“Türkiye, en bildik ve sıkça söylenen sözlerle, her an her şeyin olabileceği bir ülkedir. Türkiye’de her an her şey olabileceği gibi, her bir şeyin her şeyle iç içe geçtiği bir ülkedir. Popüler ifadelerle, at iziyle it izinin, sapla samanın sürekli karıştığı ve karıştırıldığı bir ülke olarak Türkiye, bu özelliğiyle istikrarsız ve dengesiz bir ülkedir. Dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyecek boyutta ve kapsamda dezenformasyon kampanyalarının yürütüldüğü, ‘toplum mühendisliği’nin her türünün uygulama alanı bulabildiği Türkiye’de, düşünce ile kanı, sanı ile algı öylesine iç içe geçmiştir ki, neyin ne olduğunu anlayabilmek için, ya senaryo yazmak ya da tüm tarihi yeni baştan ele almak gerekir.” (Kurtuluş Cephesi, “Seçim Sath-ı Mailinde Nesnel ve Öznel Koşullar”, Sayı: 120, Mart-Nisan 2011)
Bu yazı, öncelikle 7 Haziran seçimlerinin hemen ardından ortaya atılan “senaryo”ları ve bunların düzen içi niteliklerini sergilemeyi amaçlıyordu. Ama S. Demirel’in ünlü sözüyle, “siyasette bir hafta çok uzun bir süredir”. Daha seçimin üzerinden üç gün geçmeden Deniz Baykal ile Recep Tayyip Er-doğan’ın “sürpriz görüşmesi” Demirel’in sözünü onaylayan bir gelişme olarak siyaset sahnesine (“medya”tik dilde söylersek) “bomba gibi” düştü. Bu da seçimin hemen ardından ortaya atılan “koalisyon” ya da “erken seçim” “senaryoları”nın pek çoğunun çöpe atılmasının yolunu açtı. Yine de “senaryolar”ın ve “senaryo yazıcılığı”nın gerçek niteliğinin ortaya konulması gerekmektedir.
[1*]
Seçim sonuçları, daha doğrusu seçimlerin sayısal sonuçları ortadadır. AKP tek başına iktidar olabilecek çoğunluğu yitirmiştir, ama “muhalefet” partileri de hükümet kurabilecek bir sonuca ulaşamamıştır. Sonuçta ortada dört partili mecliste dört parti arasında nasıl bir birleşim ortaya çıkarılacağına ilişkin soyut, hayali, afaki ve hamasi olasılıklardan başka bir şey bulunmamaktadır.
Dört parti söz konusu olduğu için, klasik matematiksel olasılık hesapları içinde koalisyon olasılıkları kolayca, yani biraz matematik bilen herkesin hesaplayabileceği bir durumdur.
Dört bileşenin, yani A, B, C ve D bileşenlerinin ikili ya da üçlü, en fazlasıyla dörtlü bileşim oluşturması sınırlı ve basit bir olasılık hesabıdır. Somut olarak ifade edersek, bugün mecliste dört parti vardır ve Devlet Bahçeli’nin seçim gecesi yaptığı açıklamada söylediği gibi, AKP+CHP=258 +132=390 eder. AKP+MHP=258+80=338; AKP+ HDP=258+80=338; CHP+MHP+HDP=132+80+80=292 ve nihayetinde “dörtlü/milli mutabakat” AKP+CHP+MHP+HDP =550 eder. Bunun dışında kalan tek şey “dışardan destekli azınlık hükümeti” “senar-yo”sudur. Bunun da sadece iki birleşeni (AKP ve CHP) vardır.
Görüldüğü gibi, seçim sonuçlarından türetilebilecek “senaryo” sayısı altıdan fazla değildir. Bunlar içinde “dörtlü/milli mutabakat” normal bir aklın sınırlarının çok ötesinde bir “senaryo”dur ve ancak Doğu Perinçek tarafından üretilebilir bir şeydir.
Geriye kalan beş olasılıktan (ki bu olasılıklara “senaryo” denilmektedir) dördüncüsü, yani CHP+MHP+HDP “koalisyon hükümeti senaryosu” da normal aklın sınırlarını aşmaktadır. Böylece elde iki “dışardan destekli azınlık hükümeti” olasılığı ile AKP+CHP, AKP+MHP ve AKP+HDP olasılıkları kalmaktadır.
