9 Haziran 2014’de Musul’daki Irak askeri güçlerinin kenti terk etmesiyle birlikte “yepyeni” bir “fenomen”/vaka ortaya çıktı: IŞİD/Irak-Şam İslam Devleti/
Dewleta Îslamî li Iraq û Şamê (DAÎŞ).
Irak askeri güçlerinin çekilmesinin ardından IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi, 2003 yılında başlayan ve “resmen” 2013’de sona erdiği ilan edilen Irak’ın Amerikan işgalinin yeni bir evresini oluşturmuştur. Bu yeni evrenin baş aktörü IŞİD, Musul’u neredeyse hiçbir direnişle karşılaşmaksızın ele geçirmesinin ardından, 11 Haziran’da “Saddam Hüseyin’in doğum yeri” olarak bilinen Tikrit’i ele geçirerek Bağdat’a yönelik saldırılarını sürdürmeye yöneldi.
IŞİD’in Bağdat’a “çok” yaklaştığı haberleri “medya”da geniş yer tutarken, birden IŞİD saldırısının yönü Kuzey Irak’a döndü. Amerikan işgaline karşı önemli direniş bölgelerinden olan Telafer (Musul’a 50 km ve Türkiye sınırına 100 km uzaklıkta) 16 Haziran’da IŞİD’in denetimine geçti. Böylece IŞİD’in Ocak ayında ele geçirdiği Irak’ın El Anbar eyaletindeki denetimi Ninova (
Nînewâ) eyaletini içine alarak nerdeyse Irak-Suriye sınır bölgesinin tamamını kapsayacak kadar genişlemiş oldu.
IŞİD, 3 Temmuz’da El Nusra’nın elinde bulunan Suriye’nin en büyük petrol sahasını ve 16 Temmuz’da yine Suriye’nin en büyük doğal gaz alanını ele geçirdi.
3 Ağustos’ta IŞİD saldırısı bir kez daha yön değiştirerek, Rojava sınırındaki Yezidilerin yoğun olarak yaşadığı Sincar (
Şengal) bölgesine yöneldi. Sincar kenti ve 6 Ağustos’ta peşmergelerin denetimindeki Karakuş IŞİD’in eline geçti (diğerlerinde olduğu gibi peşmerge güçleri çatışmaksızın bölgeyi terk etmişlerdir).
Bu gelişmelerle birlikte Yezidilerin büyük bir bölümü peşmergelerle birlikte Kuzey Irak Kürdistan Özerk Yönetimi (Güney Kürdistan) bölgesine geçerken, bir bölümünün Sincar dağlarına sığınmasıyla birlikte IŞİD “fenomeni” tüm dünyanın gündeminin birinci sırasına yükselirken, Amerika’nın ve diğer “Batılı” (hiç tartışmasız emperyalist) ülkelerin olaylara müdahalesi başladı. 7 Ağustos’ta ABD ve “müttefikleri” (Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün, Bahreyn ve Suudi Arabistan) IŞİD’in Sincar bölgesindeki “mevzilerini” bombaladı.
Öte yandan IŞİD’in saldırısı bir kez daha yön değiştirerek doğu yönüne döndü. İlk hedef, uzun yıllardır (1993’den itibaren) PKK’nin lojistik alanı olarak kabul edilen Mahmur kampı oldu. Mahmur kampı çevresindeki peşmerge güçlerinin fazlaca direniş göstermeksizin Erbil (
Hewlêr) istikametinde geri çekilmesiyle birlikte Mahmur Kampı’nda bulunan PKK güçleri de bölgeyi terk etti. Böylece Mahmur Kampı IŞİD’in eline geçti. Ardından IŞİD, Erbil yönündeki saldırısına devam ederek Erbil’e 40 kilometre kadar yaklaştı.
Bu gelişmelere paralel olarak Amerikan, Fransız ve “müttefik” Arap uçaklarının hava bombardımanı Mahmur çevresinde yoğunlaştı. Bu yoğun bombardıman karşısında IŞİD’in Erbil’e yönelik saldırısı durduruldu. Ardından ABD, Fransa, İngiltere ve Almanya, Barzani hükümetine doğrudan silah yardımı yapma kararı aldı. Peşmergelerin IŞİD karşısında hiçbir varlık gösterememiş olmaları ve sürekli savaş alanını terk etmeleri karşısında “yeni profesyonel peşmerge ordusu” kurmak için askeri eğitim verecek (Amerikan emperyalizminin 10 yıllık işgali koşullarında hiç eğitim verilmemiş gibi) “Batılı askeri uzmanlar” ve “askeri danışmanlar” Kuzey Irak’a gönderildi.
