Kurtuluş Cephesi’nin geçen sayısında (Sayı: 141, Kasım-Aralık 2014) gelişen siyasal olayları, özellikle de Recep Tayyip Erdoğan’ın “tek adam” ya da “baş yüce” olmaya yönelik yasal ya da sözel yeni düzenlemelerini ele alırken şunları yazdık:
“Recep Tayyip Erdoğan, zaman zaman yavaşlayan, ama sürekli olarak ilerleyen ve adım adım gelişen bir süreçte (‘yeni yetmeler’le yapılan Necip Fazıl Kısakürek’in bir çeşit revizyonu olan) kendi zihniyetine uygun bir islam devletini inşa etmeyi sürdürüyor.
Mevcut, yani 12 Eylül anayasasını kullanarak ve TBMM’deki çoğunluğuna dayanarak bu hedefine doğru önemli adımlar attı, gelişim sağladı.
‘Medya’ ve devşirme ‘tetikçiler’le laikliğin içinin boşaltılmasından daha çok, hukuk ve hukuk devleti neredeyse tümüyle ortadan kaldırıldı. HSYK yasasında yapılan değişiklikle, tüm yargı sistemi doğrudan kendisine bağlandı. Değişik ‘torba yasalarla’, işine gelen ve amaca ulaşmaya hizmet eden değişiklikler hiçbir engellemeyle ve direnmeyle karşılaşmaksızın kolayca gerçekleştirildi. Yapılan son değişikliklerle ‘makul şüphe’yle herhangi bir savcının ya da yargıcın ve hatta vali ve kaymakamın alacağı bir kararla herkesin gözaltına alınabilmesinin önü açılmış oldu.
Hukukun tüm prosedürleri amacın engeli olduğu görüldüğünde, kimi zaman tümüyle, kimi zaman parça parça değiştirildi. Değiştirilen bir yasanın ya da prosedürün işe yaramadığı görüldüğünde, yeni bir yasayla (‘torba yasa’) hemen değiştirildi. Amaca ulaşmada engeller çıkaran ‘demokratik hukuk’ bu yolla aşıldı.
Yazılı hukukun yerini, hemen ve kolayca değiştirilebilir yasa düzenlemeleri aldı. Kendine bağlı ve kendisine tümüyle ‘biat’ eden bir polis teşkilatı oluşturma yönünde önemli adımlar atıldı. Polis teşkilat yapısı değiştirildiği gibi, polisin ağır silahlarla donatılmasının önü açıldı. ‘Keyfiyete bağlı hukuk’, yani sadece sözde adı ‘hukuk’ olan, gerçekte keyfiyete bağlı, kendi kişisel amacına uygun yaptırımlar listesiyle, kendine bağlı yargıçlar ve savcılar yoluyla polis teşkilatı yeniden biçimlendirilmeye başlandı.
Eğitim sisteminde yapılan küçük, ama islam devleti amacına doğrudan hizmet edeceği düşünülen değişikliklerle (4+4+4, okulların imam-hatipleştirilmesi, dinsel eğitimin ağırlıklı bir konuma getirilmesi vb.), bugünden yarına ‘dindar ve kindar nesil’ yetiştirmeye başlanıldı. Şimdi sıra çocuk yuvalarında dinsel eğitim verilmesine geldi.
Bütün bunları yaparken, amacın (kendi Necip Fazıl revizyonuna uygun islam devleti kurmak) önüne çıkabilecek ‘üst akıl’ girişimlerine karşı önlemler ve düzenlemeler yapılmaya başlandı.
Kendi ‘aklı’ içinde, kendisini engelleyebilecek tek güç silahlı kuvvetler, yani ordudur. Bu gücün, ordunun, olası bir ‘üst akıl’ ürünü darbesine karşı iki yönlü önlemler geliştirilmeye başlandı.
Bir yandan ordu kademelerine, kendisine ‘biat’ eden ya da kendisine karşı bir tutum almayacağı umulan kişiler yerleştirilirken, diğer yandan olası bir askeri darbeye karşı yüzde yüz kendisine bağlı silahlı güçler oluşturmaya yöneldi.”
Bu yöneliş, açık biçimde iç savaş koşullarına göre, idari, hukuksal ve özellikle askeri hazırlıklar yapmanın dışavurumlarıdır.
Bugüne kadar MİT üzerinden yürütülen, zaman zaman “torba yasalar”la hukuksal bir örtüye büründürülen iç savaş hazırlıkları, şimdi “İç Güvenlik Paketi” adı altında yapılacak olan yeni “yasal” düzenlemelerle tahkim edilmeye çalışılmaktadır.
