“Korkutabildiğin kadar korkut, bütün burjuva basının sloganı bu. Her çareye başvurarak korku saç! Yalan söyle, kara çal, ama yeter ki korkut!” (Lenin)
Türkiye, AKP iktidarı ile birlikte yeniden “dizayn” edilecek bir ülke konumuna gelmiştir. Kimi zaman “ılımlı islam” adı verilen bu yeni “dizayn”, Necip Fazıl Kısakürek’in “tedrisatından” geçmiş islamcı-milliyetçi kadrolar aracılığıyla yürütüldü. Ancak bunların içinde “özel” bir yere sahip olan Recep Tayyip Erdoğan, kendisini güçlü hissettiği sürece Necep Fazıl Kısakürek’in “ideolocya”sının “revizyonisti” olarak daha da öne geçti.
12 Ağustos 2013 Sisi darbesiyle birlikte bu “revizyonist”i sarıp sarmalayan (özellikle “üst akıl” ABD tarafından yönetilen bir askeri darbe ile) “devrilme korkusu”, (Gezi Direnişi’yle birlikte) “laikciler”in ve solun “sivil kalkışma”syla “devrilme korkusu”yla bütünleşti.
Bütün bunlar, Recep Tayyip Erdoğan’ı, bir yanıyla TSK’ya, diğer yanıyla “sivil kalkışma”ya karşı bir
iç savaş örgütlenmesine yöneltti. Bunun sonucu olarak da, Ergenekon ve Balyoz “mağdurları” tahliye edilirken, öte yandan tarikatlardan “radikal islamcı”lara (İBDA-C gibi) kadar her çeşit kan dökmekten, katliam yapmaktan hiç çekinmeyecek olan anti-laikçi ve anti-komünist kesimlerle (ki örtük biçimde MHP’de buna dahildir) ittifak kurmaya başlanıldı. Lümpen-mafyatik kesimler bu ittifakın içine alındı. Kürt ulusalcıları, her ne kadar bu ittifak içinde yer almaya çok istekli olsalar da, bunun içine alınmadılar.
2014-2015 arasında “yolsuzluk ve rüşvet” üzerinden yıpratılmaya çalışılırken, Recep Tayyip Erdoğan’ın (hiç kuşkusuz doğrudan kendisi değil, çevresinde yer alan ve onu her açıdan yönlendiren “üst akıl”cıların) odak noktasında “sivil kalkışma” yer aldı.
Zaman seçimlere doğru evrildi. 7 Haziran seçimleri Recep Tayyip Erdoğan’dan “kurtulma”nın tek seçeneği ve çaresi olarak görülmeye başlandı. Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” sözleri, seçimler üzerinden yeni bir “devirme senaryosu”nun uygulamaya sokulduğu biçiminde algılandı. Bunun üzerine Recep Tayyip Erdoğan “meydanlara çıktı”. Elindeki tüm demagoji ve “medya” olanaklarını kullanarak 7 Haziran seçimlerini “devirme senaryosu”nun başlangıcı olmaktan çıkartmaya çalıştı. Ama seçim sonuçları istediği gibi olmadı. Gelişmeler bu yönde olurken, içten içe iç savaş örgütlenmesi geliştirilmeye ve pekiştirilmeye çalışıldı.
İşte bu koşullarda Devlet Bahçeli (gizli müttefik) imdadına yetişti. Devlet Bahçeli yoluyla 7 Haziran seçimleri “yok hükmünde” sayıldı.
Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş örgütlenmesi ne denli geliştirilmiş olursa olsun, doğrudan pratikte ne kadar işlevsel olacağı ve ne kadar etkili olacağı bilinemediği gibi, iç savaş örgütlenmesinin sokaklara çıkartılması için “uygun zemin” de bulunmuyordu. Bunun yerine PKK’ye yönelik söylemler ve operasyonlar öne çıkartıldı. Bu da, (siyasal temsilcisi MHP olan) faşist-milliyetçilerin iç savaş örgütlenmesine dahil edilmesini getirdi.