“Medya” bu gelişmelere geniş yer verirken, IŞİD’in saldırıları bir kez daha yön değiştirdi. Bu kez Suriye’de PYD’nin (Demokratik Birlik Partisi/
Partiya Yekîtiya Demokrat) denetimindeki Rojava ve özellikle de Kobanê (
Ayn el-Arab) hedef alanı oldu.
Böylece Haziran-Eylül aylarında IŞİD’in saldırıları, Irak’ın kuzeyinde Musul’dan güney doğudaki Bağdat’a, ardından Irak’ın güney-batısına, güney-batısından kuzey batısına (Sincar), kuzey-batısından kuzey-doğusuna (Mahmur-Erbil hattı) ve nihayetinde Irak’ın kuzey-doğusundan kuzey-batısına, Suriye’nin kuzeyine, Rojava-Kobanê hattına yöneldi. (Ekim ayının ilk günlerinde IŞİD’in “ana saldırı” noktası her ne kadar Kobanê olarak görünüyorsa da, Haziran-Eylül dönemindeki gelişmelere bakıldığında, bunun her an yön değiştirebileceği söylenebilir.)
Geçen dört ayda IŞİD saldırılarının sürekli yön değiştirmesinin ve yüzlerce kilometre uzaklıklardaki değişik hedeflere kolayca yönelebilmesinin gösterdiği askeri gerçek, IŞİD’in yüksek düzeyde hareketli (mobil) güçlere sahip olduğudur. Böylesine yüksek bir hareketliliğe nasıl sahip olduğu bir soru olarak ortaya çıkarken, aynı zamanda bu hareketliliğe dayanan askeri taktiklerin neler olduğu ve nasıl bir komuta mekanizmasına sahip olduğu sorusunu da beraberinde getirmektedir.
Burada ilk göze çarpan olgu, hiç tartışmasız IŞİD’in hareketliliğini sağlayan, çöle uygun kamuflaja sahip
Toyota pikapları ve kamyonetleridir.
Buradan yola çıkıldığında, karşımıza 1987 Libya-Çad Savaşı çıkmaktadır.
Bu savaş, emperyalist askeri literatürde küçümseme ifadesi olarak kullanılsa da, “
Toyota Savaşı” olarak tanımlanır.
1987 “Toyota Savaşı”nda, Libya’nın zırhlı araçları ve uçaklarıyla girdiği bu savaşta, Çad aşiretleri ve silahlı güçleri
Toyota’nın kamyonetleriyle Libya ordusunu yenilgiye uğratmışlardır.
Çöl koşullarına uygun
Toyota kamyonetleriyle taşınan silahlı güçler ve bu kamyonetlere monte edilmiş ağır silahlar Çad güçlerine büyük bir hareketlilik sağlamıştır. Çad silahlı güçleri, sözcüğün tam anlamıyla,
Toyota kamyonetlerine dayanan bir
hareketli savaş yürütmüşlerdir. Bu hareketli savaş karşısında Libya’nın tankları, zırhlı araçları ve uçakları etkisiz kalmıştır.
Toyota’lara dayanan benzer bir hareketli savaş,
kent merkezli bir savaş olarak Somali’de gerçekleşmiştir.
1993 yılında Amerikan emperyalizminin “önderliği” altında oluşturulan ve Türkiye’nin de içinde yer aldığı Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün (UNITAF) Somali’ye müdahale etmesiyle başlayan savaş iki yıl sürmüştür. Muhammad Farah Adid güçleri, özellikle başkent Mogadişu’daki direnişte yaygın biçimde
Toyota’nın
Land Cruiser pikaplarını kullanmışlardır. (Bu direniş, “
Black Hawk Down” filminin konusu olmuştur.)
Yine Somali’de 2006 yılından günümüze kadar, “Batı medyası”nin “cihatçı” olarak adlandırdıkları şeriatçı
Al-Shabaab’ın (
Harakat al-Shabaab al-Mujahideen) merkezi hükümete ve koalisyon güçlerine karşı yürüttüğü savaş
Toyota’lara dayanan bir hareketli savaş olmuştur.
