“Bir kez daha yineleyelim: Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının yaptığı düzenlemeler ve bunlara bağlı (kanuni ya da kanun dışı) silahlı örgütlenmeler, doğrudan doğruya kendisine yönelik ‘darbe’ ya da ‘darbemsi’ şeylere karşı ‘silahla yanıt verme’ temelinde yapılan örgütlenmelerdir. Ancak bir çeşit ‘darbeye karşı önlem’ görüntüsünde alınan bu düzenlemeler, aynı zamanda doğrudan devlet iktidarına bir bütün olarak el koymak için, yani ‘darbe’ yapmak için gerekli yasal ve silahlı örgütlenmelerin sağlanmasını amaçlamaktadır. Bir yönüyle ‘savunucu’ görünen düzenlemeler, diğer yönüyle saldırganlığın önünü açmakta ve bunu ‘yasal’ hale getirmektedir.
Bu iç savaş hazırlığı ve tahkimatı karşısında düzen içi muhalefet partilerinin ya da ‘sol’ legalist örgütlenmelerin yapabilecekleri fazlaca bir şey yoktur. Yapabilecekleri (ki buna cüret edebilirlerse), parlamentoyu boykot etmekten bir adım öteye geçmez.
Asıl olan, Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının tüm devlet olanaklarını kullanarak ve bu kullanımını ‘yasal’ hale getirerek yürüttüğü iç savaşa yönelik silahlı örgütlenmesine karşı örgütlenmektir.
Böyle bir örgütlenme, hiç tartışmasız silahlı bir örgütlenme olmak durumundadır. Bu silahlı örgütlenme, bir yanıyla iç savaşa karşı hazırlık ve mevzilenmeyi sağlarken, diğer yanıyla bir bütün olarak siyasal iktidarın devrilmesini hedeflemek durumundadır. Daha açık ifadesiyle, Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş örgütlenmesine karşı savaş, kesinkes silahlı bir örgütlenmeyi gerektirir ve bu silahlı örgütlenmenin hedefi siyasal iktidarın ele geçirilmesi olmak durumundadır.” (Kurtuluş Cephesi, “İç Savaş Tahkimatı”, Sayı: 142, Ocak-Şubat 2015)
“Bugün iç savaş hazırlıkları ‘soyut’ ya da ‘teorik’ bir varsayım olmaktan çıkarak somut ve maddi bir olgu haline gelmektedir. Daha açık ifade edersek, Recep Tayyip Erdoğan böylesi bir siyasal gelişmeyi hesaplayarak aylar öncesinden (ve hatta yıllar öncesinden) ‘silahlı direniş’ için hazırlık yapmıştır. Artık bu hazırlıklar uygulama aşamasına gelmiştir.
Bu gelişmeler karşısında MHP’nin tutumu hiç şüphesiz ‘devlet’ten yana olacaktır. Ve bugün ‘devlet’ AKP’dir, Recep Tayyip Erdoğan’dır. Dolayısıyla iç savaş girişimleri karşısında hızla AKP’ye yanaşacaktır. Bugün Devlet Bahçeli’nin AKP ile koalisyon hükümetine kapıları kapatan söylemleri terk edilecektir. Doğal olarak MHP’nin iç savaş girişiminde ‘taraf’ olması ‘çözüm süreci’nin de tümüyle terk edilmesi demektir.
Böylece Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel otoritesine bağlanmış ‘yasal’ zor güçleri ve ‘yasadışı’ şeriatçı güçleri (bunlara islamcı faşist milisler demek pek yanlış olmayacaktır) kullanarak, özellikle ‘Batı’da laik ve ulusalcı kesimlere yönelik terör eylemleri, MHP’nin devreye girmesiyle birlikte, ülke çapında bir zor, şiddet ortamı yaratacaktır.
Sözde bile olsa demokrasiyi ve seçimleri sadece kendi amaçlarına ulaşmanın basit araçları olarak gören şeriatçıların varolan iktidar olanaklarını kendiliğinden ve seçimler yoluyla terk edeceklerini beklemek saflıktan öte aymazlıktır.
Recep Tayyip Erdoğan’ın, Mürsi örneğinden yola çıkarak geliştirdiği söylemlere bakıldığında ‘sonuna kadar direnme’ye ve bunun için her türlü gücü ve aracı kullanmaya çalışacağından kimse şüphe etmemek zorundadır.
Böyle bir gelişme karşısında, CHP’nin sindirilmesi, toplumsal muhalefetin ezilmesi ve Kürt hareketinin üzerine gidilmeye çalışılması şiddetin yaygınlaştığı bir ortam yaratacaktır. Bu ortamda ‘dış güçler’in, ama özellikle ‘iç güçler’in, yani TSK’nın, ‘ülkenin bekası ve milletin güvenliği’ için devreye sokulması da bir diğer güçlü olasılıktır. Diğer ifadeyle, Recep Tayyip Erdoğan’ın kendi kişisel gücünü ve konumunu korumak amacıyla atacağı iç savaş adımları, yönetimin askerileştirilmesinin, askeri darbe yapılmasının da koşullarını yaratacaktır. Mısır örneği açıktır.