Suruç ve Ankara katliamları “sivil hedef kitle”nin korkutulması ve sokaktan uzaklaştırılması sonucunu doğururken, siyasal çatışmalar sadece PKK’yle oluyormuşçasına bir hava oluştu.
PKK’nin “hendek savaşları”yla beslenen bu hava, giderek iç savaş örgütlenmesinin biçimlenmesine olanak sağladı. Özellikle PKK’nin kentsel “hendek savaşı”, doğrudan polis gücünü (elbette PÖH)
ağır silahlar eşliğinde iç savaşın merkezi gücü konumuna getirdi. Giderek TSK’nın yerine polis ve onun özel gücü olarak “özel harekat”cılar öne geçti ve PKK’ye yönelik kent operasyonlarının “başarısının” sahibi olarak gösterildi.
Bu gelişmeler sırasında Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş örgütlenmesi biçimlenirken, sol kitle sokaklardan uzaklaşmış ve evlerine kapanmış haldeyken, hemen hemen
iç savaş konusu tümüyle unutulup gitti. İç savaşa ilişkin söylenenler havaya ve yazılanlar suya yazılmışçasına hiçkimseyi hiçbir biçimde ilgilendirmeyen bir durum ortaya çıktı.
Mayıs sonuna gelindiğinde, PKK’nin ağır kayıplara uğradığı “hendek savaşları” birden sona erdi. Gündem, bir kez daha “askeri darbe” oldu.
Haziran ayı “darbe” tartışmalarıyla geçerken, Recep Tayyip Erdoğan iç savaş örgütlenmesini pekiştirmeyi ve geliştirmeyi sürdürdü. Böylece olası bir “Sisi darbesi” karşısında kendine bağlı “sivil güçleri” “Rabia meydanı”na çıkarabilmenin koşulları oluşturuldu. “Rabia” onların son direnme alanı olurken, bunun için gerekli psikolojik ortam zaten oluşmuştu.
15 Temmuz gece yarısından sonra, yani “fethullahçı darbe”nin “başarısız” olduğu anlaşıldıktan sonra tüm iç savaş güçleri
sokağa salındı. Sokaklar “fethedildi”. Kendi komuta yapısı tümüyle dağılmış ve kendi içinde parçalanmış TSK, “sokak” aracılığıyla tasfiye edilmeye başlandı. Sonuçta, “sokak”taki iç savaş güçleri ve “resmi” polis gücü ülkenin tek zor ve silahlı gücü olarak resmen devlete el koydu.
Gelinen aşamada TSK büyük ölçüde tasfiye edilerek etkisizleştirilirken (ve büyük bir prestij kaybına uğratılırken), askeri okulların kapatılması ve “sivil otoriteye” bağlı kılınmasıyla iç savaş örgütlenmesinde yeni bir evreye girildi. Bundan sonra “askerler” birer polis haline dönüştürülürken,
özel harekat polis eğitim programının TSK’nın yeni subay yetiştirme programı olarak kullanılmasının yolu açıldı. Artık özel harekatçılar “yeni TSK”nın üstü haline getirildi.
Bugün Recep Tayyip Erdoğan ve şürekası (özellikle Katar emirinin maddi ve mali desteğinde) özel harekatçıların komutasında polis teşkilatıyla “silah tekelini” ele geçirmişlerdir. Bu “silah tekeli”, aynı zamanda “sokak”taki “sivil” iç savaş güçleriyle meşruiyet kazanmıştır.
Askeri okulların kapatılması ve TSK’nın kuvvet komutanlıklarının Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması bu gelişmenin “doğal” sonucu olurken, TSK içinde kendilerine biat edenlerin istihdam edildiği göstermelik bir “ordu” oluşturulmaya yönelinmektedir.
