İçinde bulunulan “an”da meydana gelen bir olayı ya da olayları anlayabilmek ve kavrayabilmek için, her şeyden önce, “an”da meydana gelen olayın diğer olaylarla bağlantısını kurmak gerekir. Diyalektiğin en temel unsurlarından biri, her şeyin birbirine bağlı olduğudur. Bu bağlar kurulmadığı sürece, meydana gelen olaylar birbirinden kopuk, her biri diğerleriyle ilişkisi ya da bağlantısı olmayan tekil olaylar olarak algılanır. Böyle bir algının ortaya çıkardığı bilgi ya da bilinç de parçasal olur ve her biri diğerini dışlayan olgular yığını haline dönüşür. Doğal olarak bu olgu yığıntısı, “an”da meydana gelen olayı da bu yığıntıya dahil ederek yoluna devam eder. Ancak bu olgu yığıntısı içinde gelişen olayların bütünsel bilgisine ulaşılamayacağı gibi, tekil (“an”sal) olayların hangi sürecin parçası olduğunun da saptanmasını olanaksızlaştırır.
Genellikle politikada, özellikle de düzen içi politikalarda, Demirel’in “tarihe geçmiş” sözüyle, “dün dündür, bugün bugündür”, dünde söylenenler dünde kalır ve “bugün”, dün’den ayrılmış, dün’den soyutlanmış kendi başına bir varlık olarak sunulur. Bugünün olayı olarak seçimleri, seçimlere katılan partileri, partilerin tutumlarını ve seçim söylemlerini ele aldığımızda bu durumla sıkça karşılaşılır.
Her seçimin, bir önceki seçimle istatistiksel/sayısal olarak karşılaştırılması, seçimler arasında bir “bağ”lantı kurulmasından çok, toplumsal-siyasal olayların mekaniksel bir karşılaştırması için kullanılır. Tekil olay olarak bakıldığında, her seçim, sanki ilk kez oluyormuşçasına ele alınan bir “olay” olarak sunulur. Partilerin (eğer varsa) yeni söylemleri, yeni sloganları, yeni “vitrin” yüzleri ve “medya”da sunuluş tarzları, hemen her durumda böyle bir “algı”nın oluşturulmasına hizmet eder. Bunun sonucu olarak da, geniş halk kitleleri, özellikle sol seçmen kitlesi, her seçime yeni umutlarla, yeni beklentilerle girer.
Oysa yakından bakıldığında, her seçim, bir önceki seçimin ortaya çıkardığı sonuçların üzerinde yükselir. Bu açıdan her bir seçim, daha önceki seçimlerle doğrudan bağlantılıdır. “Yeni umutlar”, “yeni beklentiler” denilen şey, bir önceki (hatta çok daha önceki) seçimlerde gerçekleşmeyen umut ve beklentilerin “bu sefer” gerçekleşebilirliği umudu ve beklentisinden başka bir şey değildir. Bir bakıma seçim tarihinde herşey yeniden ve yeniden tekerrür eder.
Sol söylemle ifade edersek, seçimler, mevcut düzenin kendi meşruiyetini korumak ve pekiştirmek amacıyla iki ya da dört yılda bir sahnelenen bir siyasal girişimdir. Seçimlere atfedilen önem, yüklenen değer, her durumda mevcut düzenin çerçevesi içinde biçimlenir ve bu düzeni ayakta tutmaya hizmet eder. Ancak somut gerçeklikte seçimler, her ne kadar mevcut düzenin kendisini korumayı, yer yer mevcut düzenin “restorasyon”unu amaçlasa da, toplumsal muhalefet açısından mevut düzenin >bu yolla değişebileceği beklentisine yol açar.
Bir ülkede, her ne kadar onlarca yıl seçimler yapılmış ve her seçimden mevcut düzen kendisini koruyarak ve yer yer onararak (restore ederek) çıkmış olursa olsun, yine de seçimlere ilişkin beklentiler, yani mevcut düzenin bu yolla değiştirilebileceği “umudu” varlığını sürdürür.
Bu yanılsamanın (ya da bilinçli çarpıtmanın) temelinde, her seçimin tekil ve kendi başına bir olay olarak ele alınması yatar. Bu yanılsama da, toplumdaki sınıfsal ilişkileri ve çelişkileri bir yana bırakarak, sadece siyasal söylemlere bakarak insanların o “an”da belli bir “tercih”te bulunduklarını varsaymaya dayanır.
7 Haziran seçimleri arifesinde ülkede gelişen (seçime dayalı) siyasal olaylara, tutumlara, ilişkilere vb.’ne bakıldığında, düzen içi tüm partilerin “yeni”, “yepyeni” arayışlar içinde oldukları açıkça görülmektedir. Bu “yeni”, “yepyeni” arayış, genellikle düzen içi muhalefetin bir önceki seçimdeki (ki somutta 12 Haziran 2011 seçimleridir) “başarısızlığı”nın telafi edilmesine yöneliktir. Bu da, ancak bir önceki (hatta çok daha önceki) seçimlerdeki “başarısızlığın” tekil bir olgu haline getirilmesiyle olanaklıdır. Dolayısıyla her seçimi kendi başına bir “olay” olarak sunmak, düzenin muhalefet partilerinin de çıkarınadır.