Bu olasılıklar karşısında Recep Tayyip Erdoğan’ın ya da AKP’nin ‘akil insanları’nın ‘insafa’ geleceklerini beklemek de safdilliktir.
Yıllarca söylendi, söyledik: Şeriatçılar hangi yolla iktidara gelirlerse gelsinler, emperyalizmin çıkarlarına ne kadar sadık olurlarsa olsunlar, hiçbir koşulda iktidarlarını kendiliğinden ya da yasal yollarla terk etmeyeceklerdir. Geldikleri gibi gitmeyeceklerdir. Zaman zaman geri adım atıyor görünseler de, ‘uzlaşmacı’ tutum sergileseler de, her durumda bu tutum kendi konumlarını korumak ve gerçek yüzlerini gizlemek için yaptıkları manevralardan başka bir şey değildir. Mevcut yasallığın çerçevesi içindeymiş gibi görüntü sergilemeye yönelmelerinin bile kendi dinci ideolojileri tarafından meşrulaştırıldığı unutulmamalıdır. Bu nedenle Recep Tayyip Erdoğan’ın bugün sergileyeceği ‘uzlaşmacı’ tutum, her durumda bir iç savaş tehdidinin gölgesinde gerçekleşecektir.
Herşeyden önce kitlelerin ve özellikle de sol kitlelerin bunun bilincinde olmaları gerekir. Bu bilinç, aynı zamanda Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş girişimine ve askeri darbeye karşı örgütlenmeyi gerektirir. Bu bilinç ve buna uygun örgütlenme yapılamadığı sürece, TBMM yoluyla AKP’den ‘hesap sormak’ bile olanaklı değildir.
İşte seçimlerin bir ‘umut’, bir ‘çıkış’ olarak görüldüğü bir ortamda ülkedeki siyasal gelişmelerin yönü ve olası durumlar budur. Sözcüğün tam anlamıyla, gerçek bir demokrasinin olmadığı bir ülkede ‘demokratik seçimler’, sadece toplumsal muhalefeti oyalamaktan, pasifize etmekten ve düzen içi role soyunmaktan öte bir sonuç üretmez.
Elbette sivil insanların silahlı bir güce karşı durabilmesi, basit bir ‘direniş’ örgütlenmesi ile gerçekleştirilemez. Bu ortamda, sivil insanların, ister faşist-milliyetçi, ister faşist-şeriatçı olsunlar silahlı bir güce karşı silahlanmaktan ve savaşmayı öğrenmekten başka seçenekleri yoktur.
(Kurtuluş Cephesi, “Seçim ve İç Savaş”, Sayı: 144, Haziran-Temmuz 2015)
Sıradan (amiyane) bir ifadeyle, Türkiye, “her an her şeyin olabildiği” bir ülkedir. Dışsal bir gözlemle bile, Türkiye’de ekonomik, toplumsal ve siyasal olayların ne yönde gelişeceğinin, ne yöne akacağının ve hangi sonuçları üreteceğinin belirsiz olduğu kolayca görülebilir.
Türkiye, siyasetinden siyasetçilerine, legalist “sol”dan “medya”ya kadar, “şok” ya da “flaş” haberlerle, söylemlerle, kurgularla ve nihayetinde köşe yazarlarının, televizyon “tartışmacılarının” ve elbette günü kurtarmakla yetinen “sol”un ortaya attığı “senaryo”larla çizilen “beklenmedik” olayların geliştiği bir ülkedir. (Tam anlamıyla olgunlaşmış olmasa da
milli krizin sürekli varlığı esprisi.)
7 Haziran seçimleri
öncesinde en büyük “merak” konusu, HDP’nin %10 seçim barajını geçip geçmeyeceği olmuştur. Birbiri ardına yayınlanan anketlerin kimisine göre HDP barajı geçerken, kimilerine göre “kıl payı” ile barajın altında kalacağı öngörülmekteydi. HDP’nin seçim barajını geçmesi durumunda AKP’nin mecliste çoğunluğu yitireceği hesaplandığından, tüm dikkatler buna yöneldi. Ve HDP’nin %13 oy alarak barajı geçmesiyle birlikte yeni bir “dönem” başlamış oldu.