Şurası kesindir ki, bu göstermelik “ordu”, hiçbir biçimde “NATO’nun ikinci ve dünyanın dördüncü büyük ordusu”nun yerini alamayacaktır. Alamayacağı gibi, özel harekatçıların komutası altında oluşturulacak olan “polis ordusu” da, bir düzenli ordunun işlevini yerine getiremeyecektir. Böyle bir “polis ordusu”, sadece yasal görünüm altında (“yok yasa, yap yasa”yla çıkartılan yasalarla) Türkiye’nin “tek ordusu” olsa da, hiçbir yasayı gözetmeyen ve her eylemiyle yasadışı olan bir silahlı güç olmaktan öteye geçmeyecektir.
Açıkçası, bugün Recep Tayyip Erdoğan,
tüm iç savaş güçleriyle siyasal iktidara (devlete)
el koymuştur. Buna isterse “sivil darbe” denilsin, her durumda iç savaş güçleri iktidara gelmiştir.
İç savaş ilan edilmiş ve ilan eden taraf tüm güçleriyle iç savaşa göre mevzilenmiş ve harekete geçmiştir. Üstelik iç savaş güçleri, “devlet gücü” olmuşlardır. Dahası bu “devlet gücü”, eski düzenin anayasasının (12 Eylül anayasası) görüntüsel yasallığı içinde OHAL yetkileriyle donatılmıştır.
İlan edilmiş iç savaşın bir tarafı çok açık biçimde görünür olurken, diğer tarafı (ister TSK denilsin, ister “halk güçleri” denilsin) ortalıkta görünmemektedir. Dolayısıyla ortada ilan edilmiş bir iç savaş vardır, ama bu savaşın diğer/karşıt unsuru ortalıkta yoktur. Bu da, özellikle solda belirsizlik ve bekle-gör tutumu yaratmaktadır. Bu yüzden iç savaş konusu fazla “revaçta” değildir.
Burada öncelikle “iç savaş” konusuna (ne kadar yazılmış-çizilmiş olursa olsun) netlik kazandırmak gerekmektedir.
Lenin, iç savaşa ilişkin birkaç yazısından birisinde iç savaşı şöyle tanımlar:
“18. yüzyılın sonundan beri Avrupa’daki bütün devrimlerin deneyimine tamamıyla uygun düşen bu deneyim, bize gösteriyor ki, iç savaş, birbiri ardı sıra gelen, birbiri üzerine yığılmış, artmış, kızışmış, iktisadî ve siyasal çatışmalardan sonra iki sınıf arasında silahlı çatışma haline dönüşen sınıf savaşımının en keskin biçimidir. Ülkelerin pek çoğunda –hemen istisnasız hepsinde denilebilir– ne kadar az özgür ve az gelişmiş olurlarsa olsunlar, kapitalizmin bütün iktisadî gelişmesinin, bütün dünyadaki modern toplumun tüm tarihinin, aralarında uzlaşmaz karşıtlık yarattığı ve bu uzlaşmaz karşıtlığı güçlendirdiği sınıflar arasında, yani burjuvazi ile proletarya arasında iç savaş görülür.” (abç) (Lenin, Nisan Tezleri-Ekim Devrimi, s. 160-161.)
Lenin, aynı yerde “proletarya iç savaşının başlangıcı” ile “burjuva iç savaşının başlangıcı” arasında ayarım yapar. Bu ayrım, çok açık biçimde, burjuvazinin
tek yönlü bir iç savaş başlatabileceğini belirtir. Diğer bir ifadeyle, bir iç savaşın olabilmesi için mutlak biçimde “iki tarafın” olması şart değildir. Bir taraf doğrudan iç savaş başlatabilir. Sorun, bir tarafın doğrudan başlattığı bir iç savaş karşısında “diğer taraf”ın tutumu ve yapacaklarıdır.
Lenin, bu “tek taraflı iç savaş”a örnek olarak 1917’deki Kornilov isyanını gösterir.