Aynı biçimde “Arap Baharı” sürecinde Kaddafi’ye savaş ilan eden Libyalı aşiretlerin en gözde savaş aracı
Toyota’lar olmuştur. Bu savaşın ayırıcı özelliği,
Toyota’larda büyük bir hareketliliğe sahip Kaddafi karşıtlarının Amerikan, Fransız, İngiliz hava güçleriyle desteklenmiş olmasıdır.
Ancak Libya’da “Toyota Savaşı” Kaddafi’nin öldürülmesiyle sona ermemiştir. “Post-Kaddafi” döneminde (2012 sonrası) şeriatçı güçler bir kez daha savaş sahnesine çıkmışlardır. Diğerlerinde olduğu gibi, bu şeriatçı güçlerin (
Al-Jama’a al-Islamiyyah al-Muqatilah bi-Libya) hareketliliğini sağlayan yine
Toyota’lar olmuştur.
Özetle söylersek, 1987 Libya-Çad “
Toyota Savaşı”ndan günümüze kadar “İslam coğrafyasında” sürüp giden tüm iç savaşlarda, saldırgan şeriatçı güçlere yüksek hareketliliğini sağlayan unsur pikaplar ve kamyonetler olmuştur. Özellikle bu pikap ve kamyonetlere monte edilmiş ağır makineli tüfekler (DShK/Doçka) yüksek ateş gücü sağlarken, araçların hızı ve manevra kabiliyeti küçük bir gücün daha geniş bir arazide etkin olmasını sağlamaktadır. Ayrıca manevra kabiliyeti sınırlı zırhlı araçlar ve tanklar karşısında hız ve manevra avantajına sahip olan bu pikap ve kamyonetler, aynı zamanda hava saldırıları karşısında da hızla yer değiştirerek saldırının etkisizleşmesine yol açmaktadır.
Çöllerde ve bölünmüş kentlerde
Toyota vb. “savaş arabaları”, hareketli savaş tarzının etkin biçimde kullanılmasını sağlarken, aynı zamanda “asimetrik savaş”ın da etkin bir aracı durumuna gelmişlerdir. Ve Mao Zedung’un ifade ettiği gibi, hareketli savaş
imha savaşının en temel unsurudur.
Bugün “dünya medyası”nın gündeminin başında yer alan IŞİD’in çok yönlü saldırıları ve her durumda saldırılarının yönünü değiştirebilme kapasitesi, tümüyle yüksek hareketliliği ve yüksek ateş gücü sağlayan “savaş arabaları”na dayanmaktadır. Bu hareketliliğe sahip güçler, bazı özel durumlar dışında mevzii savaştan uzak durabilmektedir. Bu nedenle de, onların sabit mevzileri bulunmamaktadır. Bu da onları hava saldırılarına karşı korunaklı hale getirmektedir.
Çöllerde ve bölünmüş kentlerde hızlı ve ani saldırılar gerçekleştirme olanağı sağlayan bu “savaş arabaları”, savunma savaşının değil, saldırı savaşının araçlarıdırlar. Belli mevzileri ya da bölgeleri korumak zorunda kalan güçler, her durumda bu saldırı savaşının karşısında dezavantajlı olmaktadırlar. Yüksek hareketliliğe dayanan bu saldırı savaşı, bir yandan savunmadaki güçleri parça parça imha ederken, diğer yandan hızlı ve ani saldırılarla yıpratma işlevini de yerine getirmektedir.
“Gerilla savaşı”nı onlarca yıl sürdürmüş peşmergelerin ve PKK güçlerinin Mahmur Kampı’nı savunamayarak hızla geri çekilmeleri de bu savaş tarzının ne denli etkin olduğunu açıkça göstermiştir.
Irak ve Suriye’de gelişen son olayların gösterdiği bir başka gerçek ise, IŞİD’in böylesi yüksek hareketliliğe ulaşmasını sağlayan “savaş arabaları”na
nasıl sahip olduğu, daha da önemlisi böylesi bir hareketli savaş taktiğini
nasıl yönetebildiğidir.