7 Haziran
akşamından itibaren yeni “döneme” ilişkin “senaryo”lar da, AKP dışındaki %60’lık “muhalefet bloku”nun nasıl bir koalisyon hükümeti kurabileceği noktasında yoğunlaştı. Devlet Bahçeli’nin olası koalisyon “senaryo”larına ilişkin gece yarısı yaptığı açıklamaya rağmen, sağdan sola, yandaş “medya”dan “merkez medya”ya kadar hemen her yerde koalisyon “senaryo”ları konuşulmaya ve yazılmaya devam edildi.
Bu hava içinde girilen yeni dönemin niteliği, özellikleri ve yönelimleri kolayca bir yana itildi. Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında dinci/şeriatçı kesimlerin hiçbir koşulda ele geçirdikleri hükümet iktidarını kendiliğinden ya da mevcut düzenin mevcut yasallığı çerçevesinde bırakmayacakları gerçeği görmezlikten gelindi.
Birkaç bilimsellik kaygısı taşıyan insanların
[1*] dışında hemen hemen tüm “sol” (hiç tartışmasız HDP “bileşenleri”ni de kapsayan “legalist sol”) meclis “aritmetiği”nden yola çıkarak mevcut düzenin “restorasyon”una “banko” oynadılar. Her ne kadar seçim arifesinde HDP binalarında ve Diyarbakır’da patlayan bombalar “başka” şeylerin de olabileceğinin göstergesi olarak kabul ediliyor görünse de,
[2*] mevcut düzenin “restorasyonu” hesapları içinde kaybolup gitti.
Tüm dikkatler “yeni meclis” aritmetiği içinde oluşturulacak koalisyonlara yöneltildiğinden Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş hazırlıkları kolayca unutturuldu. HDP’nin seçim barajını geçme “başarısı”nın getirmiş olduğu “umut” ve “moral”le yeni bir bekleme dönemi (bekle-gör) başladı.
Bu bekleme tutumunun en temel özelliği, siyasetin tümüyle HDP’ye bırakılmış olmasıdır. Böylece toplumsal muhalefet, asıl olarak da “örgütlü legalist sol” HDP’nin “yüksek siyaseti”nin sıradan izleyicisi olarak günlük yaşama gömüldü.
Bu unutulmuşluk ve “restorasyon” beklentileri arasında meclis başkanlığı seçiminde AKP ile MHP’nin açık işbirliği biraz “moral bozucu” olmuşsa da, fazlaca önemsenmedi. AKP’nin CHP ile koalisyon görüşmelerine başlaması da “restorasyon” beklentilerini artırdı.
20 Temmuz günü Suruç’ta patlayan IŞİD bombası ve 31 kişinin
[3*] katledilmesi, “Kobanê’deki çocuklara oyuncak götürülmesi” söylemi içinde, “dışsal” bir gelişme olarak gösterilmeye kalkışıldı. Böylesi bir saldırının yaratacağı etkiler ve sonuçlar görmezlikten gelindi. “Suruç’ta 32 devrimci
yurttaşımızın bombalı suikast sonucu yaşamını yitirmesi”nin
[4*] ardından “intikam yeminleri” edilirken
[5*], katledilenlerin cenaze törenleri bile geçiştirildi.
22 Temmuz günü “Apocu fedai timi”nin “Suruç katliamına misilleme olarak” Ceylanpınar’da iki polisi öldürmesinin ardından,
23 Temmuz günü “IŞİD Kilis’te karakola saldırdı/Bir astsubay şehit oldu” haberi manşetlere çıktı. Ünlü “angajman kuralları” çerçevesinde “misliyle” karşılık verilerek IŞİD “mevzileri” vuruldu.
[6*]
Sözde “karakol saldırısı”nın hemen ertesi günü,
24 Temmuz akşamı Irak’taki PKK “hedefleri” bombalandı. PKK’nin “ateşkes”i sona erdirdiği haberleriyle birlikte ülke çapında yoğun bir gözaltı ve tutuklama operasyonu başlatıldı. “Resmi” açıklamalara göre, 24-30 Temmuz günlerinde 39 ilde düzenlenen polis operasyonlarında 1.300 kişi gözaltına alındı.
[7*]
Böylece Recep Tayyip Erdoğan’ın “Türkiyesi” üç “terör” örgütüne yönelik (IŞİD, PKK ve DHKP-C) üç “cephe”de savaşa girişti.
Kandil ve diğer PKK “savunma alanları” neredeyse her akşam uçaklarla bombalanırken, PKK’nin şehir örgütlenmesinin eylemleri birbiri ardına geldi. Bu gelişmelerle birlikte “üç cephede savaş” sadece PKK’ye yönelik askeri operasyonlarla sürdürülen “tek cephe savaşı”na dönüştü.
[8*]
Tüm bu olaylar olurken pek fazla dikkat çekmeyen, ama neredeyse tüm politik ve askeri gelişmeleri belirleyen bir “olay” ortaya çıktı.
