“Bir kez daha yineleyelim: Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının yaptığı düzenlemeler ve bunlara bağlı (kanuni ya da kanun dışı) silahlı örgütlenmeler, doğrudan doğruya kendisine yönelik ‘darbe’ ya da ‘darbemsi’ şeylere karşı ‘silahla yanıt verme’ temelinde yapılan örgütlenmelerdir. Ancak bir çeşit ‘darbeye karşı önlem’ görüntüsünde alınan bu düzenlemeler, aynı zamanda doğrudan devlet iktidarına bir bütün olarak el koymak için, yani ‘darbe’ yapmak için gerekli yasal ve silahlı örgütlenmelerin sağlanmasını amaçlamaktadır. Bir yönüyle ‘savunucu’ görünen düzenlemeler, diğer yönüyle saldırganlığın önünü açmakta ve bunu ‘yasal’ hale getirmektedir.
Bu iç savaş hazırlığı ve tahkimatı karşısında düzen içi muhalefet partilerinin ya da ‘sol’ legalist örgütlenmelerin yapabilecekleri fazlaca bir şey yoktur. Yapabilecekleri (ki buna cüret edebilirlerse), parlamentoyu boykot etmekten bir adım öteye geçmez.
Asıl olan, Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının tüm devlet olanaklarını kullanarak ve bu kullanımını ‘yasal’ hale getirerek yürüttüğü iç savaşa yönelik silahlı örgütlenmesine karşı örgütlenmektir.
Böyle bir örgütlenme, hiç tartışmasız silahlı bir örgütlenme olmak durumundadır. Bu silahlı örgütlenme, bir yanıyla iç savaşa karşı hazırlık ve mevzilenmeyi sağlarken, diğer yanıyla bir bütün olarak siyasal iktidarın devrilmesini hedeflemek durumundadır. Daha açık ifadesiyle, Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş örgütlenmesine karşı savaş, kesinkes silahlı bir örgütlenmeyi gerektirir ve bu silahlı örgütlenmenin hedefi siyasal iktidarın ele geçirilmesi olmak durumundadır.” (Kurtuluş Cephesi, “İç Savaş Tahkimatı”, Sayı: 142, Ocak-Şubat 2015)
Seçimler, geniş halk kitlelerinde bir şeylerin değişebileceği beklenti ve umutlarının arttığı, bu yolla mevcut toplumsal-siyasal sisteme (bir süreliğine de olsa) bağlandığı ve sistemin kendi işleyiş kurallarına daha fazla uyduğu bir ortam yaratır.
Öte yandan seçim ortamlarında ortaya çıkan olumlu ya da olumsuz beklentiler, kitlelerin politikayla daha fazla ilgilenmesine yol açtığı gibi, kendi içlerinde bölünmesine, ayrışmasına ve hatta uzun süreli kutuplaşmasına da yol açar.
Olağan zamanlarda siyasetle fazlaca ya da hiç ilgilenmeyen insanlar, seçimlere katılarak (oy vererek) ülkenin siyasal yapısının biçimlendirilmesine katkıda bulunurlar. Oy tercihleri de, siyasete ne kadar uzak olduklarına göre belirlenir. Etkili bir siyasal reklam, hoş bir müzik klipi, siyasetçiye ilişkin yaratılmış olan “algı”, oy tercihlerini belirleyebildiği gibi, “hasımlar”, “ötekiler” vb. söylemler de oy tercihini belirleyebilmektedir. Siyasetten uzak insanların oy tercihlerini değiştirmeye yol açan en temel etmen ise, ortaya çıkacak seçim sonuçlarının o güne kadar sürdürdükleri ve fazlaca da hoşnutsuz olmadıkları yaşamlarını alt-üst edebileceğine ilişkin bir beklentinin yaratılmasıdır...
Seçimler, diğer yandan iktidar olmanın “nimet”lerinden yararlanan kesimlerin varolan çıkarlarını korumaları yönünde bir harekete yol açar. “Muhalif” kesimler açısından ise, seçimler, varolan
iktidardan kurtulmanın somut ve gerçek bir aracı olarak görünür. Bu da, sisteme bütünsel olarak “muhalif” olanların bir süreliğine sisteme tabi olmalarını getirir.
Bir başka açıdan, seçimler, mevcut toplumsal yapıdaki değişik sınıf ve tabakaların siyasal düzeylerini ölçmenin bir aracıdır. Engels’in deyişiyle, bu da seçimlerden beklenebilecek tek şeydir.