Bugün için “medya”nın dikkatini fazlaca çekmediğinden IŞİD’in bu “savaş arabaları”na nasıl sahip olduğu belirsizdir. Ancak IŞİD askeri yönetiminin bu tarz bir savaşa “aşina” olduğu görülmektedir. Suriye’deki Esad karşıtı askeri güçlerin, özellikle ilk dönemde, Libya’dan getirilen askeri malzemelerle donatıldığı herkesin anımsayabileceği bir olgudur. Bu süreçte, yine “medya”ya yansıdığı gibi, Libya’da Kaddafi’ye karşı savaşan şeriatçı güçlerin Türkiye üzerinden Suriye’ye geçirildiği de bilinen bir gerçektir.
İşte IŞİD’in
Toyota vb. araçlara dayanan hareketli savaşının taktik yönetiminin, en azından ilk dönemde, Libya’da bu savaş tecrübesine sahip “cihatçılar”a dayandığı söylenebilir. Bu “cihatçılar”ın Kaddafiye karşı savaşta doğrudan Amerikan ve Fransız “askeri danışmanlar” tarafından eğitilmiş olmaları da, daha komplike ve sofistik taktikler uygulamalarını sağlamaktadır.
KOBANİ DİRENİŞİ, ROJAVA DEVRİMİ,
MEVZİ SAVAŞ VE HAREKETLİ SAVAŞ
Bugün Türkiye “medya”sının baş konusu, Rojava’daki üç Kürt Özerk Bölgesi’nden birisi olan Kobanê’ye karşı IŞİD’in başlattığı saldırıdır. Kobanê saldırısı ve Kobanê’de PYD-YPG güçlerinin direnişi “medya”nın yanında Türkiye solunun da gündeminin ilk sırasında yer almaktadır. “Medya” üzerinden yürütülen yoğun bir propaganda savaşına konu olan Kobanê saldırısı ve direnişinin ne denli siyasal ve stratejik özelliklere sahip olduğu ileri sürülürse sürülsün, askeri açıdan, hareketli savaş/manevra savaşı yürüten saldırgan bir düşmana karşı elde olanı koruma amaçlı bir mevzi savaşıdır.
“Harp terminolojisi”yle söylersek, Kobanê’deki PYD-YPG güçleri “hatt-ı müdafaa” ederken, IŞİD bütün “satıh”larda saldırı içindedir. PYD-YPG güçleri (dolayısıyla on yıllardır gerilla savaşı yürüten PKK) böylesi bir “hatt-ı müdafaa” düzenine ve örgütlenmesine sahip değildir. “Hatt-ı müdafaa”, askeri yazında mevzii savaşı olarak tanımlanır. Dolayısıyla gerilla savaşına göre örgütlenmiş ve gerilla savaşına göre eğitilmiş PKK kadrolarının mevzii savaşı yapılanışına sahip olmamasının ötesinde, mevzii savaşın gerektirdiği eğitime, örgütlenmeye ve komuta yapısına da sahip değillerdir. Bu da PKK’nin (ya da PYD-YPG) karşı karşıya olduğu en önemli sorundur.
“Medya” üzerinden olaylara bakıldığında (bunun gerçek savaşla uzaktan yakından ilgisi yoktur), PKK açısından Kobanê “
Kürtlerin Stalingrad’ı”dır. Şüphesiz burada Kobani’deki direnişi için Stalingrad direnişine yapılan gönderme sadece siyasal bir analojiden (benzeşme) ibarettir.
Stalingrad, 1940’larda yaklaşık 550 kilometre karelik alana sahip 500 bin kişinin yaşadığı bir kenttir. 270 bin kişiden ve 600 tanktan oluşan Nazi 6. Ordusu karşısında Sovyet Kızıl Ordusu 180 bin kişiyle direnişi başlatmıştır. 23 Ağustos 1942’de başlayan ve 2 Şubat 1943’de 6. Ordu’nun teslim olmasıyla sonuçlanan altı aylık savaşta, Nazi ordularının ve Kızıl Ordu’nun asker sayısı bir milyona ulaşmıştır.
