15 Temmuz “darbe”si, “başarısız” olduğu için, “darbe girişimi” olarak tarihte yerini aldı.
“Darbe girişimi”nin ardından başlatılan, ağırlıklı olarak TSK ve kamu yönetimine yönelik “FETÖ” (Fethullah Terör Örgütü) operasyonlarının “paralel”inde OHAL (Olağanüstü Hal) ilan edilmesiyle birlikte yeni bir döneme evrildi.
Bu evrilmeyle, 15 Temmuz akşamının “ne oluyor” sorusu da, “ne oldu” sorusuna yerini bıraktı. Yine de yaşanılan “an itibariyle”, yapılan operasyonlar, gözaltılar, tutuklamalar, işten “el çektirmeler” görevden almalar, OHAL’la “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi”nin askıya alınması ve nihayetinde tekme tokat dövülmüş generallerin (yandaş ve yandaşlaşan “medya” söylemiyle “vatan hainleri”nin) görüntüleriyle “ne oluyor” sorusu gündemde kalmayı sürdürdü.
Her zaman olduğu gibi, küçük-burjuva “merak”la (ki bunun en yaygın aracı “sosyal medya” üzerinden yapılan “paylaşımlar”dır) şekillenmiş olan “ne oluyor” sorusunu, yine aynı küçük-burjuva “merak”ıyla “ne olacak” sorusu izledi.
“Ne oldu” sorusu, her türlü “hikaye” ve “rivayet”in önünü açarken ve “ne oluyor” sorusu bilinemezci bir kurguya yönelirken, “ne olacak” sorusu her türden ve her cinsten spekülasyonun, manipülasyonun alanını oluşturmaya başladı.
Recep Tayyip Erdoğan’ın “esnaf alperenler”inin sokağa inmesiyle desteklenen polis terörü (toplu gözaltılarla, işkencelerle birlikte) karşısında “darbe girişimi” tek boyutlu ve tek sesli bir “gerçek”le sınırlandırıldı.
Bu “tek gerçek”, “darbe girişimi”nin, “mutlak ve kesin olarak” Fethullahçı bir girişim olduğundan ibaretti.
Bu “tek gerçek” bir kez kabul edildi miydi, “en solcu”sundan, “en demokrat”ına kadar her türden ve her cinsten “muhalefet”in “ikincil/tali” alanlarda oyalanması kaçınılmazdı.
“İkincil alan”, rivayet ve spekülasyonlarla dolduruldu.
Rivayet ve spekülasyonların odak noktasını ise, bu “darbe girişimi”ni kimin “tezgahladığı” oluşturuyordu.
“Her türden darbeye” (ve hatta “diktatörlüğe”!!) karşı olduğunu ilk fırsatta dile getiren “muhalefet” ortak bir paydaya sahip değildir.
Bir kesime göre, “darbe”yi Fethullah Gülen “cemaati”nin tezgahladığı “mutlak”ken, diğer bir kesime göre, “darbeyi önceden haber alan” Recep Tayyip Erdoğan tezgahlamıştır!
Genel olarak “solcu”luğun olmaz-sa-olmazı olan “ABD emperyalizmi” ya da “CIA-Pentagon” her kesim açısından “bir olasılık” olarak kabul görürken, buna ilişkin “karineler” (“belirtiler”) rivayet ve spekülasyonla örülmüş olarak şurada ya da burada dile getirilmeye çalışıldı.
Rivayetler ve spekülasyonlar ne denli “kanıt/kanı”yla güçlendirilmiş olursa olsun, her durumda “darbe girişimi”nin niteliği konusunda olduğu kadar, “oluşumu” ve “yapılışı” konularında da farklılıklar oluşturdu.
Böylece “darbe girişimi” tahlilleri, rivayet ve spekülasyonla birleşerek, bir “iman”a, bir “inanç”a dönüştü.
Her “iman”, “inanç” gibi, bu “darbe girişimi imanı” da totaliterdir, topyeküncüdür. Diğer ifadeyle, her “iman” bir “iman bütünlüğü” oluşturduğundan ideolojik bir bakış açısıyla çerçevelenir. Dinsel “iman” (şeriatçılık) kadar (olumsuz anlamda), “laikçilik” de (olumlu anlamda) totaliterdir. Bu totaliter bakış açısı, bilinmeyen, bilinemeyen, belirsiz ya da muğlak her alanı ideolojik olarak doldurmak demektir. Yani “iman”, “olay”daki boşlukları ideolojiyle doldurur ve ideoloji de “iman”a dönerek kendisini yeniden biçimlendirir. “Doğa boşluk kabul etmez”mişçesine, boşlukların “iman”la doldurulması, kaçınılmaz olarak yalan söylemek, düpedüz uydurmak demektir.[1*] Bu “görev”, bugün yandaş ve yandaşlaşan “medya” aracılığıyla (magazinleştirilerek) yerine getirilmektedir.
NE OLDU?
RİVAYET/SÖYLENTİ
Yandaş ve yandaşlaşan (en tipik örneği
Hürriyet) “medya”ya göre, “darbe” (yukarda da ifade ettiğimiz gibi, “başarısız” olduğu için “darbe girişimi” denilen “darbe”), hiç tartışmasız (otoriter) Fethullah Gülen “cemaati”nin tezgahıydı (totaliter bakış). Üstelik “çok kan” da dökmüşlerdi. Bu da “başarılı” olduklarında “dökecekleri kanın” teminatı olarak kabul ediliyordu.
“Ne oldu?”nun bundan sonrası, Fethullahçıların nasıl “dehşetengiz” örgütlendiklerinin (eski Ergenekon ve Balyoz “mağdurları”nın “tanıklığı” eşliğinde) “masalları”yla dolduruldu.
“15 Temmuz akşamı” diye başlayan bu “dehşetengiz” masallar, Genelkurmay Başkanı’nın nasıl “esir alındığı”yla başlayıp, Marmaris’e gönderilen “suikast timi”nin ne kadar “profesyonel ölüm makineleri” olduğuna ilişkin “masallar”la sürüp gitti. Recep Tayyip Erdoğan’ın “
facetime” üzerinden “milleti” sokağa çağırmasıyla başlayan “direniş”in masalları bu masallara eklendi.
Masalları masallar, rivayetleri rivayetler izlerken, hemen hergün “medya”da “darbe girişimi”nin yeni, yepyeni maceraları yazılıp-çizilirken, gerçek gerçeklikte “ne oldu” sorusu yanıtsız kalmaya mahkum oldu.
Rivayetler muhtelif olsa da, “darbeciler”in “dehşetengiz” örgütlenmesi ile “amatörlükleri” arasındaki
çelişki ortada kaldı.
“Devletin içinde” bu kadar “derin” ve “üst düzeyde” örgütlenmiş bir “darbeciler gerçeği” karşısında, 15 Temmuz akşamı görülen “acemilikler” ve TSK generallerine “yakışmayacak” boyuttaki “amatörlükler” pek de “akıl” işi olmadığını gösteriyordu. (İşte bu “akıl işi olmayan” durum, aynı zamanda her türlü rivayetin ve spekülasyonun da temelini oluşturur.)
F-16’ları ve helikopterleri havalandıran, oraya ya da buraya tankları sevk eden, Ankara Emniyet Müdürlüğü ile, özellikle Gölbaşı Polis Özel Harekat Merkezi’ni “gözünü kırpmaksızın” bombalayan “gözü dönmüş”, “kan dökücü” “darbeciler”in alelacele hazırlandığı anlaşılan “darbe bildirisi”ni TRT’de “okutma” girişimleri bile “akıl işi” değildi.