Ülkemizde seçimler, ister genel seçimler olsun, ister yerel seçimler olsun, her zaman siyasal iktidar ile toplumsal muhalefet arasında bir hesaplaşma ortamı olmuştur. Bu nedenle de, sistem, toplumsal muhalefeti değişik yol ve araçlarla bertaraf edemediği, pasifize edemediği koşullarda seçimlere giderek, toplumsal muhalefeti bir süreliğine sistem içi değişim beklentisine yöneltir.
Bu sistem içi değişim beklentisi, “sol” yapıların ve örgütlerin değişik gerekçelerle (örneğin, “taktik hevalım” mantığıyla ya da “geniş halk kitleleriyle bağ kurmak için legal olanaklardan yararlanma” adına) seçimlere katılımıyla önemli ölçüde meşruluk kazanır.
Bu “meşruiyet” içinde yapılan seçimler, bir dönem için toplumsal muhalefeti yatıştıramasa da, asıl olarak bu muhalefeti (bir süreliğine de olsa) sistem içine çekerek belli bir işlevi yerine getirir.
Türkiye’de son on iki yılda birbiri ardına yapılan seçimler, her ne kadar sonuçlar açısından toplumsal muhalefette umutsuzluğa yol açmış olsa da, sistem içinde kalınarak, seçimler aracılığıyla bir şeylerin değişebileceği umudunu sürekli hale getirmiştir.
Ancak 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve ardından gelişen olaylar, özellikle de Recep Tayyip Erdoğan’ın kendi kişisel iktidarını koruyabilmek için iç savaş hazırlıklarına girişmesi, bir kez daha seçimlere yönelik beklentileri yükseltmiştir. Sonuçta, son on üç yılda ilk kez 7 Haziran seçimlerinde toplumsal muhalefetin yüzü “gülmüş”tür.
Şüphesiz bunu sağlayan AKP’nin oylarının %41’e inmesi ve HDP’nin %10 barajını geçmesidir. Bu sonuç, on üç yıl sonra AKP iktidarından ve Recep Tayyip Erdoğan’dan kurtulmanın olanaklı olduğu bir durum yaratmıştır. Bu da, seçimlere olan “umudun” “boş” olmadığı “algısı”nı yaratmıştır.
Bugün, yani 7 Haziran seçimlerinin hemen ertesinde, toplumsal muhalefette yer alan herkes büyük bir umut ve beklenti içine girmiştir. Bu umut ve beklenti içinde mevcut düzen içinde seçimlerin nasıl bir yanılsama yarattığı neredeyse hiç kimsenin umurunda bile değildir. On üç yıllık düş kırıklıklarından sonra AKP’nin tek başına iktidar olamaması karşısında duyulan sevinç, kaçınılmaz olarak düşünceleri de baskılamaktadır.
Bugün 7 Haziran seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı “dört partili meclis” yapısından nasıl bir hükümet kurulabileceği bolca konuşulmakta, pek çok senaryolar ortaya atılmaktadır. Seçim sonuçlarının yarattığı sevinç içinde bu senaryoların olabilirliği bir yana, gerçekleştiğinde neler olabileceği bile düşünülemez olmuştur.
Her şeyden önce bu sonuçlardan “muhalefet”in bir koalisyon hükümeti çıkarıp çıkaramayacağı belirsizdir. Daha da önemlisi, şu ya da bu biçimde yahut “ülkeyi hükümetsiz bırakmayız” söylemiyle oluşturulacak bir koalisyon hükümetinin neler getirip, neler götüreceği de hesaplanmamaktadır.
Burada en temel sorun, AKP’nin, özellikle de Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarı, gücü, “meşru bir seçimin doğal sonucu olarak” bırakıp bırakmayacağıdır. Daha düne kadar ülkeyi bir iç savaşa (ve hatta bir dış savaşa) sürüklemekten kaçınmayacağını ortaya koymuş olan Recep Tayyip Erdoğan’ın öylece kendi “köşesine” çekilmeyeceği ve “muhalefet”in oluşturacağı bir hükümet altında ipinin çekileceği günü beklemeyeceği çok açıktır. Hala emrinde “yasal” devlet olanakları vardır ve emri altındaki polisi ve yargıyı kullanmaktan kaçınmayacaktır. Bir başka ifadeyle, Recep Tayyip Erdoğan, iç savaş için hazırda tuttuğu tüm yasal ve yasadışı güçleri kullanmak isteyecektir.