Elbette “senaryo yazıcıları” açısından ya da safdil matematikçiler için iki olasılık daha vardır: AKP+CHP+MHP ya da AKP+CHP +HDP “kombinasyonu”. Bu birleşimlerin olabilirliği, tıpkı “milli mutabakat hükümeti” olasılığı kadardır. Bu açıdan olağan olasılık hesapları içine alınması akla ziyandır.
Sonuçta dört partili meclisten çıkartılabilecek koalisyon hükümeti formülü sadece üçtür. Yani üç “senaryo”dan öte fazla bir şey bulunmamaktadır. Bunların dışında yazılmaya çalışılacak her “senaryo” siyasal tezgahlardan başka bir anlama gelmez. Örneğin, bir parti içinde bulunulan durumda (özellikle de ekonomik krizin arifesinde) tüm sorumluluğu bir başka partinin üstüne yıkmak için böyle bir “senaryo”yu piyasaya sürebilir ya da alınacak bir siyasal kararda sorumluluğu bir başkası ile paylaşmak için bir “senaryo” yazabilir. Ama bunlar sadece “muhatapları”nın aptal olduğunu düşünenler için geçerlidir.
Daha somuta gelindiğinde üç “muhalefet” partisinin “seçim söylemleri”ne bakarak AKP’nin içinde yer alacağı herhangi bir “senaryo”nun gerçekleşebilirliğinin olmadığı söylenebilir. Bu söylemlere bakıldığında CHP, MHP ve HDP’nin AKP ile “hiçbir biçimde” koalisyona gitmeyeceği hemencecik söylenebilir. Diğer yandan MHP’nin “hiçbir biçimde” HDP ile “aynı karede” görünmek istemeyeceğinden yola çıkılınca da, HDP’nin içinde yer alacağı bir “senaryo”da MHP’nin yer almayacağı, hatta “dışardan” bile destek vermeyeceği çok açıktır.
Böylece CHP+MHP azınlık hükümetine AKP’nin “dışardan” destek vermesi “olası”-dır. Diğer ifadeyle, AKP’nin kendisinden hesap sormayı seçim “söylemi”nin ön sırasına koymuş iki partiyi kendi eliyle iktidara getirmesi bir “olasılıktır”. Mantık sınırlarını ne kadar zorlarsa zorlasın, “senaryo yazıcıları” için (safdil matematikçiler için) böyle bir “olasılık” elbette ortaya atılacaktır. Bu olasılığın olabilmesinin tek koşulu, böyle bir azınlık hükümeti kurulduğunda ekonomik, toplumsal, siyasal ve askeri alanda önceden bilinen büyük bir krizin kapıda olması ve AKP’nin politikalarının sonucu olacak böyle bir krizin sorumluluğunun CHP ve MHP’ye yıkılmak istenmesidir. Bunun için de CHP ve MHP’nin “kör”, “budala” ya da kısa bir zaman için de olsa iktidar olabilmek için “herşeyi yapmaya” hazır olmaları gerekir.
Tüm bunlar olamayacağına göre, geriye kalan tek “senaryo” erken seçim olmaktadır. Recep Tayyip Erdoğan’ın böyle bir “senaryo”dan yana olduğu varsayılarak bu olasılık “senaryo yazıcıları” tarafından birinci sıraya konulmaktadır.
Diğer yandan “seçimden yeni çıkılmışken erken seçim neyi değiştirecek”ciler erken seçime “şiddetle” karşı çıkacaklardır. Hem üstelik yeni seçilmiş “vekiller”in emeklilik hakkını alabilmek için en az iki yıl görev yapmış olmaları gerekmektedir. Bu durumda da “yeni vekilleri” erken seçime ikna etmek pek olası görünmeyecektir. (Şüphesiz böyle bir “gerekçe” mevcut yasalardan yola çıkılarak “senaryolaştırılmaktadır”. Oysa AKP iktidarında görüldüğü gibi, Enver Paşa’nın “yok yasa/yap yasa”sından “var yasa/değiştir yasa”sına geçilmiştir. Böyle bir “yasal engel”in parlamentoda aşılması sadece birkaç dakikayı alır. Herhangi bir “torba yasa”yla “yeni vekillerin” emeklilik hakkına ilişkin yasa hemen değiştirilir. Üstelik Cumhurbaşkanı 45 günde hükümet kurulamadığı takdirde erken seçime gitme kararı alabilmektedir.)