Üstüne üstlük, henüz “mutabakat” olmasa da, “darbe”nin 15 Temmuzun akşam üstüne doğru, saat 16.00 sularında “etkili ve yetkililer”ce “haber” alındığına ilişkin iddialar, “darbe”nin
fiilen 22.00 civarında başlamasıyla birleştirilerek, arada geçen “altı saat”i açıklayamamaktadır.
Elbette 15 Temmuz gününden günümüze kadar “medya” üzerinde ağır bir tehdit ve baskı bulunmaktadır. Böyle bir ortamda “birileri”nin bunları “sorgulaması” pek de olabilir bir şey olarak görünmemektedir. Ama öte yandan, böyle bir “sorgulama”nın pek de yaptırımı olacağı da söylenemez.
SÖYLENTİSİZ/RİVAYETSİZ
OLAN “OLAY”
“Olay”, öylesine “derin” tahliller yapılmasını, dolayısıyla da “derin” bilgilere sahip olunmasını gerektiren bir olay değildir.
“Olay”, “mutat” olarak Ağustos başında toplanacak olan Yüksek Askeri Şura’da, 180 “Fethullahçı” subayın ordudan atılacağı haberleriyle başlamıştır. Yani “TSK içindeki Fethullahçı örgütlenme” açısından Yüksek Askeri Şura toplantısı “milat” durumundadır. Ancak “mutat” Yüksek Askeri Şura’da “mutat” biçimde gerçekleşmesi pek olanaklı olmayan bu “tasfiye”nin “mutat olmayan mutatlık içinde” gerçekleştirileceği de yandaş ve yandaşlaşan “medya” üzerinden piyasaya sürülmeye başlanmıştı.
“Mutat olmayan mutat” denilen şey de, geçmişte Ergenekon ve Balyoz “tertibi”nde olduğu gibi, Yüksek Askeri Şura toplantısından önce yapılacak polis operasyonlarıyla “Fethullahçı subaylar”ın gözaltına alınması ve bu gözaltı koşullarında Yüksek Askeri Şura’da terfilerinin durdurulması ya da ihraçlarının gerçekleştirilmesidir.
Daha önce yaşandığı için, bu “tertip”, “ne oldu” sorusunun en gözde açıklaması oldu.
İşte (sözün gelişi) ne olduysa oldu, kendilerine böyle bir “tertip” düzenlendiğine inanan generaller ve diğer subaylar 15 Temmuz akşam üstü Genelkurmay Başkanlığı’nda “zuhur” ettiler. Kimilerine göre öğleden sonra 13.00’de, kimilerine göre 16.00’da bir grup silahlı “personel”le Genelkurmay Başkanlığı’nda “zuhur” eden “Fethullahçı generaller” Hulusi Akar’la “görüşme”ye başladılar. Daha sonra kuvvet komutanlarının da “dahliyle” sürdürülen “görüşme”nin
ana konusu, TSK’da yapılmak istenen tasfiyeler ve buna karşı alınabilecek önlemler olmuştur.
“Fethullahçı generaller”, Genelkurmay Başkanı’ndan (Hulusi Akar) “Balyozcular” gibi derdest edilmelerinin önlenmesini talep ederken, yapılabilecek şeyin “emir-komuta zinciri” içinde “yönetime el koyma” olduğunu “görüşme masası”na koymuşlardır. Yaklaşık altı saat süren bu “görüşme trafiği”nde “sertleşmeler” ve “restleşmeler” silahların çekilmesine, uçakların uçurulmasına doğru evrilmiştir. Birkaç F-16’nın alçaktan uçuşu ve “süpersonik patlama” sesleri çıkarması, hem görüşmelerin sertleştiğinin, hem de çıkmaza girdiğinin göstergesi olmuştur.
Recep Tayyip Erdoğan’ın “darbe”den haberdar olması da, bu altı saatlik görüşme/müzakere süresinde olmuştur. Görülen odur ki, bu altı saat boyunca Recep Tayyip Erdoğan ile Genelkurmay arasında düzenli bir iletişim sürdürülmüştür. Recep Tayyip Erdoğan’ın bu süre içinde “harekete geçmemesi” de, Genelkurmay Başkanlığı’nda süren görüşmelerin “isyankar generaller”in “ikna” edilmesiyle sonuçlanacağı beklentisidir. Yine de emri altında bulundurduğu ve kesin olarak kendisine “biat” etmiş olan Polis Özel Hareket Dairesi’ni “teyakkuz”a geçirmiştir.
Burada, olabilirliğe sahip tek “mutabakat”, Yüksek Askeri Şura’daki tasfiyelerin “sınırlandırılması” olarak ortaya çıkarken, “isyankar generaller”in “emir-komuta zinciri” içinde yönetime el konulması yönündeki taleplerinde ısrarcı oldukları görülmektedir.
Böylece herhangi bir “mutabakat” (uzlaşma) olasılığının ortadan kalkmasıyla (ve polis özel harekatçıların/PÖH “teyakkuz”da oldukları bilgisiyle) birlikte “isyankar generaller” ellerindeki güçleri harekete geçirmişlerdir.
[2*]
İlk askeri eylem, denetim altında bulundurdukları
askeri karargahlara ulaşımı kesmek (“anlamsız” gibi görünen ve gösterilen “köprüyü tek şerit üzerinden tanklarla kesmek”) ve karşı harekata girişecek
polis merkezlerinin bombalanması oldu. Böylece “ok yaydan çıkmış”, “isyan” darbeye dönüşmüştür.
Ancak “isyankar generaller”, “emir-komuta zinciri” dışında kendi başlarına ve kendi güçleriyle yönetime el koymayı planlamadıklarından (ve düşünmediklerinden), yaptıkları şeyler sınırlı kalmıştır.
“Darbe”nin fiilen başlamasının ardından Recep Tayyip Erdoğan’ı “derdest” etmek için “SAS komandoları” Marmaris’e gönderilmişse de, iş işten geçmiştir.
[3*]
İşte bu koşullarda Recep Tayyip Erdoğan, Genelkurmay’daki görüşmelerden 8 saat 25 dakika, fiilen “darbe girişimi”nin başlamasından 2 saat 25 dakika sonra “Skype” üzerinden “halkı sokağa çıkmaya” çağırdı. Saat 01.30 civarında ülkenin her yerinde camilerden Diyanet İşleri Başkanı’nın talimatıyla sala okunmaya ve “Devletimiz adına, Allah adına sokağa çıkın, vatanınıza sahip çıkın” çağrıları yapılmaya başlandı.
Böylece birkaç yıldır iç savaş hazırlıklarını sürdüren Recep Tayyip Erdoğan, ilk kez “
iç savaş birlikleri”ni sahneye sürdü.
Böylece görüldü ki, sahneye sürülen “iç savaş birlikleri”, “alperenler”, ağırlıklı olarak değişik tarikatların (İBDA-C dahil) müritleri ile lümpen nitelikli “
çarşı esnafı”ndan,
taksici ve kamyonetçilerden oluşmuştur.
[4*] Ve yine görülmüştür ki, bu kesimler Whatsapp ve SMS üzerinden AKP kurmaylarıyla bağlantı içindedirler.