Genel geçer söylemle, “çok partili seçimler” Türkiye’de 1946 yılından bugüne kadar, tamı tamına 69 yıldır yapılmaktadır. Askeri darbe dönemlerinde bile seçimler “zamanında” yapılmıştır. 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden yaklaşık bir yıl sonra (15 Ekim 1961) genel seçimler yapılırken, 12 Mart askeri darbesinden sonraki ilk seçim, “zamanında”, 23 Ekim 1973 tarihinde yapılmıştır. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında ilk genel seçim (biraz “zamanını” aşarak) 6 Kasım 1983’de yapılmıştır.
Bu olgular, mevcut düzenin kendisini askeri darbe yoluyla, yani yönetimi askerileştirerek “restore” etmesi koşullarında bile seçimlerden vazgeçemediğinin açık kanıtıdır.
O halde seçimler mevcut düzen (oligarşik düzen) açısından böylesine önem taşırken, toplumsal muhalefet (ya da sol) açısından da aynı ölçüde ve oranda önem verilmesinin nedenleri üzerinde durulması gerekir.
Burada seçimlerde toplumsal muhalefet, kimi durumda “sosyal-demokrat” ya da “demokratik sol” söylemlere sahip CHP tarafından temsil edilse de, CHP’nin “sol” temsiliyeti her zaman “bizimi sol”un seçimlere verdiği önemle ve seçimlere katılımla meşrulaştırılmıştır.
“Sol”un sol adına seçimlere katılımıyla sağlanan meşruiyet, kaçınılmaz olarak oligarşik düzenin seçimler yoluyla sağlamaya çalıştığı kendini koruma ve kollama işlevinin yerine getirilmesine hizmet etmiştir ve hala da etmektedir.
Sol, ama çoklukla kendisine “marksist”, “sosyalist” ve hatta “komünist” adını veren “sol”, seçimlerin bu niteliğini bildiği halde, her seçimde (TİP’in 15 milletvekili çıkardığı 1965 seçimleri dışında) binde bir düzeyinde oy almasına rağmen seçimlere katılımda neden bu kadar ısrarcı olabilmektedir?
Bu sorunun yanıtı, hiç şüphesiz seçimlerin bir “çare”, “özlenen ve istenen yeni bir toplumsal düzene geçiş” için bir “yol” olarak görülmesinde değildir. Bazı ayrıksı durumlar dışında (ki 1965 TİP’inin başında yer alan, “güler yüzlü sosyalizm”den söz eden M. Ali Aybar vb.) hiçbir “sol” örgüt, seçimlerden böyle bir “beklentisi” olduğunu söylemez, kendi varlığını sona erdirmeye kalkışmadığı sürece söyleyemez. Bu nedenle, seçimlere katılan ve bu yolla mevcut oligarşik düzeni meşrulaştıran “sol”, bin dereden bin su getirerek katılımını haklı ve mazur göstermeye çalışır. Sonuç ise (yine ayrıksı bir durum olarak 1965 seçimlerini dışta bırakıyoruz), her zaman aynı olmuştur: Binde birlerle sayılanabilen bir oy miktarı.
1977 Genel Seçimleri’nde legalizmin “kalesi” TİP oyların binde 14’üne karşılık gelen 20.565 oy alabilmiştir (toplam seçmen 21,2 milyondur). 1983 ve 1987 genel seçimlerinde “bağımsız” bir “sol” sıfatlı parti katılmamıştır. 1991 Genel Seçimleri’nde, Kürt legal siyasal hareketi (o zamanki adıyla HEP) Erdal İnönü’nün başkanlığındaki SHP listelerinden seçime girerken, Doğu Perinçek tek başına “sol”un temsilcisi olarak seçim oyununa meşruiyet kazandırmıştır. Doğu Perinçek’in aldığı oy miktarı 108.369, yani binde 44’dür (toplam seçmen 30 milyondur).
1995 Genel Seçimleri “sol” ve Kürt legal siyasal hareketi açısından biraz daha hareketlidir.
Cem Boyner’in “Yeni Demokrasi Hareketi” neo-liberal sol söylemle seçimlere katılmış ve 133.889 oy (binde 48) alabilmiştir. HADEP olarak “tek başına” seçime katılan Kürt legal siyasal hareketi ise, 1.171.623 oy (%4,2) alırken, Doğu Perinçek’in aldığı oylar 61.428 olmuştur (binde 22).
1999 yılındaki seçimlerde seçmen sayısı 37 milyon olurken, “sol”, sözcüğün tam anlamıyla, tüm “gücü” ile seçimlere katılmıştır.
Ufuk Uras’ın başkanlığında seçime katılan ÖDP oyların binde 80’ini (248.553) alırken, Levent Tüzel’in başkanlığında EMEP’in aldığı oy 51.756, yani binde 17 olmuştur. Yine legalist solun müdavimlerinden olan SİP-TKP ise 37.680 (binde 12) oy alabilmiştir. Doğu Perinçek ise, 57.607 oy alabilmiştir (binde 18).
Kürt legal siyasal hareketi, bu seçimlere de “tek başına”, yani ayrı parti olarak katılmış ve 1.482.196 oy (%4,75) almıştır.
