Bir kez daha seçim sürecine, eski deyişle, seçim sath-ı mailine girildi. Ve her seçim sürecinde olduğu gibi, bir kez daha, partilerde “aday adayı” yarışı, birbiri ardına yayınlanan anketler, iddialı oy hedefleri ortalığı kapladı. Recep Tayyip Erdoğan’ın tek adam totalitarizminin ifadesi olarak “başkanlık” için “en az 400 milletvekili” istemesi iddialı hedeflerin düzeyini (ya da “uçuk”luğu) göstermeye yetti.
Bizi temel olarak ilgilendiren, geçmiş dönemlerde devrimci mücadelenin kitlesini oluşturan ve bugün tümüyle “seçimlere endeksli” siyasallaşan, her seçim sonrasında “seçime bağlanan umutlar”ın yıkıldığı, moral bozukluğunun yaşandığı, hatta seçim sonrasında 3-5 gün kendine gelmekte ve günlük yaşamını sürdürmekte zorlanan “sol”cular ve sol kitledir.
Bir bütün olarak “sol”, yani legalistler, oportünistler, neo-liberal solcular ve pragmatistler, “eklektik teoriler” bile ortaya atmadan kendilerini seçimlere “endeks”lemiş oldukları her türlü tartışmanın dışında bir gerçektir.
Bir diğer gerçek, “sol”un tüm bu meziyetlerine ve sıfatlarına rağmen, her durumda kendilerini “marksist”, “leninist”, “komünist”, “maoist” olarak tanımlamalarıdır. Doğal olarak kendilerini böyle tanımlayan çevreler (ya da örgütler, partiler, gruplar vs. vs.), marksizm-leninizmin ustalarının seçimlere ilişkin tutumunu ve değerlendirmelerini bilmemezlikten gelemezler. En çok da bildikleri, parlamentonun burjuvazinin “ahırı” olduğuna ilişkin Marks’ın yaptığı tanımlamadır.
“Ama” (her zaman olduğu gibi), “parlamentarizm ahırı”na ilişkin bilgilerini kendi legalizmleri için, parlamento seçimlerine katılmayı meşrulaştırmak için kullanırlar.
Lenin, Devlet ve Devrim’de şöyle yazar:
“... Marks için devrimci diyalektik, bugün moda olan bu boş lafazanlıktan, Plekhanof, Kautsky ve başkalarının çocuk oyuncağı haline getirdikleri bu saçma gevezelikten bambaşka bir şeydi. Marks, özellikle, koşulların devrim için uygun olmadığı durumlarda, burjuva parlamentarizmi ‘ahır’ından yararlanmaktaki yetersizliği yüzünden, anarşizmle arayı iyice açmış; ama aynı zamanda, parlamentarizmin gerçekten proleter ve devrimci bir eleştirisini yapmayı da bilmişti.” (Lenin, Devlet ve Devrim, s. 63.)
Buradan çıkartılan sonuç ise: Devrimci bir durumun olmadığı koşullarda burjuva parlamentosundan (“ahır”) yararlanmak gerekir. Dolayısıyla bu gerekirliliği yerine getirebilmek için de seçimlere “katılmak”tan başka “seçenek” yoktur!
Lenin, yukarda alıntı yaptığımız yerin devamında şöyle yazar:
“Belirli bir süre için parlamentoda halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek: yalnızca anayasal parlamenter krallıklarda değil, en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü budur.” (agy, s. 63.)
Eğer bu paragraf esas alınırsa, doğal ve kaçınılmaz olarak seçimlere katılmak ve burjuva parlamentosunda yer almak halkın ezilmesine katılmak anlamına gelir.
Böylece Lenin’in
Devlet ve Devrim’de yazdıkları (ki birbirini takip eden iki paragraftır), kimilerince legalizmin ve seçimlere katılmanın (marksist-leninist açıdan) “meşruluğu” için kullanılırken, kimilerince seçimleri “boykot” etmenin gerekçesi olarak kullanılır.