Hemen belirtelim ki, bu “çarşı esnafı”, bizim gibi ülkelerin çarpık kapitalist yapısı içinde geleneksel, yani yarı-feodal denilebilecek bir toplumun “orta sınıf”ını oluşturur. Ancak yukardan aşağıya geliştirilen kapitalizmin yaratmış olduğu yeni iş konularıyla bu geleneksel “orta sınıf”, ithalata bağımlı, dolayısıyla ülkenin “dış politikası”yla ilgili bir kesimdir de. “Sokağa çıkan” bu “çarşı esnafı”nın içinde “
büfeciler” ve “
pazarcılar” önemli bir yere sahiptir. Bu kesimin lümpen özelliği de buradan kaynaklanmaktadır. Diğer yandan bu “
büfeciler” ve “
pazarcılar”, iş alanları nedeniyle doğrudan belediyelere bağımlıdırlar. Bu nedenle, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın “çağrıcılar” arasında yer alması basit bir tesadüf değildir. “Eli sopalı ve palalı” denilenler de bu kesimdir.
Taksici “esnafı” ve
kamyonetçiler, doğrudan tefeci-tüccar kesiminin gelişmesine paralel olarak çoğalmışlardır. Bu taksici ve kamyonetçilerin hiçbir işgüvencesinin olmaması ve her an işsiz kalma olasılıkları lümpenleşmelerinin birincil etkenidir.
Böylece tefeci-tüccar kesiminin siyasal egemenliğinden nemalanan “lümpenler”,
[5*] “alperenler” olarak sokağa çıkmış ve “vatanını savunan şehitler, gaziler, kahramanlar” ilan edilmiştir.
Ancak bu kesimlerin, bu sınıfsal özellikleri yanında, 14 yıllık AKP iktidarının yoğun biçimde sürdürdüğü “mağduriyet” söyleminin ideolojik etkisi altında oldukları da son olaylarda görülmüştür. AKP ve özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ın “seksen yıllık cumhuriyet” döneminde “inananların” “ağır baskılara” maruz kaldığı temelinde sürdürdükleri propagandanın bu kesimlerde
laikliğe ve laiklere karşı büyük bir
kin ve nefrete yol açmış görünmektedir. Özellikle de bu “ağır baskının” ordu tarafından ve “dinsiz subaylar” aracılığıyla yürütüldüğü demagojisiyle, bu kesimin kin ve nefreti kolayca “laikliğin bekçisi” “darbeci” ordu ve subaylara yönlendirilmiştir. Bu da, bugün sokağa egemen olan güruhun kin ve nefretinin hedefinde doğrudan doğruya laiklik ve laikler olduğunu açıkça göstermektedir.
Diğer yandan artık “devleti” mutlak olarak ele geçirdiklerine inanan bu güruh, kendilerini bir devlet gücü olarak görmektedirler. Bu da, bu kesimlere büyük bir
moral üstünlüğü sağlamıştır. Bu moral üstünlüğü de onları daha fazla
saldırgan hale getirmektedir.
Bu “iç savaş birlikleri”nin harekete geçirilmesinde ikinci bir “tipik”lik de,
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (ve elbette başkanının) 85 bin cami üzerinden oynadığı roldür. Bu rolüyle Diyanet, (Necip Fazıl Kısakürek’ın “
İdeolocya”sının ifadesiyle) “başyüce”liğe dayalı şeriat devletinin dayanağı olacağını göstermiştir. Şerif Mardin’in deyişiyle, “cumhuriyet öğretmeni köy imamına yenilmiş” görünmektedir.
Bütün bu iç savaş unsurlarının arka planında ve temelinde, “kayıtsız-şartsız” Recep Tayyip Erdoğan’a “biat” etmiş
özel hareket polisleri (PÖH kısaltmasını kullanan) bulunmaktadır. “Hendek savaşları” sırasındaki “acımasızlığı” ve “kan dökücülüğü”yle “rüştünü” ispatladığı düşünülen yaklaşık 40 bin civarındaki PÖH’çüler, “darbe girişimi” sonrasındaki asker ve subayların tutuklanmasında baş rolü oynamışlardır. Ve Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nın “derdest” edilmesinin ardından Recep Tayyip Erdoğan’ın (özel korumalarıyla birlikte) “
muhafız birliği” konumuna yükseltilmişlerdir.
PÖH, Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının “darbe korkusu” nedeniyle sürekli büyütülüp beslenen ve ağır silahlarla donatılan “iç güvenlik” temelli
hassa alaylarıdır.
[6*]
Bu hassa alayları (ve
MİT’e), 2011 yılındaki bir tebliğle ve 2013 yılında çıkartılan bir yasa ile, “iç güvenlikte kullanılmak üzere ihtiyaç duyduğu silahları ithal etme” izni verilmiştir. “Darbe girişimi” sırasında MİT’te açığa çıktığı gibi, bu “ithal izni” kapsamında
SAM füzeleri ve
doçkalar ithal edilmiştir. Bütün bunlar MİT’in ve özellikle PÖH’ün doğrudan TSK’nın “darbe girişimi”ne karşı bir güç haline getirilmesinin ve silahlandırılmasının bir parçasıdır.
Bugün 250 bin kişilik polis teşkilatı ve bunun içinde “hassa birliği” olarak örgütlenen 40 bin PÖH’çü, Jandarma Komutanlığı’nın İçişleri Bakanlığına bağlanmasıyla birlikte JÖH’çülerle birleştirilmektedir. Böylece TSK’ya karşı “alternatif” bir silahlı güç oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Bunun ne ölçüde başarılı olacağı, TSK’ya karşı gerçek bir “alternatif” olabileceği bugün için belirsizdir. Ancak PÖH’ün MHP’li faşistlerden oluşturulduğu gözönüne alınırsa, bu oluşumun milliyetçi-faşistler ile şeriatçı-faşistlerin bir karması olacağını bugünden söyleyebiliriz.
Bu “hassa birlikleri”nin vurucu güç olarak kullanılacağı mutlaktır. Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş örgütlenmesinin asli unsuru oldukları da kesindir. Ama bu tür “özel” askeri örgütlenmelerin düzenli ordunun yerini alamayacağı da kesindir. 15 Temmuz “darbe girişimi”nde Ankara/Gölbaşı’nda bulunan PÖH merkezinin bombalanmasında görüldüğü gibi, asker ile PÖH arasındaki çatışkı ve çelişki bu iç savaş gücünün de sınırlarını göstermektedir.
YAŞANILAN “AN”DA
NE OLUYOR?
Türkiye toplumu, özellikle de küçük-burjuva aydın kesim, 12 Eylül askeri darbesinden günümüze kadar geçen süreçte sadece “
an”
ı yaşamakla yetinmiştir. Doğal olarak “an”ı yaşamakla yetinen bir toplum ya da toplumsal kesim, giderek dün ile yarın arasında hiçbir bağlantı kurmayan, kuramayan bir “kütle” haline dönüşmüştür. Bu nedenle de televizyonlarda “anbean” kaydedilmiş görüntüler, “an” olarak sunulan haberler revaçtadır. Bu da “anbean” değişen borsa endeksleri ve döviz kurlarıyla tamamlanmaktadır.