2002 Genel Seçimleri AKP’nin “zaferi” ile sonuçlanırken, “bildik sol”, legalist sol alışılagelen oy oranlarıyla durumu idare etmiştir. Doğu Perinçek, binde 51 oy (159.843) alırken, ÖDP’nin oyları 106.023, yani binde 34 olmuştur. Yeni adıyla TKP (SİP) bu seçimlerde 59.180 (binde 19) oy alabilmiştir. Levent Tüzel’in başkanı olduğu (bir zamanların illegal TDKP’sinin legalizasyonu ürünü olan) EMEP, 2002 seçimlerinde Kürt legal siyasal hareketinin “bileşeni” olarak “bağımsız sol parti”ciliğe bir süreliğine ara vermiştir. Kürt legal siyasal hareketi, 2002 seçimlerine yine parti olarak (DEHAP) katılmış ve oyların 1.960.660’ını alarak %6,22 oy oranına ulaşmıştır.
2007 Genel Seçimleri’nde legalist solun “makus talihi” değişmemiştir. ÖDP, Kürt legal siyasal hareketinin “bileşeni” olarak Ufuk Uras’ı meclise gönderirken, parti olarak katıldıkları yerlerde binde 15 oy oranıyla 52.055 oy alırken, SİP-TKP’si oy “patlaması” yaparak oy oranını binde 19’dan binde 23’e çıkarmıştır. EMEP, bir kez daha Kürt legal siyasal hareketinin “bileşeni” olarak “Bin Umut Adayları” saflarında yerini almıştır.
Kürt legal siyasal hareketi, daha önceki seçimlerden farklı olarak, 2007 seçimlerine parti olarak değil, bağımsız adaylarla (“Bin Umut Adayları”) katılmış ve %5,24 oy oranıyla 1.835.486 oy almıştır. Doğu Perinçek’in oy oranı ise, binde 37 olmuştur (128.148).
2011 seçimlerinde legalist sol, diğer deyişle, bindelik soldan EMEP, Kürt legal siyasal hareketinin “bileşeni” olarak boy göstermiş ve bindelik oy oranlarıyla kendilerine ayrılan “kontenjan”dan Levent Tüzel’i parlamentoya göndermiştir. ÖDP ise, “usul hatası” nedeniyle (seçim evraklarını zamanında YSK’ya teslim etmeyi unuttuklarından!) seçime katılamamıştır. SİP-TKP’si “genç başkan”la seçimlere katılarak, bir kez daha bindelik oranda oy almıştır (binde 15/ 64.006).
Bir kez daha “bağımsız adaylar”la seçime katılan Kürt legal siyasal hareketi 2,8 milyon oy alarak (%6,57) 35 milletvekili çıkarmıştır.
Şimdi 2015 seçimleri sath-ı mailine girildiğinde legalist sol, bindelik sol, bir kez daha “şansını” denemek durumundadır. Ancak durumlar “biraz karışık” görünmektedir.
Herşeyden önce ÖDP ve SİP-TKP’sinin oluşturduğu “Birleşik Haziran Hareketi” diye bir “olgu” ya da “olay” ortaya çıkmıştır. “Hareket”, kendisinin seçimlere yönelik bir “oluşum” olmadıklarını iddia ettiği için (kendi ifadeleriyle, “Haziran kendisini seçimle sınırlayan bir hareket değildir”) seçimlere ilişkin “somut” bir belirleme yapamamıştır. Seçimlere ilişkin yaptıkları açıklamada şunları söylemektedirler:
“AKP diktatörlüğüne karşı halkın birleşik ve örgütlü mücadelesinin sorumluluğunu üstlenen Birleşik Haziran Hareketi seçim sürecinde de AKP’yi geriletmeyi temel alan aktif bir mücadele yürütecektir. Bu mücadelesini AKP faşizmi karşısındaki tüm ilerici-devrimci ve demokrat güçlerle dayanışma içerisinde sürdürecektir.”
Böylece (kendilerine HH, yani “Haziran Hareketi” diyorlarsa da) BHH, “bileşenleri”ni serbest bırakmış ve isteyenin istediğini yapabileceği, isteyenin ayrı olarak seçime katılabileceğini, isteyenin Kürt legal siyasal hareketini destekleyebileceğini dolaylı biçimde ifade etmiştir. Bunun sonucu olarak, karpuz gibi ikiye bölünmüş olan SİP-TKP’sinin KP kolu (Süleyman Aydemir-Kemal Okuyan tayfası) parti olarak seçime katılma kararı almıştır. Geri kalan “bileşenleri”, özellikle ÖDP, Kürt ulusal hareketiyle tüm “köprüleri” atmak zorunda kalmadığından BHH’nın bu “son kararı”ndan memnun ve mutlu görünmektedir. Böylece hem Musa’ya, hem İsa’ya yaranabileceklerini sanmaktadır.
Görüldüğü gibi, legalist sol, tüm zamanlarda şu ya da bu biçim altında seçimlere katılmış ve her seferinde bindelik oranlarda oy almıştır. Buna rağmen, seçim zeminini “mevcut düzeni teşhir etmek için” kullanma paravanası altında varlıklarını ve tutumlarını sürdüre gelmektedirler. Değişik oportünist oyunlarla, demagojik söylemlerle gerçek yüzlerini gizleyen bu legalist solun saflarında yer alan binlerce kişi, ellerine tutuşturulan bildirilerle düzeni teşhir ettikleri sanısıyla her seçimde seferber edilmekte ve sonuçta bindelik oy oranına rağmen, “doğru ve iyi” bir iş yapmış olmanın “huzurunu” duymaktadırlar.
Burada haklı olarak şu soru ortaya çıkmaktadır: Bu tutum neden ileri geliyor? Halk enerjisini neden hep böyle boşuna harcıyor?