Recep Tayyip Erdoğan’ın “gönlünde yatan aslan”ın erken seçim olduğu ileri sürülebilir. Ama bunun için “makul” bir gerekçe de ortaya atılamamaktadır. “Senaryo”su yazılan tek gerekçe ise, Recep Tayyip Erdoğan’ın 45 gün içinde bir “kaos” (Türkçesiyle “kargaşa”) ortamı yaratarak, “bakın gördünüz mü, biz gittik kaos geldi” söylemiyle erken seçim kararı almasıdır. “Havuz medyası/yandaş medya” seçimin hemen ertesinde bu “senaryo”nun üzerine atlamışlardır. Ama buradaki ana sorun “kaos”un nasıl çıkartılacağıdır. “Bu seçim tablosundan hükümet çıkmıyor” söylemiyle böyle bir “kaos” yaratılamayacağı da açıktır. Elde tek kalan “kaos” yaratıcılığı islamcı-faşist milislerin piyasaya sürülmesidir. Diğer ifadeyle, Recep Tayyip Erdoğan’ın Kürt Hizbullahı’nı ya da IŞİD’i Türkiye’ye çağırmasıyla yaratılabilir. Bu da Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş planlarının uygulaması demektir. Sorun, iç savaş planını “hiçbir” gerekçe olmaksızın, öylesine ve hızlı biçimde uygulamaya sokulup sokulamayacağıdır.
Böylesi bir “kaos” yaratıcılığı, hiç kuşkusuz “sandık”ın da ortadan kalkmasına yol açar. Bu nedenle de “erken seçime” gidilmesinin bir aracı durumunda değildir. (Altını çizerek vurguladığımız gibi, iç savaş, Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarı
tümüyle kaybetme durumuyla bağlantılıdır.)
Bu durumda elde kalan son “senaryo”lar AKP+CHP ya da AKP+MHP koalisyon hükümeti olmaktadır.
Daha baştan CHP ve MHP’nin AKP ile koalisyona gitmeyeceklerini söylediklerinden bu “senaryo”, “senaryo yazıcıları” tarafından çok itibar görmemiştir. Ama öte yandan CHP de, MHP de (ve hatta utangaç olarak HDP de) “hiç merak etmeyin ülkeyi hükümetsiz bırakmayız” da demişlerdir. Bu da açık biçimde “en olmaz senaryo”nun olabileceğini ifade etmektedir. Buradaki “tek” sorun Recep Tayyip Erdoğan olmaktadır. Devlet Bahçeli’nin seçim gecesi yaptığı “uzlaşmaz” konuşmada, “Erdoğan görevine devam edecekse ya anayasal sınırlarda kalmalı ya da istifayı düşünmelidir” demiştir.
Görüldüğü gibi, her türlü “koalisyon”a kapıları kapattığı söylenen Devlet Bahçeli, çok açık biçimde Recep Tayyip Erdoğan “sorunu”nu (ya da “fenomeni”ni) çözmenin anahtarını da ortaya koymuştur: “Anayasal sınırlarda kalmalı”!
Buradan çıkan sonuç, Recep Tayyip Erdoğan’ın“anayasal sınırlarda” kalmayı taahhüt etmesi durumunda MHP’nin de AKP ile koalisyon hükümeti kurabileceğidir. Benzer durum CHP için de geçerlidir.
Recep Tayyip Erdoğan’ın kamuoyunu yönlendirebilecek bir “gerekçesi” olmadan seçimin hemen ardından bir iç savaş başlatmaya kalkışması olanaklı değildir. Hala “kaçak saray”da mukimdir, elinde çok geniş “anayasal” yetkiler bulunmaktadır. Aksi halde TSK’nın devreye sokulmasına ve askeri bir darbenin gerçekleştirilmesine yol açacaktır. Kısacası, Recep Tayyip Erdoğan’ın zaman kazanmaya ihtiyacı vardır. Bu da “uzlaşmacı” bir görüntü sergilemesine, “anayasal sınırlar içinde kalacak” görüntüsü vermesine yol açmaktadır.