Böylesine “an”ı yaşayan bir toplumda, doğal ve kaçınılmaz olarak “an”a ilişkin her türden bilgi ve haber “ilgi” ve “merak” konusu haline dönüşür. “Darbe girişimi” sonrasında yandaş ve yandaşlaşan “medya”ya servis edilen haberler, bilgiler ve hatta belgeler, toplumun bu “an”cılığını tatmin etmeye yöneliktir. Bu da her türden manipülasyonun kolayca yapılabilinmesini sağlamaktadır.
Dünü ve yarını olmayan “an”a ilişkin sunulanlar, her zaman “dün”e ilişkindir. “Şu an” diye sunulan her şey, “dün”de olanların “ilgi” ve “merak” uyandıracak biçimde sunulmasından ibarettir. Televizyonların “canlı yayınları” da bu “an”cılığın sonucu olarak alabildiğine kullanılır hale getirilmiştir.
Bu toplumsal yapıda en çok “merak” edilen “yaşanılan an”da neler olduğudur.
“Darbe”, “darbe girişimi”, “isyan”, “başkaldırı” vs. sözcüklerinin arasında 15 Temmuz belirsiz ve niteliksiz hale getirildiği gibi, “yaşanılan an”da neler olduğu da bilgi/haber parçacıklarıyla anlaşılmaz ve bilinemez hale getirilmektedir.
Ortada “allahın lütfu” olarak görülen bir “darbe girişimi” vardır. Bu “allahın lütfu”, Recep Tayyip Erdoğan’ın “başkan” olma hırsının “yasal” ya da “anayasal” hale getirilmesi için bir “fırsat” olarak kabul edilmektedir. Diğer yandan, “tek adam” iktidarına karşı olan her türlü muhalefetin sindirilmesi ve (ideal olan) yok edilmesi için “uygun ortam”ın oluştuğu düşünülmektedir. Böylece “fethullahçılar”la başlayan gözaltı ve tutuklama dalgasının, giderek her türlü muhalefeti kapsayacak biçimde genişleyeceği söylenebilir.
Recep Tayyip Erdoğan ve şürekası için emellerine ulaşmak için bulunmaz bir “fırsat”tır. Diğer ve popüler ifadeyle, “
kriz, yeni fırsatlar yaratır”.
[7*] Bugün ortaya çıkan siyasal kriz, Recep Tayyip Erdoğan’ın “dava”sına uygun biçimde devletin yeniden yapılandırılması için “fırsat” olarak görülmektedir. Dolayısıyla da, “yaşanılan an”da olanlar ve yapılanlar krizi fırsata çevirmeye yönelik olmaktadır. Bu da neo-liberal bakış açısından “kriz yönetimi” olarak tanımlanır.
Yaşanılan “an”da “olan”, “insan hakları sözleşmesi”nin askıya alındığı “Olağanüstü Hal” (OHAL) koşullarında,“demokrasi nöbeti” tutan “siviller”in eşliğinde PÖH’ün “önceden hazırlanmış listeler”e göre gerçekleştirilen gözaltılar, tutuklamalar ve işten atmalar olarak ortaya çıkmaktadır. “Kamu”da çalışan yaklaşık (ki “günbegün” sayı artmaktadır) 66 bin kişi görevden alındı, 10 bin kişi resmen tutuklandı. OHAL kararnamesinin Resmi Gazete’de yayımlanmasıyla birlikte “fethullahçı” 15 üniversite ve 1.043 özel okul kapatıldı. Milli Eğitim Bakanlığı’nda 15.200 kişi “açığa” alındı, 21.000 öğretmenin “lisansı” iptal edildi. İkinci OHAL “kararnamesi” ile “fethullahçı” 45 gazete, 16 televizyon, 16 dergi, 3 haber ajansı ve 23 radyo kapatıldı ve buralarda çalışan ya da yazan 42 “fethullahçı” gazeteci ve yazar hakkında gözaltı kararı çıkartıldı. “Bir günlük” YAŞ (Yüksek Askeri Şura) öncesinde, “darbeci” 149 general, 1.099 subay, 436 astsubay ordudan atıldı.
Özcesi, Türkiye tarihinde görülmemiş bir tasfiye hareketi ülke çapında yürütülmektedir. TSK (ordu) sözcüğün tam anlamıyla felç olmuştur. Kamu faaliyetleri yürütülemez hale gelmiştir. “Sokaktaki siviller”, her yerde terör estirmektedirler. Yapılanlara ilişkin aykırı her eleştiri, fiili saldırılarla tehdit edilmektedir.
Bütün bunların yanında çıkartılan ikinci OHAL kararnamesi ile, “darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında karar alan ve tedbirleri icra eden; OHAL süresince yayımlanan KHK’lar kapsamında karar alan ve görevleri yerine getiren kişilerin, bu karar, görev ve fiilleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu olmayacağı” hükmü getirilmiştir. Böylece
mevcut yasalar bir yana itilmiş ve mevcut yasallık içinde ilan edilen OHAL üzerinden, mevcut yasallıkla hiçbir ilişkisi olmayan, her türlü işkenceye, tutuklamaya, elkoymaya izin veren “
karşı-darbe hukuku” oluşturulmuştur.
“Yaşanılan an”da tüm olanlar, tümüyle bu “karşı-darbe hukuku”yla olmaktadır.
Görünüşte mevcut düzenin meşruiyetini sağladığı kabul edilen bir parlamento ve (bir türlü değiştirilemeyen) meşru bir anayasa vardır. Ama “karşı-darbe hukuku” tüm bunların meşruiyetinin üstünde bir “olağanüstü hal hukuku” olarak karşı çıkışsız, direnişsiz egemenlik kurmuştur. “Darbe”ye maruz kalanların “darbecilere karşı”
her türlü önlemi almaları ve yaptırım uygulamaları, hiçbir dirençle karşılaşmaksızın
meşruiyet kazanmıştır.
Kısacası, bugüne kadar varlığını sürdüren ve anayasada yazılı olan
mevcut yasallık resmen ve fiilen
ortadan kalkmıştır.
Bu ortamda ve bu koşullarda, “eski” yasallık varmışcasına, mevcut kurumların ve uygulamaların meşru olduğunu söylemek ya da kabul etmek insanlığa, demokrasiye, evrensel hukuka, tarihe ve ülkeye
ihanetten başka bir şey değildir. “Ülkenin güvenliği ve bütünlüğü” ve “fethullahçı tehlikeyi bertaraf etme” adına haklı göstermeye çalışan
siyasal oportünizm bu ihanete meşruiyet kazandırmaktadır.
Evrensel olarak, bir ülkede mevcut yasallık ortadan kaldırılmışsa ( ki tüm askeri darbelerde böyle olmuştur),
buna karşı direnmek ve savaşmak meşrudur ve haklıdır.
[8*]
Bugün “olan”,
sokakta egemenlik kurmuş lümpen-sivil zorbalarla mevcut anayasanın askıya alındığı bir polis darbesidir.
Bu polis darbesinin herhangi bir askeri darbeden
tek farkı, silahlı gücün asker değil, polis olmasıdır. Recep Tayyip Erdoğan’ın, bugün OHAL’le ortadan kaldırılmış eski anayasayla
seçilmiş olması bu gerçeğin üstünü örtmektedir. Toplumsal muhalefet, özellikle de “sol”, bu görüntü ile “fethullahçı darbe” arasına sıkışmıştır. “Her türlü darbeye karşı” olmayı siyaset sananlar, bugünkü polis darbesini askeri darbeyle karşılaştırarak kendilerince siyasal bir sonuç üretmeye çabalamaktadırlar. Diğer yandan da, “ne olur, ne olmaz” diyerek kendilerini “güvenceye” almaya çalışmaktadırlar.
