapitalisti ele alınız, aldıkları borçlar ya da krediler, hangi nedenle (ister yeni yatırımlar yapmak için, isterse kişisel tüketim için) ve hangi koşullarla (vade ve faiz oranı) alınmış olursa olsun, er ya da geç
nakit olarak ödenmek zorundadır. "Ödeme güçlüğü" sözcüğü, böylesi bir durumda alınan borçları ödeyememe durumunu ifade eder. İşte ülkenin gelmiş olduğu yer burasıdır.
Daha önceki sayılarımızda sürekli olarak yinelediğimiz gibi, ülkemizin en temel "yapısal sorunu", dışa bağımlı sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan dış borçlanma ve bunun sürekli büyümesi ve GSMH'yı aşacak boyutlara ulaşmasıdır.
|
1996 |
1997 |
1998 |
1999 |
2000 |
2001 Q3 |
Toplam Dış Borç Stoku |
79.632 |
84.912 |
97.238 |
103.138 |
119.602 |
118.848 |
Dış Borç Kullanımları |
8.912 |
13.386 |
14.211 |
16.275 |
25.458 |
9.597 |
Dış Borç Servisi |
11.418 |
12.418 |
16.513 |
18.316 |
21.937 |
16.209 |
Anapara |
7.218 |
7.830 |
11.690 |
12.866 |
15.638 |
11.008 |
Faiz |
4.200 |
4.588 |
4.823 |
5.450 |
6.299 |
5.201 |
GSMH |
|
|
|
|
|
|
GSMH (Milyon $ ) |
183.577 |
192.376 |
206.559 |
185.249 |
201.188 |
|
Ortalama $ Kuru |
81.386 |
152.071 |
261.045 |
420.126 |
623.704 |
1.125.256 |
Dış Borç Rasyoları (%) |
|
|
|
|
|
|
Toplam Dış Borç / GSMH |
43,38 |
44,14 |
47,08 |
55,68 |
59,45 |
|
Kamu Sektörü Borcu/ GSMH |
28,08 |
26,02 |
25,34 |
28,23 |
30,59 |
|
Özel Sektör Borcu/ GSMH |
5,85 |
8,74 |
11,46 |
14,77 |
14,49 |
|
Top.Dış Borç / Top.Döviz Gel. |
190,76 |
163,02 |
166,67 |
205,67 |
217,04 |
|
Toplam Dış Borç / İhracat |
342,87 |
323,34 |
360,50 |
387,93 |
430,63 |
|
Dış Borç Servisi / İhracat |
49,16 |
47,29 |
61,22 |
68,89 |
78,98 |
70,55 |
Faiz / GSMH |
2,29 |
2,38 |
2,33 |
2,94 |
3,13 |
|
Faiz / İhracat |
18,08 |
17,47 |
17,88 |
20,50 |
22,68 |
22,64 |
Kaynak: Hazine Müsteşarlığı, 3 Ocak 2002 |
Son verilere göre
[4*], 1996 yılında 79,632 milyar dolar olan dış borçlar, 2001 yılının
ilk dokuz ayında 118,848 milyar dolara yükselmiştir. Bunun 22 milyar dolarlık bölümü kısa vadeli borçlardan oluşurken, özel sektörün borçları 28,3 milyar dolardır.
1996-2001 arasında toplam
87,839 milyar dolar dış borç alınmıştır. Aynı dönemde anapara ve faiz olarak dış borçlara ödenen miktar
96,811 milyar dolardır. Bunun
30,561 milyar dolarlık bölümü faiz ödemeleridir.
Böylece 2002 yılına girildiğinde dış borçlanma, sadece kendi anapara taksitleri ile faiz ödemelerini karşılayan, bir bakıma kendi kendini olduğu yerde "döndüren" bir ekonomi dışı olgu haline gelmiştir. Bir başka deyişle, ülkemizde artık dış borçlanmanın ülke ekonomisine doğrudan herhangi bir geliştirici katkısından söz etmek, demagoglar için bile olanaksızdır. Yine de sorun, dış borçların anapara taksitleri ile faizlerinin ödenmesi sorunu olarak varlığını sürdürmektedir. Dolayısıyla sürekli anapara ve faiz ödemeleri için yapılacak "döndürülebilir" her dış borçlanma, ülke ekonomisinde faiz ödemeleri kadar bir açık meydana getirmek durumundadır. Her koşulda bu miktar para (döviz olarak) bulunmak ve dışarıya aktarılmak zorundadır.
Bunun en basit ve sıradan anlamı, ülkede yaratılan değerlerin ortalama
5 milyar dolarlık kısmının her yıl dışarıya transfer edilmesidir.