Stalingrad direnişinin en temel özelliği, Sovyet Kızıl Ordusu’nun her sokağı, her binayı, her fabrikayı bir mevzi haline getirmesidir. Ancak Kızıl Ordu’nun Stalingrad’daki direnişi, “hatt-ı müdafaa”dan daha çok, tüm kenti ve kentin tüm sokak ve binalarını kapsayan bir “sath-ı müdafaa” olarak sürdürülmüştür. Bu yönüyle Stalingrad direnişi, büyük bir kentte üç savaş biçiminin, yani gerilla savaşı, hareketli savaş ve mevzii savaşın birlikte yürütüldüğü topyekün bir savaştır. Savaşın komuta yapısı (her iki taraf için) düzenli ordunun komuta yapısıdır ve tüm savaş düzenli ordu birlikleri tarafından yürütülmüştür.
Stalingrad’da bulunan üç büyük fabrika (Kızıl Ekim Çelik Fabrikası, Barikat Top Fabrikası ve Dzerjinski Traktör Fabrikası) tüm savaş boyunca üretimi sürdürmüş ve Dzerjinski Traktör Fabrikası’nda T-34 tankları ve Katyuşa roket taşıyıcıları üretilmiştir. Bu fabrikalara karşı Alman hava kuvvetleri 2 binden fazla saldırı düzenlemiştir.
Buna karşılık Kobanê, 54 bin nüfusa sahip küçük bir ilçe merkezidir. Kobanê’nin çevresi düz araziden oluşmaktadır ve Kobani’de yaklaşık 1.500 PKK/PYD silahlı gücü bulunduğu tahmin edilmektedir. Resmi açıklamalara göre, nüfusun yarısı, özellikle kırsal nüfusun çoğunluğu Suruç bölgesinden Türkiye’ye geçmiştir. Askeri açıdan Kobanê direnişi ile Stalingrad direnişi arasında hemen hemen hiçbir ortak nokta bulunmamaktadır.
Yukarda ifade ettiğimiz gibi, PKK/PYD’nin Kobanê’deki en büyük açmazı, küçük bir kenti savunmak için bir mevzii savaş konumuna girmeye zorlanmasıdır. Bu yolla IŞİD’in hareketli güçleri (“mobilize güçler”) PKK/PYD güçlerini uzun süre mevzii savaşı konumunda tutarak yıpratma savaşı yürütebilecektir.
Bunun yanında Kobanê için PKK’nin yaptığı “Stalingrad” analojisi, Rojava’daki tüm silahlı güçlerinin bölgeye kaydırılmasına yol açabilecektir. Bunun da diğer bölgeleri IŞİD saldırısına açık hale getirmesinden başka bir sonuç vermeyeceği açıktır.
Bu durumda Kobanê direnişi, Amerikan ve “müttefiki” güçlerinden hava desteği ve “askeri danışman” desteği alabildiği ölçüde IŞİD’in hareketli savaşı karşısında başarı sağlama olanağına sahiptir.
Bu askeri gerçeklere rağmen, “medya” alanında ajitasyon ve propaganda savaşını Kobanê’nin kazandığını söylemek fazlaca yanlış olmayacaktır.
Askeri gerçeklerden yola çıkıldığında, PKK/PYD’nin yapabileceği tek şey, mevzii savaşına uygun “profesyonel birlikler” (Murat Karayılan’ın ifadesiyle “profesyonel gerilla”) oluşturmaktır. Diğer bir ifadeyle, “profesyonel gerilla” ya da “profesyonel birlikler”, askerliği meslek haline getirmiş kişilerden oluşan düzenli ordu yapılanmasından başka bir şey değildir.
Bu durumda da, PKK’nin yürüttüğü tarzda gerilla savaşı ile düzenli ordu savaşı arasında kesin ve kaçınılmaz bir çatışkı ortaya çıkacaktır. M. Karayılan’ın ifadesiyle, “planlı ve disiplinli hareket eden, gerektiğinde savunmayı da profesyonelce yapabilen bir kabiliyete, yeteneğe ve manevra gücüne” sahip bir düzenli ordu yapılanışı, gerilla üs bölgelerinin ötesinde “kurtarılmış bölgeleri” ve sabit askeri üsleri zorunlu kılar. Düzenli ordunun sabit üslerinin hava gücüne sahip düşman güçler tarafından kısa sürede nasıl imha edilebileceği de 2003 Irak işgali sırasında açık biçimde görülmüştür.