Che’nin sözüyle, bu “tutum”, bir zamanlar “taktik hedefler ile stratejik hedefleri korkunç bir biçimde birbirine karıştırmaları”nın, “önemsiz saldırı mevzilerini ve elde edilen küçük kazançları, sınıf düşmanının temel hedefleri olarak göstermeyi bilen gericiliğin akıllıca davranışının”, yani manipülasyonunun (yönlendirmesinin) bir sonucuysa da, bugün tümüyle devrimci mücadelenin terk edilmesinin getirdiği bir pragmatizmin ürünüdür.
Legalist solun bu pragmatizmi, her durumda “varlığını” sürdürmeye indirgenmiş apolitik bir tutumdan ibarettir. Bunu yaratan somut olgu ise, 12 Eylül askeri darbesiyle ortaya çıkan depolitizasyon ve ideolojisizleştirmenin süreklileşmesi ve legalist sol tarafından “varlık” koşulu haline dönüştürülmesidir.
Depolitizasyon ve ideolojisizleştirme geniş halk kitlelerini etkisi altına almış, özellikle ilerici, demokrat, yurtsever ve devrimci insanları farklılaştırmıştır. Yetişen yeni kuşaklar bu ortamda ve bu ortamın ilişkileri içinde biçimlenmişlerdir.
Bu durum, Latin-Amerika bağlamında şöyle tanımlanabilir (üstelik 1989 yılında):
“Bugün sol kelime hazinesinden ‘sosyalizm’ ve ‘devrim’ gibi kelimeler kaybolmuş vaziyette, herkes ‘barıştan’, ‘demokrasiden’ ve ‘çoğulculuktan’ bahsediyor. Örneğin Uruguay KP’si ‘proletarya diktatörlüğü’ üzerine hiçbir şey duymak istemiyor, çünkü -uzun yıllar bizzat tutuklu kalmış olan genel sekreter Jaime Perez’in deyimiyle- ‘ben bu kadar yıllık diktatörlükten sonra diktatörlükler üzerine hiçbir şey bilmek istemiyorum’.” (Gaby Weber, Gerilla Bilanço Çıkartıyor, s. 32.)
Bu ortamda yetişen yeni kuşakların siyasal faaliyetler karşısındaki tutumunu ise, yine aynı tarihte Tupamaros şöyle anlatıyor:
“Yeni üyelerimiz olsa da ve toplantılarımıza birçok insan gelse de veya yayınlarımız oldukça başarılı olsa da, bütün bu insanları örgütleyecek konumda değiliz. Bugüne kadar net yanıtlar veremedik. Ayrıca insanlara belli bir taban grubunda çalışmalarını, en azından haftada bir bu işe üç-dört saat ayırmalarını ve bu şekilde belli görevler üstlenmelerini de anlatamıyorsun. Her gün aktif olmalarını ise hiç mi hiç öneremiyorsun. İnsanlar bunu, yük taşımayı istemiyorlar ki. Bir hafta boyunca veya bir günlüğüne bir şey yapmaya hazırlar, ama MLN (Tupamaros) gibi bir örgütün bir üyesinin yapmak zorunda olduğu gibi sürekli bu şekilde yaşamak istemiyorlar.” (agy, s. 193.)
Legalist solun üzerinde yükseldiği ve varlıklarını korumaya yetecek kadar yeni insanlar devşirmek durumunda oldukları ortam ve zemin budur.
Böyle bir ortam ve zeminde, genel olarak devrimci mücadeleyi, özel olarak silahlı devrimci mücadeleyi örgütlemek ve yürütmek hiç de kolay değildir. Bir taraftan legalist solun, özellikle seçimler üzerinden yarattığı yanılsamalar, öte yandan ilerici kitlelerin “tüketim toplumu”na dönüşümün getirmiş olduğu düzene yeni araçlarla bağlanması, mevcut çelişkilerin açıkça görünür olduğu koşullarda, mücadele etmenin ve örgütlenmenin olmaz-sa-olmaz koşul olduğu ortamda bile devrimci unsurların ortaya çıkmasını engellemektedir.
Che Guevara yıllar öncesinden böylesi bir durumu ve bunun yarattığı sonuçları şöyle değerlendirmiştir:
“Yoğun bir şehirleşmenin ve gerçek bir sanayileşme değilse bile az çok gelişmiş bir hafif ve orta sanayinin bulunduğu ülkelerde gerilla grupları teşkil etmek daha zordur. Şehirlerin ideolojik etkisi, barışçıl usullerle örgütlenmiş kitle savaşları umudunu yaratarak gerilla savaşlarını frenler. Bu da bir çeşit ‘örgütçülük’ ya da ‘kurumculuk’ yaratır ki, az çok ‘normal’ sayılabilecek olan dönemlerde, halkın geçim şartlarının başka durumlara nazaran pek o kadar çetin olmaması ile nitelenebilir. Parlamento temsilcileri arasında devrimcilerin sayıca artmasının niteliksel değişimler getirebileceği umutları artar.” (Küba: Bir İstisna mı, Yoksa Sömürgeciliğe Karşı Mücadelenin Öncüsü mü?)