“Olay”, 8 Temmuz’da, “Obama’nın IŞİD’le Mücadele Özel Temsilcisi Emekli Orgeneral John Allen başkanlığındaki ABD heyeti ile Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu başkanlığındaki Türk heyetinin, IŞİD’le mücadele ve olası Musul operasyonu için İncirlik Üssü’nün kullanılmasını içeren yaklaşık sekiz saatlik bir görüşme gerçekleştir”mesiydi. Sekiz saatlik görüşme sonrasında “tarafların mutabakata vardıkları” açıklandı.
23 Temmuz’da Obama ile Recep Tayyip Erdoğan’ın “telefon görüşmesi”yle “resmi” hale getirilen bu “mutabakat”ın her ne kadar ABD’nin İncirlik Üssü’nü Suriye ve Irak’a yönelik harekâtlarda kullanmasına ilişkin olduğu açıklanmışsa da, “diğer taraf”ın, yani Türkiye’nin bu “mutabakat”tan ne elde ettiği gayrı-resmi olarak bile açıklanmadı.
20 Temmuz Suruç katliamı sonrasında başlatılan askeri ve polisiye operasyonlarda PKK’nin özel hedef olarak seçilmesi, özellikle de “Kuzey Irak’taki PKK hedeflerinin” F-16’larla “vurulması”, ABD ile yapılan anlaşmanın ana unsurlarından birisinin
Kuzey Irak hava sahasının Türk uçaklarına açılması olduğunu gösterdi.
Bilinebileceği gibi, 2003 yılında Irak’ın Amerikan emperyalizmi tarafından işgaliyle birlikte Kuzey Irak hava sahası Türk uçaklarına kapatılırken, aynı zamanda TSK’nin Kuzey Irak’a yönelik her türlü
kara harekâtı da yasaklandı.
[9*]
TSK’nın Kuzey Irak’a yönelik hiçbir askeri harekât düzenlemeyeceğine ilişkin “politika” ABD yasasıyla kayıt altına alınmış ve “Dubai Mutabakatı”yla
[10*] son haline getirilmiştir.
Bugün F-16’ların “Kuzey Irak’taki PKK hedefleri”ne hemen hergün saldırı düzenlemesi yeni bir durumdur ve İncirlik Üssü’nün Suriye ve Irak’a yönelik ABD operasyonlarında kullanılmasının kabul edilmesinin bir sonucudur.
“Olay”, yani ABD-Türkiye “mutabakatı” birkaç “köşe” yazısının
[11*] dışında hemen hemen hiç önemsenmezken, KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Besê Hozat,
15 Temmuz’da
Özgür Gündem’de yayınlanan yazısında “yeni” bir süreçten söz ederek, bu “süreç, devrimci halk savaşı sürecidir” beyanında bulunmuştur.
[12*]
Besê Hozat’ın bu beyanı ve ardından Cemil Bayık ve Murat Karayılan’ın açıklamaları, “Kandil”in HDP’ye “ayar verdi” şeklinde yorumlara yol açmıştır.
Toplumsal muhalefet “siyaset”i HDP’ye bırakarak günlük yaşama döndüğü ve hemen herkesin koalisyon görüşmelerini izlemekle yetindiği bir “bekleme” döneminde, ABD-Türkiye “mutabakatı”nın hemen sonrasında ve de Suruç katliamının birkaç gün öncesinde “Kandil”den gelen “mesajlar” (“çok aktif bir mücadele dönemi”, “devrimci halk savaşı dönemi” vb. açıklamaları) “birşeylerin” olduğunu ve döndüğünü göstermektedir.
“Derin” ya da “yüksek” siyaset, hiç kuşkusuz “derin” bilgiye dayanır. Suruç katliamından önce ve “mutabakat”ın hemen ardından en üst düzeyden “Kandil”den yapılan açıklamalar, açık biçimde “Kandil”in ABD-Türkiye “mutabakatı” konusunda ayrıntılı ve somut bilgiye sahip olduğunu göstermektedir.
Tüm bu gelişmeler ve “olay” içinde, Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarda kalmaya ve iktidarını pekiştirmeye yönelik iç savaş planları ve hazırlıkları uzun süredir yapılıyor olsa da, 7 Haziran seçimlerinde AKP’nin meclis çoğunluğunu yitirmesiyle birlikte birkez daha ve yeniden kuvveden fiile geçmiştir. (Anımsanacağı gibi, Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş girişimi ilk kez 11 Mayıs 2013 tarihinde Reyhanlı bombalamasıyla gerçekleşmiştir.)