Esad/Baas rejimine karşı baş gösteren silahlı ayaklanmalar ve savaş, merkezi otoritenin gücünü kırmıştır. Bu da Suriye’nin değişik yerlerinde özerk yerel yönetimlerin oluşmasını getirmiştir. Mao Zedung’un sözleriyle, “Beyaz rejim içindeki parçalanmalar ve savaşlar”ın ürünüdür. Ancak merkezi otoritenin gücünün kırılması sonucu bir ya da birkaç küçük bölgede “özerk yönetim” oluşturulması ile bu “özerk yönetim”lerin
uzun süre varlığını sürdürebilmeleri bir ve aynı şey değildir. Mao Zedung’un tanımladığı gibi, “kızıl siyasi iktidarlar” ya da “kurtarılmış bölgeler” (Suriye somutunda “özerk bölgeler”), öncelikle “Beyaz rejim içindeki parçalanma ve savaşlar”ın sürekliliğine bağlıdır. Bu süreklilik ortadan kalktığı koşullarda, askeri olarak daha güçlü olan “Beyaz rejim”, yani merkezi otorite bu bölgeleri ortadan kaldırmak için harekete geçer.
Bugün Suriye’de “Rojava devrimi” adı verilen olgu, Suriye’deki Baas iktidarının ülke çapındaki gücünün kırılması ve denetimi yitirmesinin bir sonucudur. Bu olgunun varlığını sürdürebilmesi, ancak bu durumun sürüp gitmesine bağlıdır. Suriye’deki iç savaş sona erdiğinde ya da Baas yönetimi yeniden ülke çapında denetimi ele geçirdiğinde “Rojava devrimi”nin dayanağı olan “Kürt özerk bölgeleri” büyük ölçüde savunmasız kalacaktır. Bu durumda da Rojava’nın tek seçeneği, merkezi yönetime karşı uzun süreli bir gerilla savaşına geçmek olacaktır. Bu da Rojava’nın temel siyasal, ideolojik ve askeri gücü olan PKK’nin iki cephede iki merkezi güce karşı (Türkiye ve Suriye) savaşa girmesinden başka bir şey değildir.
Bugün Türkiye’de “barış süreci” adı altında merkezi yönetimle görüşme/müzakere yaparak belli hakları almayı hedefleyen PKK, açıktır ki, 30 yıldır sürdüregeldiği
gerilla savaşıyla askeri bir zafer kazanamayacağına kanaat getirmiştir. Böyle bir kanaate sahip bir gücün iki cephede gerilla savaşına girişmesini beklemek fazla iyimser bir yaklaşım olacaktır.
Öte yandan PKK’nin 30 yıllık gerilla savaşındaki en büyük zaafı, gerilla savaşı ile hareketli savaşı birleştirememesidir. Hiç tartışmasız, yalın bir gerilla savaşıyla (üstelik PKK’nin yürüttüğü tarzda bir gerilla savaşıyla) maddi ve teknik olarak güçlü bir düşmana karşı askeri zafer kazanmak olanaksızdır.
Her ne kadar PKK söyleminde yürütülen gerilla savaşı yer yer “devrimci halk savaşı” söylemleriyle birlikte yer alıyorsa da, bu Çin ve Vietnam devrimlerini zafere ulaştıran halk savaşı stratejisiyle sadece söylemsel bir benzerliğe sahiptir. Asıl sorun, maddi ve teknik olarak güçlü bir merkezi otoriteye sahip belli bir devlet sınırları içinde belli bir bölgeyle sınırlı bir gerilla savaşının halk savaşı stratejisine uygun yürütülüp yürütülemeyeceğidir. Bugüne kadarki gerilla savaşı pratiğinin buna yanıtı olumsuzdur. Belli bir bölgeyle
sınırlı gerilla savaşının, Çin ve Vietnam devrimlerindeki gibi bir halk savaşı stratejisiyle zafere ulaşması ya olanaksızdır ya da olağanüstü koşullara bağlıdır. Daha ilk kuruluşundan itibaren “ayrı” örgütlenmeyi esas almış olan PKK’nin “Türkiyeleşme” çabaları ve politikaları bu durumu değiştirmemiştir. Bunun kaçınılmaz sonucu ise, merkezi otorite ile görüşme/müzakere yoluyla “çatışma” durumunu sona erdirme girişimi olmaktadır.