Bu istek, çok açık biçimde ülkede bir “kargaşa” ortamının yaratılması için islamcı “militanların” harekete geçirilmesine yönelmek durumundadır. Özellikle Suriye’de savaşan IŞİD ve benzeri güçlerin içindeki Türkiye’den giden şeriatçı “militanlar”ın bu amaç için kullanılma olasılığı her zamankinden çok daha fazladır. Seçimden iki gün önce Diyarbakır’da HDP mitinginde patlayan bombalar da bunun ön habercisi niteliğindedir.
Bugün tüm şeriatçılar, AKP’nin iktidarı kaybetmesi durumunda kendi konumlarının ve olanaklarının ortadan kalkacağını çok iyi bilmektedirler. Gerek ülke içinde AKP iktidarı ile nemalanmış, zenginleşmiş kesimler, gerek AKP sayesinde toplumsal hiyerarşide üste çıkanlar, gerekse de Suriye’de savaşan şeriatçılar, AKP iktidarının sona ermesinin kendilerinin sonu olduğunu düşünmektedirler. Böylesi bir kesimin varlığı, Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarda kalmasını sağlamak için özel bir talimat almalarını bile gerektirmeyecek bir gerçekliktir.
Recep Tayyip Erdoğan’ın son yıllardaki otoriter ve totaliter icraatlarının hesabının sorulacağı beklentisi ve korkusu içindeyken bu güçlerin terör eylemleriyle yaratılacak bir “kaos” ortamında erken seçim yoluyla yeniden meclis çoğunluğunu ele geçirmeyi hesaplayacağı açıktır. Kendisinin “fedaisi” rolüne soyunmuş olanların (elbette bunların başında iki tabancalı ve yüzlerce mermili “jöleli” gelmektedir) söylemleri de bu gerçeği onaylamaktadır.
Bugün sorun, seçimlerde ortaya çıkan meclis tablosundan nasıl bir koalisyon çıkartılacağı sorunu değildir. Mecliste “muhalif”lerden oluşan bir koalisyon hükümetinin kurulup kurulmaması da fazlaca önemli değildir. Bir koalisyon hükümeti kurulamasa bile, var olan meclis çoğunluğu ile Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel otoritesini sağlayan yasalarda yapılacak değişiklikler ve yolsuzluk dosyalarının açılması olanaklıdır. En azından üç muhalefet partisi bir araya gelerek bu yasal değişiklikleri yapabilir ve yolsuzluk dosyalarını açabilir.
Yasal değişiklikler Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel otoritesini önemli ölçüde engelleyebileceği gibi, kendisinin kişisel talimatlarını yerine getiren bürokrasinin devreden çıkmasına yol açacaktır. Öte yandan yolsuzluk dosyalarının açılması, ucu Recep Tayyip Erdoğan’a giden bir yargı süreci başlatacaktır. 7 Haziran seçimlerinin ortaya çıkardığı bu olasılık, çok açık biçimde meclisin (TBMM) yasal yetkisi ile Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel otoritesi arasında belirgin ve kesin bir çatışma demektir. Bu çatışmada şeriatçıların devreye sokulması yanında, Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel talimatlarını yerine getirmeyi sürdüren bir polis ve yargı gücü de kullanılacaktır. Bir yandan sokaklar islamcı terör eylemlerine sahne olurken, diğer yandan polis ve yargı gücü “yasal” zor gücü olarak sahnede yerlerini alacaklardır.
Asıl sorun, muhalefet partilerinin
böyle bir çatışmayı göze alıp alamayacaklarıdır.
HDP açısından bu sorun, PKK’nin silahlı gücüyle belli ölçüde fazlaca önemsenmeyecekse de, özellikle CHP açısından belirleyici bir sorundur.
CHP’nin küçük-burjuva sınıfsal niteliği, “devletçi” konumu, devlet yücelticiliği ile “ülkenin bekası” açısından böyle bir çatışmayı göze alamayacaktır. Doğal olarak “ülkenin âli menfaatleri” söylemiyle “sıtma”ya, yani AKP ile koalisyon kurmaya zorlanacaktır.
Bu zorlamanın başarılı olmasının yolu, şeriatçı terörden geçmektedir. Bu açıdan üç muhalefet partisinin bir araya gelerek Recep Tayyip Erdoğan’dan “hesap” sormaya yönelik girişimlerde bulunmaları şeriatçı terörün hızla devreye sokulmasına yol açacaktır.