İç savaş planı, sözcüğün günlük anlamıyla,
bir “kargaşa” (“kaos”)
ortamı yaratılarak toplumsal muhalefetin sindirilmesi ve bu “kargaşa” havası içinde toplumun mutlak biçimde kutuplaştırılmasıdır. Bu yönden bakıldığında, Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş planı ve girişimi, Gezi Direnişi’yle fiili hale gelmiş olan toplumsal muhalefeti tasfiye etmeye yönelik bir zor, şiddet ve terör hareketidir. Ancak bu plan, aynı zamanda toplumu kutuplaştırmayı hedeflediğinden toplumsal çatışmaları (iç çatışmaları, iç savaşın fiili gerçekliği) kaçınılmazlaştırır.
Bunun ilk belirtileri, 31 Temmuz günü Pozantı’da PKK’nin gerçekleştirdiği eylem sonrasında ortaya çıktı. Gazete “haber”lerine göre, PKK eylemini “protesto eden vatandaşlar, D-750 karayolu ile otoyolu ulaşıma kapattı”. Yine aynı gürüh eylemde yaşamını yitiren iki PKK’linin cenazelerini alıp yakmaya kalkıştılar.
Pozantı olayının en belirgin tarafı, sokağa çıkanların MHP’lilerden daha çok AKP’liler olmasıdır. Bu da, Gezi Direnişi sırasında Recep Tayyip Erdoğan’ın “yüzde elliyi evlerinde zor tutuyoruz” sözünün uygulamaya sokulacağının izlerini taşımaktadır.
Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD’yle varılan “mutabakat” çerçevesinde uygulamaya soktuğu iç savaş planının diğer bir yanı da, estirilen terör ortamında insanların toplu bulunan yerlerden uzak durmaya başlamasıdır. Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, 7 Haziran seçimlerinden sonra “siyaset”i HDP’ye ihale etmiş olan toplumsal muhalefetin günlük yaşama dönüşü, iç savaş terörü karşısında yoğun bir korku ortamı yaratması şaşırtıcı değildir.
Böyle bir çatışma ve savaş ortamı, hiç şüphesiz eşit ve denk güçlerin karşılıklı (silahlı) çatışması olmayacaktır. Bir taraf, elinde tuttuğu tüm devlet olanaklarını, ülke içindeki ve dışındaki tüm dinci/şeriatçı silahlı güçleri sonuna kadar kullanabilirken, diğer taraf (toplumsal muhalefet) örgütsüz, öncüsüz ve silahsız olacaktır.
Bu çatışma ve savaşın nasıl sonuçlanacağı şimdiden açıktır. Örgütsüz, öncüsüz ve silahsız toplumsal muhalefet güçlerinin bu savaşı kaybedeceğini, hatta böyle bir savaşa girişmeksizin “yenileceği”ni söylemek “kahin”lik olmayacaktır. Suruç katliamından sonra ortaya çıkan olgular bunları göstermektedir.
Bugün İstanbul’un bazı mahalleleri dışında insanlar sokağa çıkmaktan, toplu olarak bir araya gelmekten kaçınmaktadırlar. IŞİD adı altında “intihar eylemcileri”nin her yerde katliam yapacağı beklentisi ve korkusu giderek yaygınlaşmaktadır.
NE YAPMALI?
Hiç tartışmasız böylesi bir terör ortamında geniş halk kitlelerinin korunması en temel sorun olarak görülecektir. Doğal olarak “kitlenin korunması”ndan söz edildiğinde, ilk akla gelen de, “kitlenin kendisini koruması”, yani “
özsavunma” olmaktadır.
Özsavunma denildiğinde de, yine ilk akla gelen 1989 öncesinde DY’nin ortaya attığı, mahallelerin girişlerinde “kimlik kontrolü” yapılmasının bir adım ötesine geçmeyen ve Gramsci’nin fabrika işgalleri döneminde ortaya çıkan “fabrika komiteleri”nin basit bir kopyası olan “direniş komiteleri” olmaktadır.
Bugün, 12 Eylül öncesinde olduğu gibi MHP’li faşist milislerin saldırılarına karşı büyük kentlerde gecekondu semtlerinin korunması diye bir sorun yoktur. Bugünün sorunu, bir tarafıyla IŞİD vb. şeritçı-faşist güçlerin toplu imhaya yönelik bombalı saldırılar (“intihar eylemleri”), diğer tarafıyla (ki belirleyici olan yandır) Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş girişimidir. Bu tür “intihar eylemleri”ne karşı eski tarzda, yani “direniş komiteleri” türünden örgütlenmelere gidilmesini “önermek”, kitleyi savunmasız bırakmaktan başka bir sonuç vermeyecektir.