Resmi adıyla, “
Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” tasarısı, kimi muhaliflere göre bir “sivil darbe” olarak yorumlanırken, kimi muhaliflere göre Olağanüstü Hal’in olağanlaştırılması olarak yorumlanmaktadır.
“Kanun”, her türlü üst aramalarından başlayarak jandarmanın komuta düzeninin doğrudan İçişleri Bakanına bağlanmasına kadar pek çok düzenlemeyi içermektedir.
Düzenlemelerin temel unsuru, bugüne kadar (isterseniz bunu
Magna Carta’ya kadar uzatabilirsiniz) doğrudan hukukun çerçevesinde “hakim teminatı”na bağlı olan tüm uygulamaların bir çırpıda ortadan kaldırılması, tüm yetkinin “mülki amire”, yani vali ve kaymakamlara aktarılmasının sağlanmasıdır.
Gözaltı süresi 24 saatten 48 saate çıkartılırken, gözaltı yapma yetkisi “mülki amir” üzerinden doğrudan polise ve jandarmaya verilmektedir. Bu ve benzeri düzenlemelerle yargı, “hakim teminatı” bir yana bırakılmakla birlikte, en önemli düzenleme polisin, “kendisine veya başkalarına, iş yerlerine, konutlara, kamu binalarına, okullara, yurtlara, ibadethanelere, araçlara, kişilerin tek tek veya toplu halde bulunduğu açık veya kapalı alanlara molotof, patlayıcı, yanıcı, yakıcı, boğucu, yaralayıcı ve benzeri silahlarla saldıran veya saldırıya teşebbüs edenlere karşı, saldırıyı etkisiz kılmak amacıyla ve etkisiz kılacak ölçüde silah kullanabilme” yetkisine sahip olmasıdır. “Silahlı saldırı”yı etkisiz kılmak amacıyla ve etkisiz kılacak ölçüde polisin (ve jandarmanın) silah kullanma yetkisine sahip kılınması, açık ifadesiyle, polise “makul şüphe” ya da “saldırı şüphesi”yle öldürme yetkisi verilmesidir.
Yeni “İç Güvenlik Paketi”nin diğer “amir” hükmü ise, “suçu önlemek amacıyla” bir dizi yaptırımın gündeme getirilmesidir. Neyin suç olup olmadığının bilinmediği, sadece “makul şüphe” türünden subjektif değerlendirmelerle “önleyici vuruş” yasalaştırılmaktadır. (Bilindiği gibi, “
önleyici vuruş”, 11 Eylül olaylarından sonra W. Bush yönetiminin çıkarmış olduğu “Yurtseverlik Yasası”nın özünü oluşturur. Irak’ın işgali de bu “suçu önlemek amacıyla” yapılan bir “önleyici vuruş” olarak meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.)
Suç işleyeceğinden “şüphe” edilen kişilerin, “mülki amir”in yetkisiyle “koruma altına” alınması, yani suç işlenmeden “olası suçlu/şüpheli” olarak gözaltına alınması da yeni “paket”in köşe taşlarındandır.
Yine “paket”in getirdiği yeni düzenleme ile, jandarmanın üst düzey komutanları (generaller) dışındaki tüm il ve ilçe jandarma komutanlarının atamaları vb. doğrudan İçişleri Bakanlığı tarafından yapılması hükmü getirilmektedir.
Böylece polis teşkilatı tümüyle denetim altına alınırken, jandarmanın orduyla ilişkisi kesilerek, “kırsal polis” olarak yeniden örgütlenmekte ve doğrudan hükümete bağlanmaktadır.
“Makul şüphe”, “önleyici vuruş”, polis ve jandarmaya öldürme yetkisi verilmesi ve nihayetinde jandarma il ve ilçe komutanlarının hükümete bağlanarak “siyasallaştırılması”, Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının
iç savaş hazırlıklarında ileri bir aşamaya ulaştığını göstermektedir. Yeni “İç Güvenlik Paketi”, iç savaş hazırlıklarının geliştirilmesinden öte yapılmış hazırlıkların tahkim edilmesinden başka bir şey değildir.
Bundan sonra sorun, bu tahkim edilmiş iç savaş önlemlerinin ve örgütlenmesinin ne zaman ve nasıl kullanılacağıdır. Bu da, İçişleri Bakanı’nın ya da “mülki amirin” toplumsal olayların “yaygınlaşarak kamu düzenini ciddi şekilde bozulmasına yol açabilecek” nitelikte olduğunu belirlemesine kalmış bir durumdur.