Bir zamanlar askeri darbe koşullarında “illegaliteye” (“sırra kadem basmak”) geçmek için Nazım Hikmet’in “salkım söğüt” şiirinin okunmasını bekleyenler için bugün bu şiirin okunacağı bir “radyo” da mevcut değildir. İllegal örgütlenmeye sahip olmayanlar, gizli çalışmayı küçümseyenler ve özellikle gayrı-meşru bir iktidara karşı silahlı mücadele verilmesine bile karşı çıkanlar, ellerindeki birkaç ilişki ve “pasaport şebekesi”yle orta yerde kalmışlardır.
Bugün, toplumsal muhalefetin hiçbir kesiminden, özellikle de “sol”dan, OHAL’a ve OHAL’la oluşturulmuş gayrı-meşru hukuka karşı mücadele çağrısı gelmemektedir. Hemen herkes Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının “fethullahçılara karşı” seferberliğinin ne yöne evrileceğini kestirmeye çalışmaktadırlar. Bu da sokakların lümpen çetelerin terörüne terk edilmesine yol açmaktadır.
NE OLACAK?
“Ne oldu” ve “ne oluyor” soruları belli bir kurgu içinde ele alındığında, “ne olacak” sorusu, “komplo teorileri” ile “senaryolar” arasına sıkıştırılır. Böylece de kurguya bağlı olarak (olgusal montajlama) her türlü spekülasyonun önü açılır. Spekülasyonlar da, herhangi birinin herhangi bir yerde öylesine aklınageliveren “olası”lıklarla birlikte varolur. Bu nedenle de yarına, geleceğe ilişkin demagojilerin ve münipülasyonların önünü açar. Bu andan itibaren de, spekülasyonlara inanıp-inanmamak (bir kez daha) “iman” konusu haline dönüşür.
Gerçeklikte ise, olmuş-olanlar ile yaşanılan “an”da olanlar gelecek günlerde neler olacağının nicelikleridir. Diğer bir ifadeyle, gelecek, bugüne kadar yaşanılanların oluşturduğu niceliğin niteliğe dönüşmüş halidir. Hamasetçi siyaset diliyle söylersek, “yapılanlar yapılacak olanların teminatıdır”.
Olmuş-olanlardan ve içinde bulunulan zaman diliminde yaşanılanlardan yola çıkıldığında şu gerçeklerle karşılaşırız:
Her şeyden önce TSK, tarihinde görülmemiş boyutta bir tasfiyeye maruz kaldığı gibi, tarihte görülmedik bir biçimde “itibar” kaybına uğramıştır. Tasfiye ve itibar kaybı (ve elbette bunların getirdiği büyük bir moral çöküntüsü), “NATO’nun ikinci, dünyanın dördüncü büyük ordusu”nu çökertmiştir. Bu ordunun, bu koşullar altında, “dış politika”nın bir aracı olarak kullanılması, “caydırıcı bir güç” olması olanaksız görünmektedir. Diğer yandan, 1971 yılından günümüze kadar değişik tasfiyelerle mutlak bir
iç savaş ordusuna dönüştürülmüş olan TSK, bu ortamda bu işlevini de yerine getirecek bir güç olmaktan çıkmıştır. Savaş gücü ise (bir kez daha yineleyelim büyük bir moralsizlik içinde) büyük ölçüde yitirilmiştir. Sadece hava kuvvetlerinde yapılan “temizlik” sonucunda savaş uçakları için bile yeterli “personel” bulunmamaktadır.
Askeri okulların kapatılması, askeri personelin (subaylar) yetiştirilmesinin tümüyle “siviller”e verilmesi, resmen TSK’nın tasfiye edilmesi demektir. TSK bu yolla tasfiye edilirken, yerine geçecek olan “yeni ordu” (Nizam-ı Cedid, daha çok da Sekban-ı Cedid türünden bir ordu) henüz empriyon halinde bile değildir. Ellerindeki tek şey, polis teşkilatı ve polis okullarıdır. Buralardaki eğitmenlerle “yeni ordu” kurulmaya çalışılması,
gerçekte TSK’nın yerine polisin, “polis ordusu”nun geçirilmesinden ibarettir. Böyle bir “polis ordusu”, hiçbir koşulda gerçek bir düzenli ordunun yerini alamaz. Bu nedenle, “yeni ordu”, sadece bir iç savaş gücü olarak varolbilir.
Bunun anlamı, Türkiye’nin TSK aracılığıyla Ortadoğu’da, özellikle de sınır bölgelerinde yürüttüğü
gözdağı ve tehdit politikasının iflas ettiğidir. Bu nedenle de, zaten iflas etmiş olan “yeni-osmanlı”cı dış politikanın sürdürülebilirliği de kalmamıştır. Recep Tayyip Erdoğan Türkiyesi’nin kendi sınırlarını bile koruyabilmesi olanaksızdır. Bu durumda ve bu koşullarda, Suriye ve Irak’taki olası gelişmelerin (özellikle Suriye’nin kuzeyinde “özerk Kürt bölgesi”nin oluşturulması ve
Musul harekatı) fiilen dışına itilmiştir. Böylece bu alanlarda “ayak sürten” ve yer yer “sorun çıkartan” (Suriye ve Irak pazarından pay isteyen) Türkiye, TSK tasfiyeleriyle (en azından bir süreliğine) sorun olmaktan çıkmıştır.
İkinci olarak, bugün sokağa egemen olan lümpen esnaf vs. kesimi (“gerekli görüldüğünde”) istenilen hedeflere kolayca yönlendirilebilecek bir güruh oluşturmaktadır. Laikliğe ve laiklere karşı kin ve nefretle doldurulmuş olan bu kesimin yapabileceklerinin sınırı yoktur. “Esedullah timi” türü yapılanmaya sahip olan PÖH’cülerin etkin olduğu bu kesimlerin “islamcılık” ve “türkçülük” üzerinden harekete geçirilmesi büyük olasılıktır. “Sokağın” Recep Tayyip Erdoğan tarafından “mutlak biçimde” kontrol edildiğini düşünmek de, “zamanı gelince” onları durduracağını sanmak da aptallıktan öte, teslimiyetçiliğe ve hatta katliamlara kapıyı aralamaktır.
Üçüncü olarak, yakın dönemde Gezi Direnişi türünden bir kitlesel hareketin “
eski tarzda” varolabilmesi olanaksızdır. “Taş atma”yı “şiddet” olarak gören “Gezi direnişçileri”, şimdi kin ve nefretle dolu lümpen şeriatçı-faşist bir güruhla karşı karşıyadırlar. Recep Tayyip Erdoğan’ın “evlerinde zorla tutuyoruz” dediği “%50” artık sokağa egemendir ve her türlü karşıtlığa ve muhalefete saldırmaya hazır durumdadır. Bu da, bir
iç savaşı göze almaksızın ve
iç savaşa göre hazırlanmaksızın toplumsal muhalefetin yapılamayacağı demektir. (Üstelik AKP’nin “%50”sinin yanında MHP’nin %15’i de iç savaşın kitlesel gücü haline gelmiştir.)