7 HAZİRAN SEÇİMLERİ VE
AKP’SİNDEN HDP’SİNE,
CHP’SİNDEN LEGALİST SOLA KADAR
DÜZEN PARTİLERİ
Bir zamanların revizyonist ve oportünistlerinin oluşturduğu legalist solun bindelik oy oranlarıyla sürdüre geldikleri seçim anlayışının yanında, Kürt ulusal hareketinin legal siyaset alanında örgütlenmesi ve bu legal örgütlenmede giderek legalist sola yaklaşması (ki “İmralı süreci”nin kaçınılmaz ve zorunlu bir sonucudur), seçim sath-ı mailinde “sol”da yeni hareketlenmelere yol açmaktadır. Özellikle 2007 ve 2011 yıllarında bu Kürt legal siyasal hareketin “bağımsız adaylar”la seçimlere katılması ve bu yolla azımsanmayacak sayıda milletvekili çıkarması legalist sol için yeni bir soluklanma, kendi meşruiyetlerini güçlendirme olanağı sağlamıştır. Üstelik legalist sola her seçim döneminde bir kişilik de olsa “kontenjan” vermesi ve bu sayede legalist solun kendisini “parlamento”da temsil edebilme olanağına kavuşması, bu “meşruiyeti”, yani kendi gerçek yüzlerini gizlemelerini daha da kolaylaştırmıştır.
Ama 7 Haziran seçimlerine Kürt legal siyasal hareketinin (hiç tartışmasız “İmralı”dan gelen talimat üzerine) parti olarak katılma kararı alması ve ardından neo-liberal “medya”dan ve “köşe” yazarlarından yoğun bir destek görmesi “yeni” bir durum olarak kabul edilmektedir.
Yukarda ortaya koyduğumuz gibi, Kürt legal siyasal hareketi 1991 yılından beri seçimlere katılmaktadır. 1991 seçimlerinde SHP listesinden meclise girilebilmişken, daha sonraki yıllarda (2007’ye kadar) parti olarak girme yönünde tutum sergilenmiş, ama hiçbir seçimde %10’luk barajı geçemediği gibi, en fazla %6,7 düzeyinde oy alabilmiştir.
Bugünü dünden farklı kılan tek şey, geçen yıl yapılan üç adaylı Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde Selahattin Demirtaş’ın %9,8 oranında oy almasıdır. Böylece %10 seçim barajına çok yaklaşılmıştır. Bu da “yeni” bir “taktik” ortaya atılmasına, yani seçimlere parti (HDP) olarak katılınması “taktiği”ne yönelinmesini getirmiştir.
Neo-liberal “medya”nın ve “yetmez, ama evet”çi neo-liberal solcuların yoğun desteğine mazhar olan HDP’nin, birbiri ardına yayınlanan (kimin tarafından yaptırıldığı bilinmeyen) “seçim anketleri”yle %10 barajını geçeceği iddiası pompalanmaya başlanmıştır. Burada amaç, Cumhurbaşkanlığı seçiminde S. Demirtaş’ın gösterdiği “performans”la sağlanan oyların HDP’nin oyları olarak gösterilmeye çalışılmasıdır. Özellikle Ekmelettin İhsanoğlu’nu “içine sindiremeyen” CHP’li sol seçmen burada “hedef kitle” durumundadır. Her ne kadar ipliği pazara çıkmış Dengir Mir Fırat gibi AKP’li “Kürt siyasetçi”ler aday gösterilerek (ya da aday gösterileceği söylenerek) AKP’ye yönelen Kürt oylarını kendilerine çevirebilecekleri hesapları yaptıkları iddia edilse de, her durumda “hedef kitle”, CHP’li sol seçmen kitledir.
Burada HDP’nin %10 seçim barajını geçip geçmeyeceği, tüm “medyatik” propagandalara rağmen fazlaca bir öneme sahip değildir. “Medya”da yapılan kimi matematiksel hesaplarla HDP’nin %10 barajı geçmesi durumunda AKP’nin meclisteki salt çoğunluğunu yitireceği, hatta tek başına iktidar bile olamayacağı propagandası, sadece Recep Tayyip Erdoğan’dan “kurtulmayı”, olmazsa “diktatörlüğünü” durdurmayı, o da olmazsa “sınırlandırmayı” ve “kısıtlamayı” tek seçim hedefi olarak benimseme eğiliminde olan seçmen kitlesini “av”lamaya yöneliktir.
Öte yandan HDP’nin bazı “piyasa aktörleri”ni (örneğin Terzi Fikri’nin oğlunu, her dönemin “sol” politikacısı Celal Doğan’ı, Ahmet Kaya’nın eşini) aday göstermesi popülist bir çizgide sol seçmen kitlesini “tavlamayı” hedeflemektedir.
HDP’nin %10 seçim barajını geçmesiyle ortaya çıkacağı ileri sürülen meclis “aritmetiği”nde AKP’nin tek başına iktidar olamayacağı, dolayısıyla bir başka “parti” ile koalisyona gitmek zorunda kalacağı iddiası ne kadar “dil”lendirilirse dillendirilsin, böyle bir “aritmetik”in ortaya çıkabilmesi için CHP ve MHP’nin alacağı oyların kesin belirleyici olacağı da ortadadır. 2011 seçimlerine göre HDP’nin %10 barajını geçebilmesi için
gerekli olan oy oranı %4,2’dir. Toplam seçmen sayısının 52 milyon ve seçimlere katılımın %80 düzeyinde olduğu göz önüne alınırsa (41 milyon), gerekli oy miktarı 4,1 milyon oya denk düşmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçiminde aldıkları 3,9 milyon oydan yola çıkılırsa, ihtiyaç duyulan oy miktarı 200 bindir. 2011 seçimlerinde aldıkları “öz ve has” oylara göre ise, 1,3 milyon oya ihtiyaçları vardır. Ama “hesap” hiç de bu kadar basit değildir!