Bütün bunların yanında “yeşil sermaye”-nin uluslararası bağlantıları vardır. “Yeşil sermaye” bu bağlantılarını yok sayarak, sadece Recep Tayyip Erdoğan’ın “kişisel otoritesi” için “Roma”yı yakmayı göze alamayacaktır. Bu da bir “orta yol”un bulunmasının kapısının aralanması demektir.
Böylece tüm “senaryo”lardan elde kalan AKP ile CHP ya da MHP’nin bir koalisyon hükümeti kurması “senaryo”su olmaktadır. Recep Tayyip Erdoğan’ın “beklenmedik biçimde” Deniz Baykal ile görüşmesi AKP+CHP koalisyon hükümeti kurulma olasılığını daha öne çıkarmış görünmektedir.
Neyin ne olacağı önümüzdeki günlerde somut olarak ortaya çıkacaktır. Ama seçim gecesinden itibaren ortaya atılan bir sürü “senaryo”nun boşlukta kaldığı da açıktır.
Olası bir AKP+CHP koalisyon hükümetinin hangi “uzlaşma”ya dayanacağı, hangi “ödünler” karşılığında oluşacağı, önümüzdeki sürecin de nasıl evrileceğini gösterecektir.
Devrimciler için sorun, mevcut “parlamento aritmetiğinden hangi hükümetin çıkacağına ilişkin “senaryo”lar yazmak değildir. Böyle bir tutum, olsa olsa legalizme tapan, “Bu ‘Gezi Parkı Kuşağı’, özlemlerinin iktidarını artık yalnızca ve yalnızca sandıkta arayacak kadar demokrat” (Ahmet Cemal, İleri Haber) diye yazanların tutumu olabilir.
Devrimciler, kahin değildir ve kahinler gibi geleceğin falına bakmazlar. İçinde bulunulan somut tarihsel koşullardan yola çıkarak geleceği kurarlar. Devrimcilerin yaptığı somut durumun somut tahlilidir. Bu tahlil, toplumdaki sınıfların ilişki ve çelişkileri ile bunların emperyalist sisteme bağlı olarak değişimini ortaya koyar. Bununla da yetinmez. Bu tahlilin verilerinden yola çıkarak, içinde yaşanılan somut koşullarda mücadelenin nasıl biçimlendirileceğini de belirler.
Bir seçimde hangi sonucun çıkacağını “önceden” kestirmeye kalkışmak ve buna bağlı olarak “politika” geliştirmek ya da “taktik” vaaz etmek ile devrimci mevcut durum tahlili yapmak taban tabana zıttır. Gelişmeleri önceden kestirmeye kalkışanlar, yani “kahin”ler, sadece legalizme tapınan ve düzen içinde ortaya çıkacak gelişmelerde bir “yer” kapmayı planlayanlardır. Onların “senaryo”lar üretmesi ya da üretilmiş “senaryo”ların bazılarına “banko” yapmaları, alelacele bir “yer”e kapılanmaya çalışmalarının ürünüdür.
Devrimciler olası tüm gelişmeleri hesaba katmak ve buna karşı bir tutum belirlemek, hazırlık yapmak durumundadırlar. Ancak tüm “olasılıklar”a karşı hazırlıklı olmak için, herşeyden önce tutarlı ve sistemli bir devrimci çizginin varolması gerekir. Sadece böyle bir çizgiye bağlı olarak mücadeleyi sürdürenler, olası gelişmeler karşısında hazırlıksız yakalanmazlar. Lenin’in deyişiyle, “Biz kendi yolumuzda ilerlemeli ve düzenli çalışmamızı sebatla sürdürmeliyiz. Beklenmedik olaylara ne kadar az bel bağlarsak, herhangi bir ‘tarihi dönemeç’ karşısında hazırlıksız yakalanmamız da o kadar olanaksızlaşır”.
Devrimcilerin yapması gereken, gelişen olayların niteliğini ve nasıl sonuçlar üreteceğini saptamaktır. Buna bağlı olarak da somut hareket çizgisini saptamak, taktik planları yapmak ve taktik hedefleri belirlemektir. Bunun tek önkoşulu da doğru bir devrimci çizgiye sahip olmaktır.