Dördüncü olarak, parlamenter sistem, güçler ayrılığı ve hukuk devleti fiilen son bulmuştur. Bunların savunucusu konumundaki CHP, “eski tarzda” ve 70’li yılların başlarında geçerli olan politikanın (parlamentoyu “açık tutmak”) ötesine geçemeyecektir. Lümpen çetelerin sokaktaki teröründen kendi kitlesini bile koruyabilecek durumda değildir.
Beşinci olarak, çökmüş ve tahrip olmuş TSK’nın bu haliyle (belli bir süre) “yeni bir darbe”ye kalkışması beklenemez. Dolayısıyla Recep Tayyip Erdoğan’dan “laik darbe”yle kurtarılmayı bekleyenler, hayal kırıklığının ötesinde, tam olarak sindirilmiş olacaklardır.
İşte bu “ahval ve şerait içinde”, “fethullahçı terör örgütü”ne yönelik operasyonlar belli bir boyuta ulaştığında tüm toplumsal muhalefet Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş güçlerinin
hedefi haline gelecektir. Bu, kimi yerde “alevilere”, kimi yerde “Kürtlere”, kimi yerde “laiklere”, “aydınlara” (“Bizi okumuşların şerrinden korumak” için) yönelik
tehdit, taciz ve yer yer
fiili saldırılar demektir.
Bugün için Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının “fethullahçılar”ın dışındaki kesimlere yönelmemeleri, basit bir “hedef küçültme” olayı değil, düşmanlarını sırayla yok etme stratejisinin bir taktiğidir.
Herkes Nazi dönemine ilişkin rahip Martin Niemöller’in sözlerini
[9*] ezbere bildikleri gibi, gün be gün “
susma, sustukça sıra sana gelecek” sloganını atmışlardır. Ama birincisi ezberden, ikincisi basit bir ajitasyon sloganından öte bir değer ve anlam taşımamıştır. Bugün bu sözleri yinelemek, bu sloganları anımsatmak boşa kürek çekmek demektir.
Örgütlenmemiş ve silahlanmamış kitleler, basit tekrarlarla, yalın sloganlarla mücadeleye girişemezler. Hele ki, karşılarında “dişine kan değmiş” PÖH’çüler ve sokağa egemen olmuş lümpenler ortalıkta salınırken, kitleleri sloganlarla direnmeye çağırmak hayalle avunmak demektir.
Altıncı olarak, geniş anlamda “burjuva yasallığı”, dar anlamda mevcut düzenin 12 Eylül’den sonra oluşturduğu kendi yasallığı, bizatihi Recep Tayyip Erdoğan ve şürekası tarafından ortadan kaldırılmıştır. Artık Türkiye’de (anti-demokratik de olsa) anayasal bir meşruiyet mevcut değildir. Meclisin “açık” olması ve düzen içi muhalefet partilerinin ortalıkta bulunması yitirilmiş meşruiyeti gerçeklik haline getirmez. Görüntüsel olarak “eski” (1982) anayasasına dayanılarak yürütülen iktidar icraatları, doğrudan bu iktidarın zora, şiddete ve silaha başvurması sonucu gayrı-meşru hale gelmiştir. Bu da, silahlı savaşın nesnel koşullarının mevcudiyeti demektir. Gayrı-meşru bir iktidarın zoruna, şiddetine karşı direnmek ve savaşmak her zamankinden çok daha fazla meşru ve haklıdır.
[10*]
Gayrı-meşrulaşmış ve hiçbir biçimde ceza almayacağı garantisi verilmiş olan “sokaktaki adam” aracılığıyla her türlü zoru, şiddeti kullanan bu iktidar koşullarında 2019 seçimlerini beklemek, dahası 2019 seçimlerinde iktidarın değiştirilebileceğini sanmak, ezilmiş, sindirilmiş ve yer yer katliamlara uğramış halk kitlelerinin bozgunu üzerinden “zafer” kazanmayı hayal eklem demektir.
Yedinci olarak, bugün halk kitlelerine, özellikle de “sol”da legalistlerin saflarında yer alanlara gerçekler tümüyle ve tüm yönleriyle ortaya konulmalıdır. “Sol”un tümüyle legalize olduğu, dolayısıyla “devlet” tarafından “listelendiği” koşullarda, legalistlerin ve oportünistlerin “örgütlenmek”ten söz etmelerinin nasıl bir aldatmaca olduğu gösterilmelidir.
Bugün, solda yer alan, (demokratik ya da sosyalist) devrimden söz eden ve hatta bunun için mücadele ettiğine inanan herkes mevcut iktidarın gayrı-meşru olduğunu ve iktidarda kalabilmek için zora, şiddete başvurduğunu görmek ve anlamak zorundadır. Bu ortamda, örgütlenmenin
illegal, gizli ve silahlı bir örgütlenme olması gerektiğinin bilincine ulaşmalıdırlar. Olağanüstü boyutta legalize olmuş bir solun (en azından bir bölümünün) böyle bir örgütlenmeye kolayca ve kısa sürede geçebileceğini düşünmek de budalalıktır. Onlarca yıldır illegal örgütlenmeler küçümsenmiş ve aşağılanmıştır. Silahlı mücadele, ya basit bir propaganda söylemi olarak kullanılmış ya da “terörizm” olarak suçlanmıştır.
Bu geçmiş ve bu geçmişin yarattığı “zihniyet”in birden ortadan kalkıvermesi, ne üzücüdür ki, olanaksızdır. Bu “zihniyet” uzun yıllar içinde yerleşmiş ve kökleşmiştir. “Soyut bir gelecek için somut bugünden vazgeçmeyen” yeni kuşaklar yaratılmıştır. Legalist sol, bu yeni kuşaklara “uygun” söylemler ve politikalar uyarlayarak kendi varlığını sürdürmeye çalışmıştır. Ama şimdi, her türlü “burjuva yasallığı”nın ortadan kaldırıldığı ve
silahlanmaktan ve savaşmaktan başka yolun kalmadığı bir sürece girilmiştir.
Bugüne kadar hiçbir devrim stratejisine sahip olmayanların, birden “titreyip” silaha sarılacaklarını, legal örgütlerinin illegal ve gizli örgütlenmeye dönüşeceğini beklemek, her yönden iç savaşa göre hazırlanmış ve örgütlenmiş bir şeriatçı-faşist tehlike karşısında insanları ve kitleleri aldatmaktan, onları kendi cellatlarının insafına terk etmekten başka bir anlama sahip değildir.
Bugün solda yer alanlar, legalize olmanın ötesinde, her türlü silahlı eylem ve mücadele deneyimine (sözel olarak bile) hiç sahip değillerdir. Alabildiğine “bilinir” olan insanlarla gizli ve illegal bir örgütlenme gerçekleştirmek neredeyse olanaksızdır. Herkesin herşeyi bildiği ve bu “bilme”yi “demokratik örgütlenme” sanan insanların, herkesin herşeyi bilmediği bir yapıya dönüştürülmesi ya da dönüştürülebilir olduğunun sanılması anlamsız bir safdilliktir.
Bu koşullarda, illegal, gizli ve silahlı örgütlenme, “sol” kitlenin örgütlenmesi değil, tekil bireylerin örgütlenmesi olacaktır. Sözcüğün tam anlamıyla, öncü savaşçı bir örgütlenmeye gidilmek zorundadır. Bu örgütlenmenin yürütmek durumunda olduğu tek savaş da,
öncü savaşı olacaktır.