“Kornilov isyanı ise, başta kadet partisi tarafından yönetilen, toprak sahipleri ve kapitalistler tarafından desteklenen, burjuvazinin bir iç savaş başlatmasının eşiğine gelen bir askeri komploydu.” (agy)
Görüldüğü gibi, devrim öncesi Rusya’sında Kornilov’un
askeri darbe girişimi (Kornilov, Geçici Hükümet’in başkomutanıdır) “burjuva iç savaşının başlangıcı” olarak tanımlanmaktadır. Eğer bu askeri darbe başarıya ulaşmış olsaydı, açıktır ki, devrimci proletaryaya ve köylülere karşı (ki Sovyetler olarak örgütlenmişlerdir) kanlı bir bastırma ve yok etme harekatı düzenlenecekti.
Özetle söylersek, iç savaş, her durumda karşıt iki gücü gerektirir, ancak bu bir tarafın tek yönlü iç savaşa girişmeyeceği anlamına gelmez.
Bugün Recep Tayyip Erdoğan, bir yandan TSK’yı parçalayıp yok ederken, diğer yandan olası her türlü toplumsal muhalefete karşı bir iç savaş başlatmıştır. Bu iç savaşta, toplumsal muhalefet bu savaşın hedefidir. Toplumsal muhalefetin böyle bir iç savaşa karşı savaşa girmemesi, iç savaş gerçeğini değiştirmemektedir. Sadece iç savaş yerine, toplumsal muhalefetin
topyekün sindirilmesine ve yok edilmesine yönelik bir saldırıdan söz edilebilir. Bu da, ilan edilmiş tek taraflı iç savaşta “diğer taraf”ın edilgenliği, pasifliği demektir.
Doğal olarak, bu aşamadan sonra, iç savaştan değil, “resmi devlet güçleri”nin toplumsal muhalefeti sindirmek ve yok etmek amacıyla zor ve şiddeti en son sınırına kadar kullanmasından söz edilebilir.
Böylesi bir
özgün durumun ortaya çıkması, yani iç savaş koşulları nesnel olarak mevcutken ve fiilen tek yönlü iç savaş başlatılmışken, toplumsal muhalefetin (iç savaşın hedefi) örgütsüz olması ve iç savaşa girişebilecek durumda olmaması, devletin tümüyle iç savaş başlatıcılarının denetimine geçmesi sonucunu doğurmuştur. Bu andan itibaren, artık “yeni devlet” güçleri ile yürütülen bir
karşı-devrim sözkonusudur.
Bu karşı-devrimin (istenirse buna “karşı-darbe” de denilebilir) ilk hedefinde “fethullahçı darbeciler” görünüyor olsa da, gerçekte hedef tüm toplumsal muhalefettir.
Bugün Ergenekon ve Balyoz “mağdurları”nın gönüllü katkısıyla ve “sol”un ne yapacağını bilemez haliyle (ki mevcut zihniyetiyle ve örgütlenme anlayışıyla zaten yapabileceği bir şey yoktur) bu gerçeğin üstü örtülmüştür.
Eski düzenin anayasası açısından bile gayrı-meşru olan bir iktidar vardır ve kendi meşruiyetini kendi kendisine oluşturmaya yönelmektedir. Bu gayrı-meşru iktidara karşı “direnme hakkı” ne kadar evrensel bir hak olursa olsun, bu hakkı kullanacak kitleler ve onun öncüleri mevcut değildir.
OHAL, geçiş koşullarında ilan edilmiş bir sıkıyönetimdir. Recep Tayyip Erdoğan’ın OHAL’i ile 12 Eylül “paşaları”nın sıkıyönetimi bir ve aynıdır. Nasıl ki, 12 Eylül “paşaları”nın çıkardığı yasalar ve kararnameler
anayasa hükmü olarak kabul edilmişse, bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın OHAL’a dayanarak çıkardığı Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) aynı özelliğe sahiptir.
Hiç kimse kendisini ve çevresini aldatmamalıdır. OHAL, sıkıyönetim halidir ve sıkıyönetim devletin tüm zor ve şiddet araçlarının maddeleştirilmesi demektir. Artık görev, içinde yaşanılan sürecin ne olduğunun tahlil edilmesi ve buna uygun “strateji ve taktik” saptanması değildir. Ortada fiili bir durum vardır ve bunun ne olduğuna ilişkin “teori” yapmanın fazlaca bir önemi yoktur.