Kendilerini destekleyen “medya”ya yapılan sunumda, HDP için “gerekli oy” miktarı 600 bin olarak ilan edilmiştir. Bu “hesap” şöyle yapılmaktadır: “2015 seçiminde katılım oranı yüzde 87 olursa 47,6 milyon geçer oy kullanılacağı varsayılıyor. Bu durumda %10 oy oranı, 4,8 milyon seçmene denk düşecek. Yurtdışı seçmenden dolayı seçime katılım oranı %3 düşeceğinden katılım yüzde 84 olarak hesaplanacak ve bu durumda geçerli oy sayısı 46 milyona düşecek. Haliyle yüzde 10 barajı, 4,6 milyon oy ile aşılabilecek.”
Biraz fazla “eğer”li, “şayet”li bir “aritmetik” de olsa, sonuçta HDP’nin %10 barajını geçebilmesi için legalist solun bindelik oylarına ihtiyacı neredeyse mutlaktır. Ama seçmen kitlesi emme-basma tulumbadan daha çok “birleşik kaplar”a göre hareket eder. Yani HDP’nin 600 bin “oy ihtiyacı”, her durumda diğer partilere verilen oylardan karşılanmak durumundadır. İşte ana sorun burada yatmaktadır. Bu 600 bin oyun iki kaynağı açıktır: Bu oylar ya CHP seçmeninden gelecektir ya da AKP seçmeninden. Ama beklenti, CHP seçmenine yöneliktir. Bu nedenden dolayı HDP’nin “seçim stratejisi” CHP’den umutlarını kesmiş olan “küskün” kitleyi kendisine çekmeye yöneliktir.
HDP, %10 seçim barajını geçerse, böylece mecliste “güçlü biçimde” temsil edilirse ve bunun sonucu AKP mecliste salt çoğunluğu yitirirse (üç “-se, -sa”), koalisyon hükümeti kaçınılmaz olacaktır. Bu durumda AKP ile hangi parti koalisyon yapacaktır? Bir kısım “medya”, özellikle Doğan “medya”sı AKP-CHP koalisyonundan yana görünmektedir. Ama “İmralı” muhabbetleri ve “İmralı”nın başkanlık sistemi”ne “sıcak” bakması (her ne kadar S. Demirtaş, 20 Mart’taki meclis grubu toplantısında “HDP olduğu müddetçe sen bu ülkeye Başkan olamayacaksın. Seni başkan yaptırmayacağız.” diye haykırmışsa da), AKP-HDP koalisyonunu daha fazla olası kılmaktadır. Böyle bir koalisyon olasılığının da, “İmralı”nın elini güçlendireceği kesindir.
HDP üzerinden yürütülen “seçim taktiği”nin diğer boyutu ise, %10 seçim barajının geçilmemesi durumuna ilişkin “B planı”dır.
Bu Amerikanvari “B planı”na göre, HDP, mevcut yasal çerçevede %10 barajını geçemezse, “anti-demokratik seçiminizi de, şovenist parlamentonuzu da alıp başınıza çalın” diyerek Diyarbakır’da bir “Kürt Ulusal Meclisi” toplayacaktır. Böylece bir yandan mevcut düzenin anti-demokratik ve ırkçı olduğu ilan edilmiş, öte yandan “bölgesel özerklik” fiilen kurulmuş olacaktır.
Bu “seçim kulislerinde” konuşulan bir “gizli taktik” olarak ortaya çıkmaktadır. Açıktır ki, seçimlere giren ve barajı geçmek için, Demirtaş’ın Gezi Direnişi’nin ilk günlerinde yan yana durmayacaklarını söylediği sözlerle, “darbeci, ırkçı, faşist çevrelere”, yani CHP kitlesine ihtiyacı vardır. Bu durumda, popüler yazının terimiyle söylersek, “ulusalcı”ların “tüylerini diken diken edecek” bir fiili “bölgesel özerklik”ten söz etmesi, “taktik gereği” zaten olanaksızdır. Ama böyle bir olasılığın her zaman mevcut olduğu değişik zamanlarda dile getirilmiştir.
Özetlersek, HDP, 7 Haziran seçimlerinin “gözdesi” ve “favorisi”dir. Seçimde %10 barajını geçse de, geçmese de, oylarında meydana gelecek her artış, AKP’yle yürütülen “çözüm süreci”nde yeni bir evreye ve söyleme geçilmesine yol açacaktır.
CHP kitlesine gelirsek.
HDP’nin, ister açık, ister “gizli” hesaplarında ağırlıklı ve belirleyici yere sahip olan CHP kitlesinin seçim sonrasında karşılaşacağı “manzara”yla “düş kırıklığına” uğrama olasılığı çok yüksektir. Ancak CHP kitlesi, genel söylemle ifade edersek, “sol seçmen kitlesi”, onlarca yıldır (1977-1980 dönemi hariç) seçimlerden, dolayısıyla da mevcut düzenden umutlarını kesmemişlerdir. Her seferinde büyük umutlarla seçim sath-ı maline girmişler ve her seçim sonrasında “düş kırıklığı”, “moral bozukluğu” ile günlük apolitik yaşamlarına geri dönmüşlerdir. Özcesi, hiçbir seçimden hiçbir dönem “ders” almamışlardır. Tıpkı legalist solun saflarında yer alanların her seçimde bindelik oy oranına karşın safları terk etmemesi gibi.