Hiç kuşkusuz, şeriatçı-faşist karşı devrimin baskın olduğu, büyük bir moral üstünlüğe ve devlet olanaklarına sahip olduğu koşullarda örgütlenmeye çalışmak hiç de kolay değildir. Legalizmin içselleştirilmesi kadar, “demokratik zihniyet”ler de bu örgütlenme çalışmasını engelleyen unsurlardır.
İllegal, gizli ve silahlı bir örgütlenme gerçekleştirilmeksizin OHAL koşullarında ve OHAL’a karşı “direnmek”ten söz edilemez.
İlerici, demokrat, yurtsever insanlar bugün sokağa çıkmaktan korkmaktadırlar. Bir kez daha yineleyelim: En basit ve sıradan bir siyasal eleştiriye bile tahammül etmeyen bir güruh sokaklara egemendir. Her türlü yasallık ortadan kaldırılmıştır. Hiç kimsenin canı, malı, özel yaşamı hiçbir güvenceye sahip değildir. Farklı dinsel inançlar ve mezhepler, farklı etnik kökenliler bu lümpen-faşist çetelerin terörüyle karşı karşıyadırlar. Her an ve herhangi bir yerde bu “farklı” kesimlere yönelik saldırılara ve katliamlara girişilmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Bu saldırılar ve katliamlar karşısında bu kitlelerin korunması, ancak yeterli ve güçlü bir silahlı örgütlenmeyle olanaklıdır. Doğal olarak, böyle bir örgütlenme mevcut değilken, kitlelerin “korunması”ndan söz etmek, hatta kitleleri “direnmeye” çağırmak, kitle katliamına davetiye çıkarmakla özdeştir.
Kitlelere gerçekler tümüyle ve tam olarak söylenmelidir: Evet, bugün sokağa egemen olan lümpen şeriatçı-faşist güçler her an saldırmaya ve katliama girişmeye hazırdırlar. Bu katliamların hedef kitleleri de herkesçe bilinmektedir. Böylesi bir saldırı ve katliam karşısında (Maraş vb. olaylarda olduğu gibi) “sığınılacak” meşru bir devlet kurumu da mevcut değildir. “Peygamber ocağı” denilen orduya zorunlu askerlik yasası nedeniyle gitmiş erlere yapılanlar herkesin gözleri önünde gerçekleşmiştir. Burada hukuk, meşru devlet güçleri vs. olmadığı gibi, vicdan, insaf vb. de yoktur. Bu ölümcül bir kin ve nefrettir. Bunun karşısında kentsel yapı içinde tekil aileler olarak dağılmış kitleleri korumak maddi olarak olanaksızdır. Birkaç eski tarzda gecekondu semtinde kısmen “barikat”lar vb. aracılığıyla “direnmek” ya da saldırıları püskürtmek olanaklı görünüyor olsa da, saldırganların bir “devlet gücü” haline dönüştürülmüş olması bu olanağı da ortadan kaldırmaktadır.
Bu koşullarda, saldırı ve katliam girişimlerine karşı kitlelerin yapabileceği tek şey, bulabildikleri her türlü direnme ve savaş aracını yanlarına alarak kırsal alanlara çekilmektir.
Ne üzücüdür ki, kırsal alanlara çekilecek kitleleri örgütleyecek, eğitecek ve silahlandıracak bir silahlı öncü güç mevcut değildir. Bu nedenle, kırsal alanlara çekilecek kitleler, kendi olanakları ve becerileriyle kendilerini örgütlemek ve ayakta kalmak zorundadırlar. Kentlerde saldırı ve katliamlarla yok edilmektense, geniş kırsal alanlarda, dağlarda barınak sağlamak, en azından bu barınakları sağlarken yaşamları yitirmek çok daha az kayba yol açacaktır.
Şunu belirtelim ki, burada ortaya koyduğumuz “olacak olan”lar, olabileceklerin sadece belirgin olanlarını kapsamaktadır. Yaşanılan “kriz” ortamında beklenmedik pek çok gelişme, olay vb. ortaya çıkabilecektir. Buraya kadar örgütlülükten, örgütlü mücadeleden söz ettik. Bilmek zorundayız ki, “barışçıl dönemlerde” herşeye boyun eğen, seslerini çıkartmayan kitleler, “yukardakiler” tarafından “bağımsız tarihsel bir eyleme” doğru itilebilirler. Bu da, eğer “düşürülmez”se, hiçbir zaman “düşmeyecek olan iktidarı tamamen (ya da kısmen) yıkacak güçte bir kitlesel devrimci eyleme yöneltebilir.
[11*]
Bitirirken, son olarak Lenin’in “
Nereden Başlamalı?”daki şu sözlerini aktaracağız. Bu sözler, böylesi koşullarda hepimize kılavuz olmalıdır:
“Son olarak, doğabilecek olası bir yanlış anlamayı önlemek için birkaç söz daha edelim. Durmadan sistemli ve planlı hazırlıktan söz ettik; ama asla, otokrasinin ancak düzenli bir kuşatmayla ya da örgütlü bir saldırıyla yıkılabileceğini söylemek istemiyoruz. Böyle bir görüş, hem saçma, hem de doktriner bir görüş olur. Tam tersine, otokrasinin, kendisini sürekli olarak tehdit eden kendiliğinden patlamaların ya da önceden görülemeyen siyasi karışıklıkların etkisi sonucu çökmesi son derece olanaklıdır ve böyle bir olasılık tarihsel olarak çok daha fazladır. Ama maceracı kumarlardan sakınmak niyetinde olan hiçbir siyasi parti, faaliyetlerini, böyle patlamaları ve karışıklıkları beklemeye dayandıramaz. Biz kendi yolumuzda ilerlemeli ve düzenli çalışmamızı sebatla sürdürmeliyiz. Beklenmedik olaylara ne kadar az bel bağlarsak, herhangi bir ‘tarihi dönemeç’ karşısında hazırlıksız yakalanmamız da o kadar imkansızlaşır.”
Dipnot
[1*] Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsöz’ünde “ideolojileri”, “sınıf egemenliğinin yalanlaşmış-yalanlaştıran, arkadan gelen doğrulamaları” olarak tanımlar. Yine Alman İdeolojisi’nde, “İnsanlar ve sahip oldukları ilişkiler tüm ideolojilerinde sanki camera obscura’daymış gibi başaşağı çevrilmiş bir biçimde görülür” demektedir.
[2*] Son yapılan açıklamada (27 Temmuz) “darbe girişimi”ne katılan teçhizat ve askeri personel sayısı şöyle verilmektedir:
–24’ü savaş (“muharip”) uçağı olmak üzere 35 uçak;
– 8’i taarruz helikopteri olmak üzere 37 helikopter;
– 74’ü tank olmak üzere 246 zırhlı araç;
– 3 gemi;
– 3992 adet hafif silah.
Aynı açıklamada, “asker elbisesi taşıyan illegal çete mensubu hain teröristlerin (FETÖ) sayısı”, 1.676’sı erbaş/er ve 1.214’ü askeri öğrenci olmak üzere 8.651 olarak verilmektedir.