Bir kez daha yineleyelim: Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının yaptığı düzenlemeler ve bunlara bağlı (kanuni ya da kanun dışı) silahlı örgütlenmeler, doğrudan doğruya kendisine yönelik “darbe” ya da “darbemsi” şeylere karşı “silahla yanıt verme” temelinde yapılan örgütlenmelerdir. Ancak bir çeşit “darbeye karşı önlem” görüntüsünde alınan bu düzenlemeler, aynı zamanda doğrudan devlet iktidarına bir bütün olarak el koymak için, yani “darbe” yapmak için gerekli yasal ve silahlı örgütlenmelerin sağlanmasını amaçlamaktadır. Bir yönüyle “savunucu” görünen düzenlemeler, diğer yönüyle saldırganlığın önünü açmakta ve bunu “yasal” hale getirmektedir.
Bu iç savaş hazırlığı ve tahkimatı karşısında düzen içi muhalefet partilerinin ya da “sol” legalist örgütlenmelerin yapabilecekleri fazlaca bir şey yoktur. Yapabilecekleri (ki buna cüret edebilirlerse), parlamentoyu boykot etmekten bir adım öteye geçmez.
Asıl olan, Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının tüm devlet olanaklarını kullanarak ve bu kullanımını “yasal” hale getirerek yürüttüğü iç savaşa yönelik silahlı örgütlenmesine karşı örgütlenmektir.
Böyle bir örgütlenme, hiç tartışmasız silahlı bir örgütlenme olmak durumundadır. Bu silahlı örgütlenme, bir yanıyla iç savaşa karşı hazırlık ve mevzilenmeyi sağlarken, diğer yanıyla bir bütün olarak siyasal iktidarın devrilmesini hedeflemek durumundadır. Daha açık ifadesiyle, Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş örgütlenmesine karşı savaş, kesinkes silahlı bir örgütlenmeyi gerektirir ve bu silahlı örgütlenmenin hedefi siyasal iktidarın ele geçirilmesi olmak durumundadır.
Bu iç savaşa karşı silahlı örgütlenme, toplumsal muhalefetin bulunduğu her yer ve alanda “özsavunma” hazırlıklarını kapsamakla birlikte, asıl olarak karşı-devrimci iç savaşa karşı silahlı savaş örgütlenmesidir. Bu da, kesinkes kır ve kentlerde gerilla savaşının örgütlenmesi demektir.
İktidarın “medya” üzerindeki mutlak denetimi karşısında gerilla savaşı, aynı zamanda iktidarın gerçek niteliğinin teşhirini sağlayan bir silahlı propaganda olmalıdır. Silahlı propaganda ya da siyasi gerçeklerin teşhirine yönelik gerilla savaşı, kesin bir devrimci strateji olmaksızın varolamaz ve varlığını sürdüremez. Bu nedenle, günümüzdeki tüm “sol” legalist zihniyetler bir yana bırakılmalıdır. Bu zihniyetin yaratmış olduğu aşırı deşifrasyonu ortadan kaldırıcı önlemler alınmalıdır.
Bütün bunlar, merkezi ve devrimci bir stratejinin çerçevesinde yerine getirilemediği koşullarda, gelişmelerin bilincinde olan, ama merkezi bir örgütlülük içinde yer alamayanların da hızla legalizmin deşifrasyonunun dışına çıkmaya yönelmeleri zorunludur. Bunun için, daha ileri zamanlarda merkezi örgütlülükle bağlantı kurmak koşuluyla, kendi çevrelerinde 3-5 kişilik özerk örgütlenmelere yönelmeleri kaçınılmazdır.
Özcesi, Recep Tayyip Erdoğan’ın “yasal” görünüm içinde yürüttüğü iç savaş düzenlemelerine karşı silahlı örgütlenmeye gitmek, tüm halk kitlelerinin hakkı ve görevidir. Bu hak, “meşruiyet”in, “meşru direnme çizgisi”nin ötesinde, zorba bir yönetime karşı “direnme hakkı”dır. Bu “direnme hakkı”, aynı zamanda direnenlerin zorba yönetimi devirme ve kendi iktidarlarını kurma hakkından başka bir şey değildir.
Artık gündemin ilk maddesi, “direnme hakkı”nı kullanabilmenin öznel koşullarını yaratmaktır.