7 Haziran seçimlerinin arifesinde, HDP “medya” tarafından cilalanarak öne çıkartılırken, CHP, aynı ölçüde silikleştirilmeye, önemsizleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu silikleştirme ve önemsizleştirme girişimi, her ne kadar “medya” tarafından yürütülüyorsa da, Türkiye’deki legalist soldan bir “
Syriza” yaratmaya çalışan kesimlerin “teorize” ettiği bir girişimdir. BHH kendisini “Türkiye’nin
Syriza’sı” olarak sunma gayretinde olduğu gibi, bugün HDP’yi de “
Syriza” gibi sunma çabaları yürütülmektedir. Genel olarak HDP “bileşenleri” olarak teferruatta sayılan legalist sol unsurlar bu çabanın baş aktörleridirler. Elbette bu mevcut düzenin seçimidir. Böylesi seçimlerde herkes herşeyi söyleyebilir, herşeyi vaad edebilir ve kendisini “bulunmaz Hind kumaşı” olarak sunabilir. Hatta kimileri kendi gönüllerinden geçeni gerçekmişçesine piyasaya sürebilir.
HDP’nin “
Syriza” olarak sunulması, yukarda sözünü ettiğimiz CHP seçmen kitlesinin “hedef kitle” olmasının bir dışavurumudur. Bilindiği gibi, Yunanistan’da
Syriza’nın zaferi, “sosyal-demokrat” PASOK’un seçmenlerinin
Syriza’ya oy vermesiyle gerçekleşmiştir. HDP’nin “
Syriza”laştırılması da, ancak CHP seçmeninin blok halinde saf değiştirmesiyle olanaklıdır. Böyle bir olasılık, bugünün ilişki ve çelişkileri içinde neredeyse hiç yoktur.
CHP’ye oy veren “sol kitle” ise, sözcüğün tam anlamıyla küçük-burjuva ideolojisinin etkisi altındadır. Bu kitle, Gezi Direnişi’ne kadar geleceği (yarını) düşünmeden, sadece içinde bulunulan anı yaşayan ve bu çerçevede emperyalist metaların “iyi birer tüketicisi” olan ve salt tüketici kredileriyle yaşayan ya da yaşamayı bekleyen bireyler topluluğunu oluşturmaktaydı. “Medyatik” söylemle, “Batı yaşam tarzını” benimsemiş, “laiklik” konusunda duyarlılık sahibi olan bu kitle, 2007 yılındaki Cumhuriyet Mitingleri’yle ve ardından gelen Ergenekon, Balyoz vb. operasyonlarla sarsılmış, umutlarını önemli ölçüde yitirmiş ve AKP iktidarını “sineye” çekmiştir.
Ancak AKP’nin gücünü artırdıkça kendi “dava”larına uygun adımlar atması, özellikle laiklik ve yaşam tarzına müdahalesi Gezi Direnişi’ne yol açmıştır. Örgütsüz ve kendiliğinden gelişen Gezi Direnişi’nin sönümlenmesiyle birlikte, her seçim sonrasında olduğu gibi kendi kabuğuna çekilmiş ve “tüketim ekonomisi”ndeki ayrıcalıklı yerini sürdürmüştür.
Mevcut CHP yönetiminin, “ezelden ebede kadar” tüm CHP yönetimlerinin yaptığı gibi, sadece seçim dönemlerinde “siyaset” yapan konumu, CHP seçmen kitlesinin inişli-çıkışlı tutumuna paralellik gösterir. Deniz Baykal “komplosu”nun hemen ardından Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığa seçilmesi sırasında ortaya çıkan “coşku” kısa sürede erimiş ve ard arda gelen seçimlerde “beklentiler”in gerçekleşmemesiyle bir “yönetim güvensizliği”ne dönüşmüştür. Kendi seçmen kitlesini de, kendi parti üyelerini de harekete geçiremeyen, daha açık ifadeyle, politize edemeyen CHP yönetimi, bu “güvensizlik” ve “küskünlük” havası içinde 7 Haziran seçimlerine (ve bir kez daha kaybetmek için) hazırlanmaktadır. “Medya”nın HDP’ye yönelik teveccühünün yarattığı hava ve “küskünler”in tepkisi bugün için kısmen sakinleşmeye başlamışsa da, etkisi varlığını sürdürmektedir. Bugünden yarına, yani 7 Haziran seçimlerine kadar CHP yönetiminin yapabileceği tek şey, bu etkiyi en alt düzeye indirecek söylemlere başvurmasıdır.
Ya sol kitle?
Yukarda ifade ettiğimiz gibi, sol seçmen kitlesi, tüm küçük-burjuva sınıf özellikleriyle siyasal alanda hala önemli ve etkin bir güç durumundadır. Bu gücün etkin olabilmesinin tek yolu, kitlesel ölçekte politizasyondan geçmektedir. Seçim dönemleriyle sınırlı olmayacak boyutlarda politize olan bu sol kitle, her durumda mevcut oligarşik düzenin en büyük korkusu ve kabusudur. Çünkü bu sol kitlenin politizasyonu, her durumda seçimlerle bir şeyin değişemeyeceğinin bilincine ulaşılması demektir. O andan itibaren oligarşik düzenin seçim manevraları işlevsiz kalacaktır. Bunun ilk adımı ise, onlarca yıldır süregelen depolitizasyonun aşılması olmaktadır. İşte o zaman, bu sol seçmen kitle, ilerici, demokrat, yurtsever ve devrimci olarak tarihin yapıcıları olarak sahneye çıkacaktır.