[3*] Burada hemen belirtelim ki, Marmaris’e gönderilen “SAS komandoları” üzerine “medya”da yazılıp-çizilenler, bu birliklerin “elit birlikler” olduğunun ötesine geçmemiştir. Bir “eski” SAS “binbaşı”sının beyanlarına dayandırılarak, bu “elit birlikler”in “teçhizatlı olarak günde 40 kilometre” yol yapabilecek şekilde “eğitildikleri”, “hiçbir dış yardım almaksızın aylarca arazide kalabildikleri”, tam bir “savaş makinesi” oldukları magazinsel haber haline getirilmiştir. Sonuçta, “standart” TSK eğitiminden geçmiş bu “elit birlik” mensupları, “darbe”nin başarısız olduğunu öğrendiklerinde tüm teçhizatlarını araziye bırakarak “ortadan kaybolmuş”lardır. Böylece “devlet”ten aldıkları meşruiyeti ve saldırganlığını “araziye bırakan” SAS komandoları birkaç gün arayla “saç-baş dağınık, perişan” bir halde orada-burada teker teker ele geçirilmişlerdir. Bu da “devlet” kavramının, en sıradan insanlara bile saldırganlık için nasıl meşruiyet sağladığının ve bunun ortadan kalkmasıyla yeniden sıradan insan durumuna döndüklerinin açık göstergesidir.
[4*] Yaklaşık iki yıl önce, Kasım 2014’de Recep Tayyip Erdoğan şunları söylüyordu: “Esnaf sanatkar gerektiğinde askerdir, alperendir. Gerektiğinde cephede vatanını savunan şehittir, gazidir, kahramandır. Gerektiğinde asayişi tesis eden polistir. Gerektiğinde adaleti sağlayan hakimdir, hakemdir. Gerektiğinde de şefkatli bir ağabeydir, kardeştir. Taksici, şoför deyip geçemezsiniz. Mahallenin ağabeyidir, mahallenin bekçisidir. Bakkal, kasap, manav, terzi deyip geçemezsiniz. O mahallenin adeta ruhudur. Sokağımızın, semtimizin vicdanıdır. Çok açık söylüyorum; esnafı çıkarıp aldığınızda Türkiye tarihinde geriye hiçbir şey kalmaz”.
[5*] Marks, 18 Brumaire’de şunları yazmaktadır:
“Bonaparte, daima 10 Aralık derneğine bağlı kişilerle birlikteydi. Bu dernek, 1849’da kurulmuştu. Bir yardımsever dernek kurmak bahanesi ile Paris lümpen-proletaryası gizli kollar halinde örgütlendirilmişti, derneğin kendisi bonapartçı bir general tarafından yöneltilmek üzere, herbir kolun başına bonapartçı ajanlar konulmuştu. Geçimlerinin ve hatta kökenlerinin nereden geldiği şüpheli, yıkıma uğramış ‘kibar düşkünler’ yanında, burjuvazinin kokuşmuş serüvencileri ve döküntüleri yanında, bu dernekte, başıboş serseriler, yol verilmiş askerler, zindandan çıkmış forsalar, sürgün kaçkını kürek mahkumları, hırsızlar, şarlatanlar, lazzaroniler, yankesiciler, gözden sürmeyi çeken hokkabazlar, kumarbazlar, pezevenkler, genelev işletenler, hamallar, işsiz yazarlar, org çalıcıları, paçavracılar, bileyciler, kalaycılar, dilenciler, kısacası, Fransızların ‘bohéme’ dedikleri bu ne olduğu belirsiz, çürümüş, kararsız tüm yığın vardı.
... Ordunun kendisi bile, artık köylü gençliğin çiçeği değil, kır lümpen-proletaryasının bataklık çiçeğidir. Ordunun büyük bölümü, tıpkı İkinci Bonaparte’ın Napoléon’un yerini alması, onun yerine geçmesi gibi, başkalarının yerine bedel karşılığında asker olanlardan, başkalarının yerini alanlardan oluşuyor.”
[6*] Hassa birliği ya da hassa ordusu, 1826’da yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye’nin sarayı ve padişahı korumak için ayrılmış birimlerine verilen bir addır.
[7*] André Gunder Frank, on yıllar öncesinde şunları söylemektedir: “Bunalım (kriz), son demek değildir. Tersine, bunalım, yeniden uyum sağlama imkanları aranarak son’un önlenmekte olduğu zaman dilimidir; ancak eğer bu yeniden uyum sağlama denemeleri başarısızlığa uğrarsa, son kaçınılmaz olur. Concise Oxford English Dictionary şu tanımı veriyor: “Bunalım: Dönüm noktası, özellikle hastalık sırasında. Politikada tehlike ya da belirsizlik noktası, vb. örneğin hükümet bunalımı, mali bunalım. Yunanca krisis’ten: karar.” Yani bunalım, hasta bir toplumsal, ekonomik veya politik organizmanın süregelen eski tarzda yaşayamaz hale geldiği ve ölüm başucunda beklerken, kendisine yeni bir yaşama şansı verecek değişiklikler geçirmek zorunda bulunduğu zaman dilimidir. Bu yüzden, bunalım dönemi, bir tehlike ve belirsizlik noktası,; sistemin gelecekteki gelişimini (eğer böyle bir gelişim olacaksa tabii) belirleyecek ana kararların alındığı temel değişimlerin gerçekleştirildiği bir uğraktır.” (“Dünya Sistemi Bunalımda”, Dünya Ekonomisi, Bunalım ve Siyasal Yapılar, s. 145.)
Bu “bunalım” (“kriz”) yaklaşımı, 1980 sonrasında neo-liberal kesimlerin “kriz fırsatçılığı”nın, daha da önemlisi buna “iman” etmenin temeli olmuştur.
[8*] Che Guevara, Gerilla Savaşı:Bir Yöntem yazısında şöyle yazmaktadır: “... bu yasallık, kitlelerin zorlamasını durdurmak için kendi yaratıcıları tarafından çiğnenmek zorundadır. Hiç şüphesiz, her zorba, yasanın utanmazca çiğnenmesi, üstelik bunun onayı için sonradan yasa çıkarılması, halk güçlerini daha büyük bir gerilime itmektedir. Bu yüzden, oligarşik dikta, cephesel bir çatışma olmadan, anayasa gerçekliğini değiştirmek ve proletaryayı daha da boğmak için eski yasa hükümlerinden yararlanmaya çalışmaktadır.”
[9*] Yine de rahip Niemöller’in sözlerini anımsatalım: “Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim. Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim. Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”
[10*] Bu gerçek, daha “darbe girişimi”nden birkaç gün önce “müzmin muhalif” ve düzen yanlısı Tarhan Erdem tarafından şu cümlelerle ifade edilmiştir:
“Evet, Sayın Erdoğan seçilmiş bir cumhurbaşkanıdır. Ancak seçildiği an, Anayasa’nın açık hükümlerini çiğnemiş, sonra gelişen siyasal olayları yozlaştırmış, sonraki seçimlerde seçim kanunlarının ilkelerini bertaraf etmiş, memleketini demokratik seçimlerden de mahrum bırakmıştır.
7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri bana göre, yasal ilkelere uyulmadan yapılmış, sonuçlarının yasal kurullarca irdelenmesi engellenmiş seçimlerdir.
Bunlar meşru seçim değildir, bugünkü fiili durum ve yürütülen anlayış sürdükçe yapılacak hiçbir seçim de, “eşit seçim” olmayacaktır.
Yurttaş olarak hiçbir şey değişmeden “seçim sonucu” olarak açıklanacak gayri meşru ilanları tanımayacağımı açıkça beyan ediyorum.
Seçim denilecek oyunda ne oy veririm, ne de sonuçlarına saygı gösteririm.” (T24, 8 Temmuz 2016.)
[11*] Bkz. Lenin’in milli kriz tahlili.