Bu nedenlerle, temel savaş alanı olan Türkiye’de gerilla savaşı ile askeri zafer kazanamayacağına kanaat getirmiş bir PKK’nin Rojava’da farklı bir yol izlemesi beklenemez. Ellerinde kalan tek seçenek, Suriye’deki Baas rejimi karşıt güçlerle ittifak kurmaktır. Bu da doğrudan Amerikan emperyalizminin bölgesel çıkarlarıyla bağlantılıdır.
IŞİD, IRAK VE SURİYE’DE
İKTİDARI ELE GEÇİREBİLİR Mİ?
Bugün için IŞİD, Irak ve Suriye’de merkezi yönetimler karşısında en önemli askeri güç durumundadır. Irak’ta Baasçılar ve sünni aşiretlerle kurduğu ittifak sonucunda Musul’u ele geçirebilmiştir. Ancak Irak’ta Kürt Özerk Yönetimi ve Güney’de Şiilerin mutlak egemenliği karşısında Bağdat’ta merkezi yönetimi ele geçirerek Irak çapında bir “islam devleti” kurabilmesi olanaksızdır.
Suriye’de ÖSO, El Nusra gibi örgütlerin gücünü kırmış ve Suriye Baas iktidarı karşısında tek silahlı “muhalefet” gücü olarak ortaya çıkmıştır. Ancak Suriye’deki iç savaş belli bir denge aşamasına gelmiş ve Baas iktidarı denetimindeki bölgelerde otoritesini korumuştur. Amerikan emperyalizmi Suriye’de IŞİD’in etkisinden ve gücünden fazlaca rahatsız değildir. En azından IŞİD’in gücünü kullanarak Şam yönetimini istediği noktaya getirebileceğini düşünmektedir.
Ama aynı durum Irak için geçerli değildir. Kürtler ve Şiiler Amerikan emperyalizminin Irak’taki “dostları ve güvenilir müttefikleri”dir. Onların karşısında sünni aşiretlerle ve eski Baasçılarla ittifak kurarak Musul’u ele geçiren IŞİD’in daha fazla güçlenmesini istememektedir. Bu nedenden dolayı Ağustos ayında Irak’taki IŞİD hedeflerine yönelik hava bombardımanı başlatılmıştır. Amaçları IŞİD’i tümüyle ortadan kaldırmak değil, Irak’taki etkinliğini ve gücünü sınırlandırmaktır.
Suriye’de IŞİD’in varlığı, bir yandan ABD-Rusya pazarlıklarına, diğer yandan Şam yönetiminin belli koşulları kabul etmesine bağlıdır. Her iki açıdan da IŞİD, Amerikan emperyalizminin bir tehdit ve pazarlık kozu olarak el altında bulundurduğu bir güç durumundadır.
Tüm bunlara karşın IŞİD’in kendi gücüyle ve şeriatçı yönelimiyle Suriye’de (ve kısmen Irak’ta) iktidarı ele geçirmeye çalışması (en azından olasılık hesapları içinde) pekala mümkündür. Ama Suriye’deki silahlı “muhalefet”in giderek güç kaybetmesi ve halk kitlelerinin iç savaşın yıkımından bitkin ve bezgin düşmüş olması IŞİD’in kendi amaçları doğrultusunda geliştireceği bir savaşın çok fazla başarı şansı da bulunmamaktadır.
IŞİD, Suriye’de istikrarsızlığın sürdürülebilmesi için gerekli bir güç durumundadır. Bu istikrarsızlık ve çatışma durumu, Şam yönetiminin Amerikan emperyalizminin taleplerini kabul etmesine yönelik bir baskı unsuru olarak kaldığı sürece IŞİD’in faaliyetleri de sürecektir. Burada ortaya çıkan ana sorun, IŞİD’in Irak’taki sünni aşiretlerle ve eski Baasçılarla kurduğu ittifaktır. Bu ittifak ortadan kalkmadığı sürece IŞİD bölgesel bir “tehdit ve istikrarsızlık unsuru” olarak varlığını koruyacaktır. Bu sorun da, tümüyle “İslam coğrafyası”nı yeniden dizayn etmeye çalışan ve her seferinde yeniden dizayn etmeye yönelen Amerikan emperyalizmin sorunudur.
Dipnotlar
[1*] Devrim kavramı, burada proletarya devrimi veya proletaryanın hegemonyasında demokratik devrim anlamında kullanılmaktadır.
[2*] Sosyalist devrimde proletarya diktatoryasını; demokratik devrimde ise halk diktatoryasını kurar.