Lenin’in bu saptamalarının yanına bir de “
Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı” yapıtında ortaya koyduğu şu belirlemeleri koyarsak, seçimlere katılmak ve bu bağlamda mevcut düzenin yasallığı içinde örgütlenmek, neredeyse “ayaklanma” koşulları dışında, her zaman ve her yerde “meşru” bir mücadele biçimi olarak ortaya çıkar:
“Burjuva parlamentosunu ve bütün öteki gerici kurumları dağıtmaya gücümüz yetmediği sürece, bu kurumlarda çalışmak zorundasınız, özellikle hâlâ papaz takımının ve taşra kovuklarının boğucu havasının hayvanca bir bilinçsizlik içinde tuttuğu işçiler mevcut olduğu için, bu kurumlarda çalışmalısınız. Bunu yapmazsanız gevezeden başka bir şey değilsiniz.” (Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı, s. 59)
Bunlardan legalistlerin ve oportünistlerin çıkardığı sonuç ise, çok bilinen ve sloganlaştırılmış olan bir leninist saptamadır: Devrimci olarak parlamento seçimlerinden ve parlamento kürsüsünden yararlanmak. Diğer bir ifadeyle, “gerici parlamentolardan devrimci amaçlarla yararlanmak” (Lenin, agy.) tüm legalizmin ve oportünizmin temel dayanağıdır.
[1*]
Bütün bu değerlendirmelerden türetilen “parlamenter taktikler” bir gerçeğin üstünü örter: Devrimci durum.
Yukarda aktardığımız gibi, Lenin, açık biçimde, “koşulların devrim için uygun olmadığı durumlar”dan söz eder. Bu da, içinde bulunulan koşullarda devrimci bir durumun varolup olmadığına ilişkin bir değerlendirmeyi zorunlu kılar.
Solda yer aldığını söyleyen hemen herkesin çok iyi bildiği şey, Lenin’in devrimci durumun saptanması için öngördüğü “
milli kriz” ölçütüdür. Eğer bir ülkede “milli kriz” mevcut ise, o ülkede devrimci bir durum vardır. Dolayısıyla da devrimci mücadelenin biçimi ve taktikleri bu devrimci duruma göre belirlenir.
Revizyonist ve oportünist ve de legalist “tez”e göre, Türkiye’de Lenin’in “
klasik” milli kriz tanımına uygun koşullar mevcut değildir. Türkiye devrimci mücadelesinin tarihi kadar eski olan bu “tez”in en açık eleştirisini Mahir Çayan yoldaş şöyle ortaya koymuştur:
“... emperyalist hegemonya altındaki ülkelerde, (ister II. bunalım döneminin emperyalist hegemonyasının dışsal bir olgu olduğu feodal, yarı-feodal ülkelerde olsun, isterse de III. bunalım döneminde emperyalist hegemonyanın içsel bir olgu olduğu emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu geri-bıraktırılmış ülkelerde olsun) evrim ve devrim aşamaları, (Çarlık Rusya’sında olduğu gibi zayıf da olsa) içsel dinamikle kapitalizmin geliştiği ülkelerdeki gibi kesin çizgilerle ayrılamaz.
Bu tip ülkelerde devrim aşaması kısa bir aşama değil, oldukça uzun bir aşamadır. Evrim aşamasının nerede bittiğini, devrim aşamasının ise nerede başladığını tespit etmek fiilen imkansızdır. Her iki aşama iç içe girmiştir.
Bu ülkelerdeki emperyalist hegemonya bağımsız bir milli burjuvazinin gelişmesine engel olduğundan ülke kapitalist bir ülke olsa bile, var olan kapitalizm kendi iç dinamiği ile gelişemediğinden çarpıktır, emperyalizme göre biçimlenmiştir. Emperyalist hegemonya toplumun kendi iç dinamiği ile gelişmesine engel olduğu için ülke alt yapı ilişkilerinden üst yapısına kadar, milli bir kriz içindedir.
Bu milli kriz, tam anlamı ile olgun değildir. Ancak şu veya bu ölçüde vardır. Var olan bu krizin derinleştirilip olgunlaştırılması, tamamen o ülke devrimcilerine bağlıdır.
Özetle söylersek, emperyalist hegemonya altındaki bütün geri-bıraktırılmış ülkelerde milli kriz, tam anlamı ile olgunlaşmış olmasa bile mevcuttur. Bu ise devrim durumunun sürekli olarak var olması, evrim ve devrim aşamalarının iç içe girmesi, bir başka deyişle silahlı eylemin objektif şartlarının mevcudiyeti demektir.” (Kesintisiz Devrim II-III.)
Solda yer alan, ama legalizmin tüm kanalları ve köşeleri tuttuğu koşullarda devrimci olmaya çalışan herkesin bildiği ve de bilebileceği devrimci saptamaları ve marksizm-leninizmin
içsel tartışmalarını burada daha ayrıntılı olarak ele almayacağız. Bunun yerine, (tüm legalistlerin ve oportünistlerin çarpıtmaları ve saptırmaları içinde) kendilerini “haklı” gösterme çabalarını bir yana bırakarak, doğrudan somut tarihsel gerçeklere bakacağız.