Ulkemiz, böylece dışa bağımlı bir ülkenin, zaman içinde, hiçbir değere sahip olmayan ve ekonomik değerini tümüyle yitiren, ancak sürekli faiz ve anapara olarak ödenmesi kaçınılmaz hale gelen dış borçlanma sarmalı içine sürüklenmesi olgusu ile karşı karşıya kalmıştır. Ülke ekonomisi büyümeden, popülist dilde ifade edersek "üretmeden" yapılacak olan dış borç ödemeleri, ülkenin gün geçtikçe fakirleşmesi anlamına gelmektedir. Bu durumdan çıkılabilinmesi için ya da en azından, Kemal Derviş söylemi ile ifade edilecek olursa, dış borçların "çevrilebilirliği" için GSMH'nın büyüme oranının ortalama %5'ler düzeyinde gerçekleşmesi gerekmektedir. (Burada dış ticaret açığından kaynaklanan yıllık 20-25 milyar dolarlık ek dış borçlanma gözönüne alınmamıştır.)
Burjuva ekonomistlerinin "makro düzey" olarak tanımladıkları ülke ekonomisinin bütünsel durumu karşısında yapılanlar ise "mikro düzey"de, yani şirketler ve bankalar düzeyinde durumu kurtarmaktan ibarettir. Kemal Derviş ve IMF programlarının özü, ülkenin "önde gelen" şirket ve bankalarının ayakta kalmasını sağlamaktır. Bu nedenle, "yakında düze çıkıyoruz" ya da "düze çıktık" gibisinden söylemlerin gerçek içeriği, tek tek belli şirketler ve bankalar düzeyinde bulunabilir.
Son bankalar yasasıyla birlikte "
özsermayesi olan, ancak gücünü yitirmiş" bankalara yapılacak olan 5 milyar dolarlık açık transferle birlikte söylenenlere bakıldığında durum daha açık görülecektir.
Kemal Derviş'e göre, zor durumdaki bankalara verilecek ek sermaye desteği ile "piyasa yapıcı bankalar" kurtarılacak ve "kurtulan bankalar" kredi verebilir hale gelecektir. Böylece "reel sektör"
[5*] bu bankalardan kredi alacak, yeni yatırımlar yapacak ve ekonomi hızla gelişecek, büyüyecek!
Tam bir Nasrettin Hoca hikayesi!
Bugün "makro ekonomiyi" az ya da çok izleyen herkesin bildiği gibi, "piyasa yapıcı bankalar", ağırlıklı olarak Hazine bonolarının alıcısı durumundadır. Tüm iç borçların "çevrilebilirliği" safsatasının ardında yatan gerçek, bu bankaların sürekli hazine bonolarının alıcısı olarak varolmalarıdır. İç borçlanma ise, dolaylı araçlar kullanılarak dış borçların ödenebilmesi için devletin iç piyasadan yüksek faizle borçlanmasından başka birşey değildir. Bu nedenle, "piyasa yapıcı bankalar"ın giderek bozulan yapılarının düzeltilmesi, hazine bonoları alıcısı olarak varlıklarını sürdürebilir hale getirilmesi zorunlu hale gelmiştir. Bu bankaların, iddia edildiği gibi, "reel sektöre" kredi verebilir hale getirilmesi diye birşey sözkonusu değildir.
Gelinen nokta, daha fazla "reel sektör" kuruluşunun iflas etmesi, daha fazla işsizlik, daha az üretmek ve daha az tüketmektir. Tüketimin olabildiğince düşürülmesi, aynı zamanda desenflasyonist sonuçlar ortaya çıkarması açısından da IMF programının ayrılmaz bir parçasını oluşturmaktadır.
Üretmeden ve tüketmeden, ister iç borca çevrilmiş dış borçlar, ister doğrudan dış borçlar nasıl ödenecektir? Devlet bu borçları ödemek için gerekli "kaynağı" nereden bulacaktır? İşte sorunun geldiği son nokta burasıdır.
İç ve dış borçların "çevrilebilirliği" için gerekli "kaynak", televoleci ekonomistlerin çok sevdikleri deyimle, "faiz dışı fazla"yla, yani devletin vergi gelirleriyle sağlanacaktır.
Üretim yapılamadığı koşullarda vergi kimlerden alınacaktır?
Herkesin bileceği gibi, doğrudan "tüketici"den, yani işçilerden, köylülerden, kent küçük-burjuvazisinden. Bu ise, her türden tüketim üzerinden alınan vergilerin sürekli artırılması anlamına gelmektedir. Akaryakıt Tüketim Vergisi'nde yapılan sürekli artışların ardında yatan gerçek de budur.
Ancak sorun yine bitmemektedir.
