Barışçıl mücadele, hükümeti istifaya zorlayan – bunalımın özel koşullarında– kitle hareketleri yoluyla yürütülebilir; böylece halk güçleri sonunda iktidarı alabilirler ve proletarya diktatoryasını kurabilirler. Teorik olarak doğru. Latin-Amerika bağlamında bunu tahlil ettiğimizde, şu mantıki sonuçlara ulaşmalıyız: Genel olarak bu kıtada, kitleleri burjuva ve toprak sahiplerinin hükümetlerine karşı şiddet eylemlerine sürükleyen nesnel koşullar mevcuttur. Pek çok ülkede iktidar bunalımları ve devrim için gerekli bazı öznel koşullar vardır. Açıktır ki, bu koşulların hepsinin olduğu ülkelerde iktidarı ele geçirmemek suç oluşturacaktır. Bu koşulların var olmadığı ülkelerde ise, değişik alternatiflerin ortaya çıkması ve teorik tartışmalarla her ülkeye uygun bir karara varılması elbette doğrudur. Tarihin izin vermeyeceği tek şey, proletarya politikalarının teorisyen ve uygulayıcılarının yapacakları hatadır. Hiç kimse öncü parti konumuna, üniversite diploması gibi sahip olamaz. Öncü parti olmak, iktidarı ele geçirme mücadelesinde işçi sınıfının en önünde olmaktır; zafere giden en kısa yoldan bu savaşa kılavuzluk etmeyi bilmek demektir. Bu, devrimci partilerimizin görevidir ve hata yapmamak için tahlilleri derinlikli ve kapsamlı olmalıdır.
Bugün Amerika’da oligarşik diktatörlük ile halkın baskısı arasında kararsız bir denge durumu görüyoruz. Biz, “oligarşi” sözcüğünü, feodalizmin az ya da çok varlığını sürdürdüğü ülkelerdeki burjuvazi ile toprak sahibi sınıf arasındaki gerici ittifakı tanımlamak için kullanıyoruz. Bu diktatörlükler, kendi sınırsız sınıf egemenlikleri dönemi boyunca işlerini kolaylaştırmak için kendi kendilerine oluşturdukları belli bir “legal” çerçeve içinde işlerini yürütürler. Kitlelerin baskısının çok güçlü olduğu ve burjuva yasallığının, kitlelerin baskısını durdurmak için kendi yapıcıları tarafından çiğnenmek zorunda olduğu bir aşamayı yaşamaktayız. Tüm yasallığın ya da egemen sınıfın yaptırımlarının özgün olarak kurumlaştırıldığı yasaların açıkça çiğnenmesi, sadece halk güçlerinin baskısını artırmaya hizmet eder. O zaman oligarşik diktatörlük, cephesel bir çatışmaya girmeksizin proletaryayı baskı altına almak için eski anayasal düzenin eski yasalarını kullanmaya girişir. Bu noktada bir çelişki ortaya çıkar. Halk, artık diktatörlüğün eski ve yeni baskı önlemlerine daha az katlanır ve onları kırmaya çalışır. Burjuva devletin otoriter, baskıcı ve sınıfsal özelliklerini asla unutmamalıyız. Lenin, bundan şöyle söz eder:
“Devlet, sınıf karşıtlıklarının uzlaşmazlığının ürünü ve belirtisidir. Devlet, sınıf karşıtlıklarının nesnel olarak uzlaştırılamaz olduğu yerde ve zamanda ortaya çıkar. Ve karşıt olarak, devletin varlığı da, sınıf karşıtlıklarının uzlaşmazlığını tanıtlar.” (Devlet ve Devrim)
Diğer bir ifadeyle, biz, “demokrasi” sözcüğünün, sömürücü sınıfların diktatoryasını mazur göstermek için kullanmasına, kavramın derinliğini yitirmesine ve yurttaşlara verilen az ya da çok belirli özgürlüklerin kazanımı anlamına gelmesine izin vermemeliyiz. Devrimci iktidar sorununu görmezlikten gelerek, sadece belli bir burjuva yasallığını yeniden kurmak için mücadele etmek, egemen toplumsal sınıfların kurduğu bir başka diktatoryal düzene geri dönmek için mücadele etmek demektir. Bu, her durumda, mahkuma ucunda daha az ağır bir gülle olan prangaya vurulması için savaşmak demektir.
Bu çatışma koşullarında oligarşi, kendi anlaşmalarını bozar, “demokrasi” görüntüsünü atar ve baskı için oluşturulmuş üstyapıyı kullanmaya çalışsa da, halka saldırır. Ve yeniden bir ikilemle yüz yüze geliriz: Ne yapmalı? Yanıtlıyoruz: Şiddet, sadece sömürücülerin tekelinde değildir, sömürülenler de şiddet uygulayabilirler ve dahası, zamanı geldiğinde kullanmalıdırlar. José Marti’nin sözüyle: “Bir ülkede kaçınılabilir savaşı başlatanlar suçlu olduğu gibi, kaçınılmaz bir savaşı durdurmaya çalışanlar da suçludurlar.” Diğer taraftan Lenin şöyle söylüyor:
“Sosyal-demokrasi savaşa hiç bir zaman duygusal açıdan bakmamıştır. O, insan toplumundaki çatışmaların ortadan kaldırılmasının vahşi bir aracı olarak savaşı lanetler. Ama sosyal-demokrasi, sınıflara bölünmüş bir toplumda, insanın insan tarafından sömürüldüğü yerde, savaşların kaçınılmaz olduğunu bilir. Bu sömürüye son vermek için, her yerde ve her zaman sömürücüler tarafından, egemen ve baskıcı sınıflar tarafından başlatılan savaştan uzak duramayız.”
Lenin bunu 1905’te söyledi. Daha sonra “Proleter Devrimin Askeri Programı”nda sınıf mücadelesinin yapısı üzerine tahlil yaparken şunları saptıyordu:
“Sınıf savaşımını kabul eden herkes, iç savaşı da kabul etmek zorundadır. Her sınıflı toplumda iç savaş doğal, ve bazı koşullarda sınıf savaşımının kaçınılmaz devamı, gelişmesi ve şiddetlenmesidir. Bu, her büyük devrimle doğrulanmıştır. İç savaşı kabul etmemek ya da görmezlikten gelmek, büyük bir oportünizme düşmek ve sosyalist devrimi yadsımak olur.”
Bu demektir ki, yeni toplumların ebesi olan şiddetten korkmamalıyız; ama şiddete, halk önderlerin en elverişli koşulları buldukları anda başvurulmalıdır...
Che Guevara
Guerra de Guerrillas: Un Método
Cuba Socialista
N° 25, Eylül 1963