“Teori” yapmanın, derin tahlillere girişmenin fazlaca bir önemi yoktur, çünkü herşey ortadadır. Böylesi durumları kapsayan bir devrimci çizgiye sahip olmayanların, bu durum karşısında “arayışa” girmeleri ve “çözümler” üretmeye çalışmaları, sadece zaman kaybıdır ve
yenilgiyi baştan kabul etmekle özdeştir.
OHAL koşullarında (isterseniz buna “sıkıyönetim koşulları” da diyebilirsiniz), Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş güçlerinin sokağa egemen olmuş olduğu bir ortamda,
ya herşeye boyun eğerek olayların gelişimini izlemekle yetinilecektir,
ya da bu koşullarda ve bu ortamda direnme ve mücadele etme yolu seçilecektir.
Birincisi, çok açıktı ki, teslimiyetten başka bir şey değildir. Recep Tayyip Erdoğan’ın ilan ettiği iç savaşta “zafer” kazandığını kabul etmek, buna boyun eğmek demektir.
İkincisi ise,
her türlü olumsuz koşullara rağmen, mücadeleye girişmek ve bu karşı-devrime karşı
devrimci mücadeleyi başlatmak demektir.
“Sol”, alabildiğine legalize olmuş ve bu legalizasyon içinde, “soyut gelecek için somut bugünden vazgeçmeyen” bireyselleşmiş bireylere dayanan bir amorf (biçimsiz) oluşumlardan ibarettir. Bu oluşumların (örgütlerin ya da partilerin diyemiyoruz, çünkü bu sözcüklerin ifade ettiğiyle hiçbir ilgileri yoktur) yapabilecekleri hiçbir şey olmadığı gibi, kendilerini koşullara uygun hale (savaş koşullarına) dönüştürmeleri de söz konusu değildir.
İllegal, gizli ve silahlı bir örgütlenme olmaksızın, OHAL koşullarında, eski düzenin anayasasındaki anlamında sıkıyönetim koşullarında “polis ordusu”na ve sokaklarda egemenlik kurmuş sivil-lümpen güruhlara karşı (küçük de olsa) bir şeyler yapabilmek olanaksızdır.
Gerçekleri açık biçimde ortaya koymak zorundayız.
Bugün Türkiye solunda bu koşullar altında mücadele edebilecek bir örgütlülük yoktur. Kimilerinin öyleymiş gibi kabul etmek durumunda olduğu PKK, böyle bir mücadelenin aracı olamayacak kadar kendi programına gömülmüş durumdadır. PKK etrafında toplanmış ve PKK’nin olanaklarıyla (Doğu Karadeniz bölgesinde) birşeyler yapıyormuş gibi görünen kesimlerin, bu konumlarından çıkarak Türkiye devrimci mücadelesinin örgütleri haline dönüşmesi beklenemez. Yapabilecekleri şey, kırsal alanlarda ve kendi faaliyet yörelerinde birkaç silahlı eylemle sınırlıdır. Bu da PKK’nin konjonktürel politikalarıyla uyumlu olduğu sürece söz konusudur.
Legalistlerden PKK “müttefiki” olanlara kadar tüm sol, yaşanılan olağanüstü koşullara uyum sağlayabilecek ve buna bağlı mücadele yürütebilecek durumda değildir. Yapabilecekleri şey, sadece olayları seyretmek ve kendilerini (“yöneticileri”ni) korumamaktan ibarettir. Onlar için “Salkım söğüt” şiiri henüz okunmuş gibidir.
Zor olan, ama yapılması gereken, legalizm tarafından her yönden örgütsüzleştirilmiş sol unsurların, bu olağanüstü koşullarda örgütlenmesi, eğitilmesi ve mücadeleye sokulmasıdır. Gizli çalışmanın hemen hiç bilinmediği, illegal faaliyetin neredeyse unutulduğu, silahlı örgütlenmenin “terörizm” olarak kafaların içine yerleştirildiği bir ortamda örgütlenmek ve mücadele etmek.