Evet, diyelim ki, Türkiye’de devrimci bir durum yok! Yine kabul edelim ki, Türkiye’de, Lenin’in “klasik” tanımına uygun olsun ya da olmasın milli bir kriz de söz konusu değil! Bu durumda burjuva parlamentosundan yararlanmak için seçimlere katılmanın zorunlu ve gerekli olduğunu kabul edelim. Mevcut düzeni teşhir etmek, bu teşhir aracılığıyla devrimin neden gerekli olduğunu ve neden kaçınılmaz olduğunu “en geniş kitlelere” ulaştırmak için “seçim sath-ı mail”inden yararlanmak için seçimlere katılmak isteyelim.
Bu durumda ne “yapılacağı” çok açıktır: İlkin, devrimci ya da devrimci-demokrat, ilerici, yurtsever vb. olarak gördüğümüz çevrelerle, oluşumlarla birleşik (“ittifak” ya da “blok”) bir seçim kampanyası yürütmek için görüşmeler yapılır. Burada hedef ve amaç, “blok” olarak bir ya da birkaç (elbette “solcu”, “sosyalist” ve hatta “devrimci”) milletvekili seçtirmektir. Bu milletvekilleri (isterseniz daha “sol” ifade olsun diye “halkvekilleri” de diyebilirsiniz) mazbatalarını aldıklarında ve yemin ettikten sonra “burjuva parlamentosundan yararlanmak” için kolları sıvayacaklardır. Bu parlamentonun adı TBMM’dir.
TBMM, herkesin bildiği, 23 Nisan 1920’de kurulmuş olan meclistir. İlk “sosyalist” milletvekilleri, 1965 Genel Seçimleri’nde TİP’in (M. Ali Aybar’ın başkanı olduğu Türkiye İşçi Partisi) 276 bin oy alarak (%3) parlamentoya girmesiyle mecliste yerlerini almışlardır. İçlerinde TİP listesinden “bağımsız” olarak seçilmiş olan Çetin Altan, 1990’lı yıllarda Birleşik Sosyalist Parti (BSP) Genel Başkanlığı yapan ve ÖDP’nin “onursal başkanı” olan Sadun Aren, 1970’de M. Ali Aybar’ı “devirerek” TİP başkanı seçilen ve 1980’lerin sonunda “illegal” TKP ile birleşerek TBKP’nin oluşumunu sağlayan Behice Boran bu “ilk sosyalist milletvekilleri”nin en bilinenleri oldu.
TİP, seçim yasasında yapılan “düzenleme”yle 1969 seçimlerinde %2.8 oy alarak sadece 2 milletvekili (Mehmet Ali Aybar ve Rıza Kuas) çıkartabildi.
Bu tarihten itibaren TBMM’de “sosyalist” milletvekillerinin “yer” alması için 40 yıl geçmesi gerekti.
2007 seçimlerine “bağımsız adaylar”la katılan Kürt siyasal hareketi (“Bin Umut Adayları”) 22 milletvekilini meclise gönderdi. İçlerinde ÖDP Genel Başkanı, “en has sosyalist”
Ufuk Uras da yer alıyordu.
2011 seçimlerinde Kürt siyasal hareketi, bu kez ÖDP ve TKP dışındaki “sol bileşenlerle” ittifak yaparak “bağımsız adaylar”la seçime katıldı. %5,6 oranında oy alarak “parlamento”ya 35 milletvekili gönderdi. Bu kez “en has sosyalist” kontenjandan EMEP Genel Başkanı
Levent Tüzel meclise kapağı attı.
Ve bugün Kürt ulusal hareketi, HDP adıyla 7 Haziran seçimlerine “parti” olarak (ve elbette HDP’nin “sol bileşenleri”yle birlikte) katılmaya karar verdi.
Burada şu sorular sorulmalıdır: Seçimlere katılarak ve parlamentoda yer alarak mevcut düzen nasıl teşhir edildi? Halk kitlelerinin bilincinde ve pratiğinde nasıl bir devrimci dönüşüm ve yönelim ortaya çıktı? Bunun için seçim meydanlarında ve parlamento “kürsüsü”nde neler yapıldı?