Bunun yolu, seçimlerle biçimlenen “siyaset oyunu”na kapılarak CHP’ye “vurmak”tan geçmemektedir. Yapılması gereken, bu sol kitlenin tarih bilincini yeniden kazanmasını ve devrimin neden tek yol olduğunu anlamasını sağlamaktır.
7 Haziran seçimlerinin arifesinde mevcut düzenin “sol” muhalefet partilerinin durumu ve “encamı”, özetle böyledir.
Hiç şüphesiz sol sadece bunlarla sınırlı değildir. Legalistler kadar nicelikleri olmasa da, zaman zaman azımsanamayacak bir kitleyi harekete geçirebilen, yer yer tekil de olsa silahlı eylem yapan sol örgütlenmeler vardır. Ancak bu örgütler, şu ya da bu gerekçeyle “legal alanlarda” ağırlıklı olarak faaliyet gösterirler. Kendi söylemlerinde belli bir devrim stratejisine sahip olduklarını iddia etseler de, daha çok konjonktürel gelişmelere göre tutum alırlar. Bu örgütlerin seçimler karşısındaki genel ve ortak tutumu boykottur. Boykot-karşıtlarının, yani legalistlerin ideolojik saldırısı karşısında boykot “taktik”lerini savunamaz hale gelseler de, her durumda ve her koşulda seçimlerin boykot edilmesini esas alırlar.
Legalizmin artan etkisi ve kendilerinin legal alanlarda giderek kalıcılaşan faaliyetleri bu sol örgütler içinde ayrışmalara yol açmış, illegal yapılar büyük ölçüde dağıtılmış ve Kürt ulusal hareketi çevresinde kendilerini legalleştirmişlerdir. Bunun en tipik örneği, bir zamanların “silahlı eylemci” örgütü olan ve bugün HDP “eşbaşkanlığı” makamına ulaşan MLKP’dir.
On yılların TKP/ML’si de benzer bir yöne savrulmuştur. Sürekli bölünmeler ve Dersim sınırlarını aşamayan “askeri hareketliliği” legalize olmasında etkin unsur olmuştur. 7 Haziran seçimlerinde HDP’yi desteklemeye karar vermesiyle, geleneksel “boykotçu” çizgisini terk etmiştir.
Bu kesimler (bir zamanların utangaç legalistleri), herşeye rağmen hala “eskisi gibi” olduklarını ne kadar iddia ederlerse etsinler, artık legalizmin saflarında yer almışlardır.
Yürüyüş dergisinin “oportünist sol” olarak tanımladığı ve bir dönem “devrimci cephede yer aldılar” dediği kesimler bunlardır. (Bunların yanında, Halkevciler gibi, utangaç olmayan, ama kendisini en keskin göstermeye özen gösteren legalistler de vardır.)
Tüm bu düzen içi ilişki ve çelişkilerden geriye kalan, islamcı-faşist AKP ile Türkçü-faşist MHP kalmaktadır. Bunlar hakkında uzun uzadıya değerlendirmeler yapmak yazımızın konusu değildir. Şu kadarını ifade edelim ki, AKP’nin ya da MHP’nin 7 Haziran seçimlerinde alacakları oylar her durumda mevcut düzenin iç siyasal ilişkilerinde belli bir dalgalanmaya yol açacaktır. AKP’nin oy kaybetmesi, HDP’nin olası %10 barajını geçmesi ve CHP’nin oylarını artıramaması durumunda ortaya çıkacak “koalisyon” olasılığında (HDP’ye ilişkin iddialara rağmen) MHP’nin “kilit” parti olarak öne çıkacağını söylemek kahinlik olmayacaktır. Seçim sonucunda “koalisyon” hükümeti kurulması olasılığında AKP-CHP koalisyonundan daha çok, AKP-MHP koalisyonu daha ağır basmaktadır. HDP’yle “İmralı” üzerinden yapılacak “pazarlıklar”la, hiç şüphesiz HDP’nin dışardan desteğinde bir AKP “azınlık hükümeti” kurulması da olanaklıdır. Bütün sorun seçimlerde AKP’nin ne oranda oy kaybedeceğine bağlıdır. Her türlü hilenin yapıldığı, her türlü seçim rüşvetinin verildiği ve daha da önemlisi Recep Tayyip Erdoğan tarafından seçmen kitlesi kutuplaştırıldığı koşullarda “olağan” bir seçimden, “yasal ve meşru” bir seçimden, “eşit ve adil” bir seçimden söz etmek ve böyleymiş gibi sonuçlar beklemek zaten olanaksızdır. Bugün için tek gelişme, AKP’nin Davutoğlu’nun başkanlığında (Recep Tayyip Erdoğan’ın “dışardan” tüm desteğine rağmen) seçimlerde eski “parlak” günleri yakalayamayacağıdır. AKP’nin mecliste çoğunluğu yitirmesi ise, açık ve kesin biçimde Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaşını “kuvveden fiile” çıkartacaktır. Önemli olan tek şey de budur.