İşte zor olan, imkansız görünen budur.
Bu durumdan, “gerçekçi ol, imkansızı iste” türünden ajitatif söylemlerle çıkabilmek de, mevcut legalist örgütlenmelerin dönüştürülebileceğini ummak/sanmak da safdillikten başka bir şey değildir.
Birkaç günlük yayınla (üç gazete ve bir televizyonla) ne olup bittiğinin izlenebildiği, her türlü “çağdaş” iletişim olanaklarının kolayca kesilebildiği bir gerçeklikte, “akıllı telefonlar”la, “internet iletişimi” ile, yani “sanal” olarak örgütlenmekten söz etmek de budalalıktır.
Bugün, 12 Eylül askeri darbesi koşullarından çok daha geriye düşülmüştür. Kendi varlıklarını korumak için “steril” bir ilişki ağına kendini mahkum etmiş “sol”, her türlü uyarıyı elinin tersiyle bir yana itmiştir. Bu nedenle onları uyarmanın da zamanı geçmiştir.
İçinde yaşanılan gerçekliğin bilincinde olan ve bu gerçeklik karşısında (çok zor da olsa) bir şeyler yapmak isteyen herkes, öncelikle, ne olanağa sahip olduğunu ve ne yapabileceğini düşünmelidir. Kendisi gibi düşünen insanlar bulmaya çalışmalıdır. Ancak bu çalışmasında, daha ilk andan itibaren gizliliğe (aşırıya kaçabilse de, amatörce olsa da) özel önem vermelidirler. Nereden ve nasıl mücadele “araçları” bulabileceklerini araştırmalıdırlar. “Sanal iletişim” araçları dışındaki “klasik” araçlarla iletişim kurmaya çalışırken, doğru devrimci çizginin çerçevesinde kendilerini örgütlemelidirler.
Bütün bunlar yapılırken, Recep Tayyip Erdoğan’ın “polis devleti”nin ve sokak çetelerinin saldırılarına hazır olmalıdırlar. Gerekirse saldırıya uğrayan ya da uğramak durumunda olan kitleleri “kitlesel göç”e yönlendirebilmelidirler.
Bunlar, olağanüstü koşullarda başarılması olağanüstü zor görevlerdir. Bu konuda Türkiye devrimci mücadelesinin tarihsel deneyimi çok sınırlıdır ve bunlar da legalizmin hegemonyası altında unutulup gitmiştir.
Ya cellada boyun eğilecektir ya da mücadele ederek, direnerek, savaşarak ayakta kalınacaktır.
Sözlerimizi Che Guevara’nın sözleriyle noktalayalım:
“Gerilla savaşçısı, çizilmiş hedefin büyüklüğü ve onun gerçekleşmesi için yapılması gerekecek fedakârlıkların çokluğu ölçüsünde yiğitlik kazanacaktır. Bu fedakârlıklar günlük çatışmalar, düşmanla adam adama çarpışmalar olmayacaktır. Bunlar çok daha ince ve gerillalar için ruhen ve bedenen çok zor dayanılacak biçimler olacaktır.
Belki düşman orduları tarafından çok kötü bozgunlara uğratılacaklardır. Kimi zaman gruplara bölünecekler, tutuklanırlarsa işkence göreceklerdir. Etkinlik için seçilmiş bölgelerde kuduz hayvanlar gibi izlenecekler, düşmanın peşinde olması huzursuzluğu onları sürekli kovalayacak, ileri sürülen nedenlerin ortadan kalkması ile baskı birliklerinden kurtulmak için, korkutulmuş köylülerin bile onları belli durumlarda teslim edeceklerine dair herkese ve her şeye şüpheyle bakacaklardır.
Ölümün bin kez mevcut bir kavram ve zaferin yalnızca bir devrimcinin hayal edebileceği rüya olduğu anlarda ölümden ya da zaferden başka bir alternatif olmamacasına.”
İşte yaşanılan dönemde devrimcilik budur.