Şüphesiz bu sorulara, seçim meydanlarında ne kadar bildiri dağıtıldığı, ne kadar afişleme yapıldığı, kaç miting düzenlendiği ve parlamentoda kaç önerge verdikleri istatistiksel olarak alt alta yazılıp bir “yanıt” verilebilir. Ama gerçek gerçeklikte, her seçimde aynı şeyler yapılmakta, ama kitlelerin devrimci yönelimi bir yana, siyasal hareketinde bile önemsenebilecek bir değişim ortaya çıkmamıştır. O zaman şu ikilem ortaya çıkar: Ya “biz” (yani külliyen legalistler) bu işi bilmiyoruzdur, ya da Lenin’in söylediklerini hiç ama hiç anlamamışızdır.
Özcesi, seçimlere, parlamentoya ilişkin tüm sözler sadece laf-ı güzaf’tır, boş sözdür. Legalizmin yapabileceği pek bir şey yoktur. Onu vareden tek koşul, legal alanlarda kendilerine ait ve “steril” ortamlar yaratmaktan ibarettir. Sonuçta tüm yaptıkları, seçim dönemlerinde “ortalığı” ve kendi saflarına katmayı becerdikleri insanları hareketlendirmek, sol söylemlerle seçimlerde “bağımsız sosyalist tutum”u sergilemek ve seçimlere umudunu bağlamış kitlelerin umutlarını yönlendirmeye çalışmaktır.
Böylece legalistlerin tek başarılı oldukları iş, mevcut oligarşik düzenin seçimlerle sağladığı meşruiyetini ve (siyaset argosunun söylemiyle) politize olan kitlenin “gazını alma”yı soldan desteklemektir. Bu da açık biçimde oligarşik yönetimin
siyasal zorunun meşrulaştırılması demektir.
Unutulmaması gereken en önemli şey, bu “oyuna” katılabilmek için bir “diyet” ödenmesi gerektiğidir. Che’nin sözünü bir kez daha anımsayalım:
“Dar kapsamlı seçim çekişmeleri; şurada burada seçimi kazananların başarıları; iki milletvekili, bir senatör, dört belediye başkanı, halkın üzerine ateş açılarak dağıtılan büyük çapta bir gösteri; bir öncekine göre bir iki oy farkıyla kaybedilen yeni bir seçim; kazanılan bir grev, kaybedilen on grev; bir adım ileri, on adım geri; belli bir kesimde zafer, bir diğerinde on kez bozgun... Sonra birdenbire oyunun kuralları değişir, herşeye yeniden başlamak gerekir.
Bu tutum neden ileri geliyor? Halk enerjisini neden hep böyle boşuna harcıyor? Bunun tek nedeni var: Bazı Amerika ülkelerinde ilerici güçler taktik hedefler ile stratejik hedefleri korkunç bir şekilde birbirine karıştırıyorlar, küçük taktik sorunlarda büyük stratejik hedefler görmek istemişlerdir. Bu önemsiz saldırı mevzilerini ve elde edilen küçük kazançları, sınıf düşmanının temel hedefleri olarak göstermeyi bilen gericiliğin akıllıca davrandığını kabul etmeliyiz.
Böylesine büyük hatalar işlenen ülkelerde, halk hiçbir değeri olmayan eylemler için son derece büyük fedakarlıklar pahasına her yıl alaylarını seferber eder. Bunlar düşman topçusunun ateşine maruz kalan geçici mevzilerdir.
Bu mevzilerin adı, parlamentodur, kanuniliktir, yasal ekonomik grevdir, ücret artışıdır, burjuva anayasasıdır, bir halk kahramanının serbest bırakılmasıdır... Ve işin en kötü tarafı şudur ki, bu mevzileri elde etmek için bile, burjuva devletinin oyun kurallarını kabul etmek ve bu tehlikeli siyasal oyuna katılmak iznini alabilmek için de uslu ve aklı başında insanlar olduğumuzu, hiçbir tehlike arz etmediğimizi; örneğin kışlalara ve trenlere saldırmak, köprüleri uçurmak, katilleri ve işkence uzmanlarını cezalandırmak, dağlara çıkıp ayaklanmak ya da yumruklarımızı sert ve kararlı bir biçimde kaldırarak, Amerika’ya son kurtuluş mücadelesinin kesin müjdesini vermek gibi tehlikeli işlerle bir alış-verişimizin olmadığını ispat etmek lazımdır.” (Latin-Amerika Devriminin Taktik ve Stratejisi)
Dipnotlar
[1*] Ve burada hemen ekleyelim ki, Lenin’in “Sol Komünizm” olarak Türkçeye çevrilmiş olan çizgi, Fransızcada “goşizm” olarak ifade edilir. Bu da, bir zamanların “illegal” TKP’sinin silahlı devrimci mücadeleyi savunan ve yürüten örgütlere karşı kullandığı klişelerden birisidir.