Daha da önemli olan iç savaş girişimidir. Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş girişimi, MHP’li ya da IŞİD’çi faşist milislerin başat rolü oynadıkları bir savaş değildir. Bu iç savaş girişiminde ana güç, devletin resmi zor güçleridir. Bu resmi zor güçlerine karşı “özsavunma birlikleri” vb. şeylerden söz etmek, insanları aldatmaktan ve oyalamaktan başka bir anlama gelmez. Açıktır ki, devletin resmi zor güçlerine karşı “direnme”, doğrudan bu güçlere karşı örgütlenmeyi öngerektirir. Üstelik 70’lerin Türkiye’sinden farklı olarak, kentleşme artmış ve büyük kentlerdeki gecekondu mahalleleri (Gazi vb. birkaç istisna dışında) büyük ölçüde “toplu konutlar”a dönüşmüştür. Bu toplu konutlarda (TOKİ konutları) insanlar tekil aile olarak yaşamaktadırlar. Buralarda “komiteler” örgütlemek olanaksızdır.
Büyük kentlerde bu gelişmeler olurken, Anadolu’nun değişik il ve ilçelerinde durum farklıdır. Buralarda tekil ailelerin yaşam alanları kısmen değişmiş olmakla birlikte, eskisi gibi belirli bölgelerde ve mahallelerde toplu olarak bulunulmaktadır. Buralara yönelik saldırılara karşı (ister resmi zor güçlerinin saldırıları olsun, isterse IŞİD vb. faşist milis saldırıları olsun) belli ölçülerde toplu örgütlenmeye gitmek olanaklıdır. Ancak bu örgütlenmeler, DY’nin “direniş komitesi” türünden sadece ajitasyona dayalı ve günü geçiştirmeye yönelik “sözde” örgütlenmeler olmamalıdır. Bireysel ya da araçlarla gerçekleştirilen “intihar eylemleri”ne karşı mahalle girişlerinde “nöbet tutmak” yerine, bu tür eylem girişimlerini önceden saptayabilecek ve bunları hızla kitleye ulaştırabilecek bir örgütlenme yaratılmalıdır. Öte yandan iç savaşın asli unsuru olarak devletin resmi zor güçleri harekete geçirildiğinden, bu örgütlenme polis operasyonlarına karşı bir çeşit “uyarı sistemi” olmalıdır. Hiç tartışmasız bu örgütlenmeler yarı-legal örgütlenmeler olmalıdır.
Henüz iç savaşın başlangıcındayız. Süreç içinde devletin zor güçlerinin ve faşist milislerin nasıl bir yol izleyecekleri, hangi taktikleri geliştirecekleri bugünden bilinmemektedir. Bu nedenle yapılacak örgütlenmeler, sadece varolana yönelik değil, olası her türlü yol ve yönteme karşı örgütlenme olmalıdır. Bunun “abartılı” bir örgütlenme olacağı ileri sürülebilir. Ama unutulmamalıdır ki, Gezi Direnişi sırasında “eli sopalı” saldırganlara karşı alınması gereken önlemleri (kitlerin “korkacağı” gerekçesiyle) almayanlar ve bunları “abartılı” bulanlar, insanların ölümleri karşısında çareyi suskunlukta bulmuşlardır.
Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD “mutabakatı” çerçevesinde yalın bir “PKK terörü” sorununa dönüştürdüğü iç savaş girişimi karşısında, “köylerde, kentlerde, mahallelerde yer altı sistemi, tüneller, mevzi sistemi geliştirmeli” (Cemal Bayık) de denilebilir. Ancak böylesi bir “sistem”, açık savaş koşulları altında belli ölçüde işlevsel olacağı, ama “örtülü” iç savaş koşullarında ve toplu konutlarda işlevsiz kalacağı açıktır.
Dün olduğu gibi bugün de Türkiye’deki temel sorun, silahlı devrimci mücadelenin güçsüz ve etkisiz oluşudur. Olması ve yapılması gereken, gerilla savaşının, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak yürütülmesi, yani politik kitle mücadelesi olarak ele alınmasıdır. Eğer kitleler, gerilla savaşını politik mücadelenin temel aracı olarak kabul eder ve uygularlarsa, gerek devletin resmi zor güçlerinin saldırıları, gerekse şeriatçı faşist milis saldırıları püskürtülebilir ve etkisizleştirilebilir.
Bugün en acil görev, halk kitlelerinin Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş girişimine karşı örgütlenmesi ve silahlı devrimci mücadelenin güçlendirilmesidir.