Dipnotlar
[1*] Pragmatizm, her durumda, “yararlılık” temelinde olayları ve olguları değerlendirdiğinden, olaylar ve olgular karşısındaki tutumu da bununla paralellik gösterir. Bu yanıyla pragmatizm, olayların ve olguların tahlilinden çok, bunların ortaya çıkarabileceği olasılıkların hesaplanmasını esas alır. Böylece, ortaya çıkabilecek her türlü olasılığa karşı bir “plan” yapılmasını öngörür. Sıkça duyulan “A planı”, “B planı” türünden sözler, Amerikan pragmatizminin bu niteliğinin dışavurumlarıdır. Bu bağlamda, pragmatistler için, ortaya çıkabilecek olasılıkları içiren “senaryolar” hazırlamak ve gelişmeleri bu “senaryolar” çerçevesinde değerlendirmek belirleyici bir yere sahiptir.
Pragmatizm, nesnel gerçekliği ve nesnel zorunluluğu dışladığı için, olayların ve olguların gelişiminin önceden saptanamayacağını iddia eder. Böyle olunca, “mantıki”, yani insan zihninde tasarlanabilir her durum ve olasılık gözönünde tutulmalı ve bunlara uygun planlar yapılmalı, politikalar hazırlanmalıdır. Bu nedenle, “mantıki” her olasılık gözönünde tutularak, her bir olası gelişimde kullanılacak plan yapmak gerekmektedir. Amerikan propagandasında sıkça dile getirilen “senaryolar”, “mantıki” her bir olasılığın kendi içinde gelişiminin ve sonuçlarının saptanmasından başka birşey değildir. “Senaryo”nun gerçekliği ise, ortaya konulanlara uygun plan ve projelerin yapılabilip yapılamayacağına bağlıdır. Bu boyutuyla, olasılıklara göre çizilen her bir “senaryo”, uygun plan ve projelerin üretilmesine yararlı olabildiği sürece “gerçek”tir.
Felsefi kavramlarla ele alınıp değerlendirildiğinde, günlük olarak üretilip kullanılan pragmatizmin kavranılması ise oldukça zor olmaktadır. Örneğin, pragmatizmin ekonomik, sosyal ve siyasal olaylarda somutlaştığı “senaryo” çiziminin uygun plan ve projelerin üretilmesine olanak sağladığı oranda “gerçek” olması felsefik bir tanımlamadır. Günlük dilde bunun karşılığı “senaryo”nun “geçerliliği” olarak ifade edilmektedir. Felsefi olarak tanımlandığında, “senaryo üretimi”nin temelinde olay ve olguların olası her türlü gelişiminden yola çıkıldığı için, sonuçta üretilen “senaryo”nun “gerçekliği” gündeme gelmektedir. Günlük kullanımda, “senaryo”nun “geçerliliği”nden yola çıkıldığı için, “mantıki” olarak olay ve olguların böyle bir olasılığı içerip içermediğine bakılır. Sonuçta, bir “senaryo”nun geçerliliği, şu ya da bu olay/olguda aranırken; “gerçekliği” şu ya da bu olay/olgunun gerçekliğinde tanımlanır. Böylece yalın bir totoloji (yineleme) pragmatist yöntemin demagojik yönünü oluşturur. Bu yön, ortaya konulan her bir “senaryo” karşısında yapılacak eleştirileri önsel olarak dışlamayı olanaklı kılar.
Basit bir örnek olarak, henüz doğmamış bir çocuğun geleceğine ilişkin çizilebilecek “senaryolar” alınabilir. Henüz cinsiyeti bile bilinemeyen bir çocuğun, gelecekte (örneğin 18 yaşında) nasıl biri olacağı sorusunun pragmatist yanıtı, değişik olasılıklara göre değişik “senaryolar” çizmek şeklindedir. “Şayet erkek olursa”lı başlayan, “eğer okursa”lı devam eden, “yoksa”lıya uygun yeni “senaryo” ortaya koyan pragmatist yanıt, akla gelebilecek her soruya “mantıki” yanıtlar getirdiği gibi, ne yapılacağına ilişkin de sayısız senaryolar ortaya koyarak, bireylere “seçme” özgürlüğü tanır. “Uygun zamanda, uygun yerde” olmayan ya da “seçme özgürlüğünü” yanlış kullanan yahut “senaryo”nun gerçekleşebilmesi için gerekli araçlara sahip olamayan anne-babalar, “kendi gerçekliklerinde” yaşamak zorundadırlar. Bu da “onların gerçeği” olarak kalacaktır.