Doğrudan tüketici olan kitleden vergi alınabilinmesi için, öncelikle bu kesimin belli bir geliri olması şarttır. "Gelir" ise, ücret ya da maaş olarak bu kesime veriliyor olmalıdır. İşsizliğin sürekli büyüdüğü koşullarda "gelirler" sürekli azalacağından, alınan vergi miktarı da sürekli azalacaktır. Böylece doğrudan tüketim üzerinden alınan vergilerin yükseltilmesi ile "gelir sahibi" kesimlerden değer transferi yapılması, yani "faiz dışı fazla"nın sürekli büyütülmesi olanaksızdır. Bu durumda geriye kalan tek şey,
kişilerin parasal birikimleri ve özel mülkiyetlerinde bulundurdukları mallarıdır, yani evler, arabalar, takılar, ev eşyaları vb. Sıra bunların paraya çevrilmesi, yani satılmasındadır.
İşte, dışa bağımlı (emperyalizm) bir ülke ekonomisinin ulaştığı son nokta, tüm halk kitlelerinin olabilecek en geniş ölçekte
mülksüzleştirilmeleridir. Artık "komünistlerin iktidara gelip", onların evlerine, arabalarına, eşyalarına el koymasından korkmaları gerekmemektedir. Onlar, bizzat kendi düzenleri tarafından mülksüzleştirilecektir. Komünistlere yapılacak tek şey bırakmaktadırlar:
mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi.
İşte psiko-ekonomistlerin sonal olarak vardıkları yer burasıdır.
Dipnotlar
[1*] TDK Türkçe Sözlük.
[2*] Demagoji, O. Hançerlioğlu'nun
Felsefe Ansiklopedisi'nde şöyle açıklanmaktadır: "halk anlamındaki Yunanca
demos ve kendine çekmek anlamındaki
ago sözcüklerinden yapılan, halk avcılığı anlamına gelen bir deyim. Aristoteles'in
Politika adlı yapıtında ileri sürülmüş ve "bir toplumun duygularını çelerek kendi çıkarını yürütme yolu" olarak tanımlanmıştır. Halk dilinde
mugalata (yanıltmaca, laf cambazlığı, zırva) anlamında da kullanılmaktadır."
TDK sözlüğünde ise, demagoji, bir kimsenin ya da grubun duygularını kamçılayarak, gerçek dışı sözler söyleyerek onları kazanmaya çalışmak şeklinde açıklanmaktadır.
[3*] Bugün, bu sorun aşılmıştır! Artık "güçsüz finans yapısına sahip banka" pek fazla kalmamıştır. Ancak, ne "orta direk" kredileri geri alınabilmektedir, ne de bu kredilerin faiz ve temerrüt faizleri geri alınabilmektedir. Şubat 2001 krizi sonrasında tüketici kredileri ile kredi kartları faiz oranlarının olağanüstü yükseltilmesi de bankaları kurtarmadığı gibi, doğrudan "orta direk"i olağanüstü temerrüt faizi yükü ile karşı karşıya bırakmıştır. Daha birkaç yıl öncesine kadar "en hızlı kredi kartı çeken" "orta direk", şimdi hızla yükselen temerrüt faiz yükü çekmektedir.
[4*] "Son veriler" Kemal Derviş'in merkez karargahı durumundaki Hazine Müsteşarlığı'nın Ocak 2002 tarihinde yayınladığı verilerdir. Bu verilere bakıldığında, 2002 yılının ilk dokuz ayı için ortalama dolar kuru 1.125.256 lira olarak verilmektedir. Bu bile verilerin nasıl çarpıtılabilindiğinin açık bir göstergesidir.
[5*] "Reel sektör" diye yeni bir deyim yaratılmıştır. Bu moda deyimle ifade edilen, ekonominin "gerçek sektörü" olarak sanayidir. Ekonomi-politikte mali, ticari, sanayi sektörleri olarak geçen ekonomik birimler, yeni söylemde finans, hizmetler ve "reel" sektör olarak tanımlanmaktadır. Ancak bunlar mali, ticari ve sanayi sektörleri kavramlarından çok daha muğlak kavramlar olduklarından, istenildiği gibi üzerinde demagoji yapılabilinmektedir. Tıpkı değişen ve değişmeyen sermaye kavramlarının karşısında kullanılan sabit ve döner sermaye kavramları gibi. Ancak ülkemizde "reel sektör" deyiminin moda haline gelmesinin ana nedeni, küçük ve orta ölçekli sanayi- cilerin kendilerini "bulunmaz Hint kumaşı" gibi gös-terme çabalarının bir ürünüdür. "Reel sektör" söylemiyle, kendilerinin ekonominin "gerçek" sahipleri olduklarını söylemeye çalışmaktadırlar. Bu yolla, kamuoyu desteği sağlayarak devletten kendileri için ek avantajlar sağlama peşindedirler.