“Marksizm, çok değişik mücadele biçimlerini kabul eder; ve onları ‘uydurmaz’, ama sadece genelleştirir, örgütler, hareketin gelişiminden doğan devrimci sınıfın mücadele biçimlerine bilinçli bir ifade verir. Bütün soyut formüllere ve bütün doktriner reçetelere kesin olarak düşman olan marksizm, hareket geliştikçe, kitlelerin sınıf bilinci arttıkça, ekonomik ve siyasal bunalımlar keskinleştikçe, yeni ve daha değişik savunma ve saldırı yöntemlerini sürekli olarak doğurarak ilerleyen kitle mücadelesine karşı dikkatli bir tutum takınılmasını gerektirir. Marksizm, bu nedenle, herhangi bir mücadele biçimini kesinlikle reddetmez. Marksizm, hiç bir koşul altında, sadece verili bir anda olanaklı olan ve var olan mücadele biçimleriyle kendisini sınırlandırmaz; verili bir döneme katılanların bilmediği, verili toplumsal durum değiştikçe kaçınılmaz olarak ortaya çıkan yeni mücadele biçimlerini kabul eder. Bu yönden marksizm, eğer böyle ifade edebilirsek, kitle pratiğinden öğrenir ve “sistem kurucuları”nın kendi köşelerinde yaptıkları çalışmalarda icat ettikleri mücadele biçimlerini kitlelere öğretmeye kalkışmaz. Biliyoruz ki, –örneğin, Kautsky, toplumsal devrim biçimlerini incelerken böyle demişti– yaklaşan bunalım, bizim şimdiden öngöremeyeceğimiz yeni mücadele biçimlerini ortaya çıkaracaktır.” (Lenin, Genilla Savaşı.)
Dipnotlar
[1*] Örneğin Ergin Yıldızoğlu, seçimlerden iki gün sonra yazdığı yazıda şöyle demektedir: “Muhalefetin meşruluğunu tanımadığını, yasaları umursamadığını seçimlerden önce birçok kez kanıtlayan AKP’nin bu yeni gerçekliğe direnmek için çeşitli maceralara kalkışma, en radikal kesimleri harekete geçirmeyi deneme olasılığı da vardır. Şimdi yeni bir gerçeklik var ama ne kadar süreceği belli olmayan, yeni, çok tehlikeli bir dönemin başladığı da bir gerçek.” (Cumhuriyet, 9 Haziran 2015)
[2*] Selahattin Demirtaş, seçimlerden beş gün sonra, 12 Haziran’da, Diyarbakır bombalaması üzerine şunları söyleyebilmiştir: “Eğer burada yüzlerce ölü çıkarılabilse büyük bir kaos, kargaşa ortamı yaratılmak istenecek. Diyarbakır’dan başlanarak iç çatışma giderek iç savaş görüntüsü uyandırılmak istenecek, belki seçim yapılamayacak ve önü alınamaz bir Suriyeleşme sürecine girecektik.” Demirtaş, “dün”e ilişkin bu değerlendirmesini “yarın”a ilişkin şu değerlendirmeyle tamamlamıştır: “IŞİD bağlantılı, yerelde de IŞİD destek sunan güçler, hücre biçiminde, kaygım odur ki Türkiye’nin yüzlerce yerine eylem talimatı bekliyorlar.”
[3*] “Resmi”açıklamalarda Suruç’ta ölenlerin sayısı 32 olarak verilmektedir. Bombalı saldırıyı gerçekleştiren IŞİD’çi bu sayıya dahil edilmiştir.
[4*] İtalikler bize ait –KC. Barbaros Tantan, ilerihaber.org, 26 Temmuz 2015.
[5*] “32 pırlanta gibi genç, 32 yaşam, 32 gelecek, 32 umut, 32 yeni dünya, 32 şiir, 32 roman, 32 şarkı… Uzatmıyorum, intikamını alacağımıza dair namusum ve şerefim üzerine yemin ediyorum…” Doç. Dr. Emre Gürcanlı, “Yazamıyorum”, ilerihaber.org, 26 Temmuz 2015.
[6*] Bunun IŞİD’in düzenlediği bir “karakol saldırısı” olmayıp, yaralı bir IŞİD’çinin sınırı geçmesinin askerlerce engellenmesi sonucu meydana gelmiş bir olay olduğu olayların tozu dumanı arasında kaybolup gitti.
[7*] “Resmi” açıklamaya göre 1.302 kişiye gözaltı işlemi uygulandı ve 847 PKK’li, 137 IŞİD’çi ve 77 DHKP-C’li gözaltına alındı.
[8*] Sırrı Süreyya Önder, PKK’yi hedefleyen askeri operasyonları şöyle yorumlamıştır: “Bu, askeri bir operasyon değil. Askerler eliyle askerler üzerinden yürütülen tamamen siyasi bir operasyondur. Şu an ülkede müstafi bir hükümet, demokrasinin ve kendi siyasi tarihimizin bütün temayüllerini yok sayarak, toplumsal maliyeti korkunç boyutlara ulaşabilecek bir iktidarda kalma, iktidarı terk etmeme savaşı başlatmıştır.” Oldukça “netameli” olan bu yorum, en yalın haliyle bile savaşın politikanın başka araçlarla (zor araçlarıyla) sürdürülmesi olduğu gerçeğini ajitasyona kurban etmektedir.
[9*] Bu yasaklar, ABD Temsilciler Meclisi’nin 3 Nisan 2003’de ve ABD Senatosu’nun 7 Nisan 2003’de kabul ettiği ve W. Bush’un 16 Nisan 2003’de imzalayarak yürürlüğe giren HR 1559 [108] numaralı “Savaş Dönemi Acil Ek Ödenekler Yasası”yla (“Emergency Wartime Supplemental Appropriations Act”) kayıt altına alınmıştır. Daha geniş bilgi için bkz. Kurtuluş Cephesi, Sayı: 116, Temmuz-Ağustos 2010.
[10*] “Dubai Mutabakatı”, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan ile ABD Hazine Bakanı John Snow arasında 22 Eylül 2003 tarihinde Dubai’de yapılan anlaşmadır. Bu anlaşmayla Türkiye ABD’nin 16 Nisan 2003 tarihli yasasına uyacağını taahhüt etmiştir.
[11*] Günlük gazetelerin bu tür “köşe” yazıları, o günün haberlerine sadece bir “yorum” yazmış olmak için yazılan yazılardır. Bu nedenle ne ele alınan “olay”, ne de buna ilişkin yapılan “yorum”, herhangi bir günlük haber gibi kolayca geçiştirilmekte ve hatta yazarı tarafından bile unutulmaktadır. Belki de “fıkra” yazarlığı konusunda Y. Küçük’ün bir zamanlar yazdıkları bu tür “köşe” yazarları için geçerli olabilir:
“Deha, geçiciye kapılmamak olduğuna göre, ‘dahi’ gazeteci olamaz. Çünkü gazeteci geçici’yi, günceli yaşayan kimsedir; günlük olanı abartma eğilimi taşıyan kalemdir. Aslında telefon ve daktilo bile denebilir. Bir adım daha atılabilir; gazeteciden yazar bile olamayacağı haklı olarak söylenebilir. Yazarlık, gazetecilik bırakıldıktan sonra başlar. Balzac, gazeteciliği bırakmakla ne kadar iyi etti, yazar oldu. Balzac, belki de dehasının ilk işaretlerini bu kararıyla verdi.
...Türkiye’de her gün yazan fıkra yazarı geleneği bir yoksulluğun işaretidir. Yazanlar açısından büyükçe bir dramdır; hep geçici’yi kalıcı yapmaya çalışmanın trajik örneklerini vermek durumunda kalıyorlar. Türkiye açısından ise tam bir trajediyi sergiliyorlar: Düşün alanını tutuyorlar. Gresham’ın kötü paranın iyi parayı kovma yasası türünden bir etkileme ile Türkiye’nin teorik sığlığına katkıda bulunuyorlar.
Bu sonucu formüle edebilirim: Türkiye’de fıkra yazarlığı geleneği, deha ve teori yoksulluğunun kanıtıdır.” (Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler-3, s. 18-19, Ekim 1987)
[12*] Besê Hozat bu yazısında şöyle söylemektedir: “Erdoğan seçim sonrası Türkiye’yi kilitlemiş, rehin almış durumda. Bu kilidi açmak, rehine durumunu ortadan kaldırmak gerekiyor. 7 Haziran seçimleri üzerinden bir ayı aşkın bir zaman geçmesine rağmen sanki Türkiye’de seçimler olmamış, AKP iktidardan düşmemiş gibi bir durum yaşanıyor. AKP her gün onlarca tutuklama yapıyor, gerilla noktalarını bombalıyor, yurtseverleri katlediyor, karakol, baraj ve askeri yol yaparak savaşı sürdürüyor, ciddi bir tepki yok. Varsa da çok cılız. AKP topyekün bir savaş yürütüyor buna karşı demokratik siyasetin ciddi bir muhalefeti gelişmiyor. Toplumsal direniş zayıf kalıyor. Yine AKP, İmralı işkence sistemini ağırlaştırarak sürdürüyor, halkların birliğini, Türkiye’nin demokrasi ve barış umutlarını dinamitliyor buna karşı seyirci pozisyonu aşılmıyor. Oysa tam da bu noktada kıyamet kopartılmalı, yer yerinden oynamalıdır.
Bu dönem her bakımdan çok aktif bir mücadele dönemidir. Devrimci halk savaşı dönemidir... Tek bir insanın tutuklanmasına müsaade etmeyecektir. Hiç kuşku yok ki artık gerilla da bu alçakça saldırılara ve soykırım politikalarına göz yummayacaktır. Bundan sonra gerilla soykırım operasyonlarına, karakol-kalekol yapımlarına, askeri amaçlı baraj ve yol yapımlarına gereken karşılığı verecektir.”