Böyle bir gelişme karşısında “sol”un (elbette legalist “sol”), “aman provokasyona gelmeyelim” söylemleriyle CHP’yi “sıtma”ya razı etmek için elinden geleni yapacağı da kesindir. Daha da önemlisi, aynı söylemle kendi unsurlarını ve etkileyebildikleri kitleleri “sokak”tan uzak tutmaya çalışacaklardır.
Şimdi Recep Tayyip Erdoğan’ın aylardır sürdürdüğü “üstü örtük” iç savaş hazırlığının gerçekliğine gelmiş bulunuyoruz.
Bugün iç savaş hazırlıkları “soyut” ya da “teorik” bir varsayım olmaktan çıkarak somut ve maddi bir olgu haline gelmektedir. Daha açık ifade edersek, Recep Tayyip Erdoğan böylesi bir siyasal gelişmeyi hesaplayarak aylar öncesinden (ve hatta yıllar öncesinden) “silahlı direniş” için hazırlık yapmıştır. Artık bu hazırlıklar uygulama aşamasına gelmiştir.
Bu gelişmeler karşısında MHP’nin tutumu hiç şüphesiz “devlet”ten yana olacaktır. Ve bugün “devlet” AKP’dir, Recep Tayyip Erdoğan’dır. Dolayısıyla iç savaş girişimleri karşısında hızla AKP’ye yanaşacaktır. Bugün Devlet Bahçeli’nin AKP ile koalisyon hükümetine kapıları kapatan söylemleri terk edilecektir. Doğal olarak MHP’nin iç savaş girişiminde “taraf” olması “çözüm süreci”nin de tümüyle terk edilmesi demektir.
Böylece Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel otoritesine bağlanmış “yasal” zor güçleri ve “yasadışı” şeriatçı güçleri (bunlara islamcı faşist milisler demek pek yanlış olmayacaktır) kullanarak, özellikle “Batı”da laik ve ulusalcı kesimlere yönelik terör eylemleri, MHP’nin devreye girmesiyle birlikte, ülke çapında bir zor, şiddet ortamı yaratacaktır.
Sözde bile olsa demokrasiyi ve seçimleri sadece kendi amaçlarına ulaşmanın basit araçları olarak gören şeriatçıların varolan iktidar olanaklarını kendiliğinden ve seçimler yoluyla terk edeceklerini beklemek saflıktan öte aymazlıktır.
Recep Tayyip Erdoğan’ın, Mürsi örneğinden yola çıkarak geliştirdiği söylemlere bakıldığında “sonuna kadar direnme”ye ve bunun için her türlü gücü ve aracı kullanmaya çalışacağından kimse şüphe etmemek zorundadır.
Böyle bir gelişme karşısında, CHP’nin sindirilmesi, toplumsal muhalefetin ezilmesi ve Kürt hareketinin üzerine gidilmeye çalışılması şiddetin yaygınlaştığı bir ortam yaratacaktır. Bu ortamda “dış güçler”in, ama özellikle “iç güçler”in, yani TSK’nın, “ülkenin bekası ve milletin güvenliği” için devreye sokulması da bir diğer güçlü olasılıktır. Diğer ifadeyle, Recep Tayyip Erdoğan’ın kendi kişisel gücünü ve konumunu korumak amacıyla atacağı iç savaş adımları, yönetimin askerileştirilmesinin, askeri darbe yapılmasının da koşullarını yaratacaktır. Mısır örneği açıktır.
Bu olasılıklar karşısında Recep Tayyip Erdoğan’ın ya da AKP’nin “akil insanları”nın “insafa” geleceklerini beklemek de safdilliktir.
Yıllarca söylendi, söyledik: Şeriatçılar hangi yolla iktidara gelirlerse gelsinler, emperyalizmin çıkarlarına ne kadar sadık olurlarsa olsunlar, hiçbir koşulda iktidarlarını kendiliğinden ya da yasal yollarla terk etmeyeceklerdir. Geldikleri gibi gitmeyeceklerdir. Zaman zaman geri adım atıyor görünseler de, “uzlaşmacı” tutum sergileseler de, her durumda bu tutum kendi konumlarını korumak ve gerçek yüzlerini gizlemek için yaptıkları manevralardan başka bir şey değildir. Mevcut yasallığın çevrçevesi içindeymiş gibi görüntü sergilemeye yönelmelerinin bile kendi dinci ideolojileri tarafından meşrulaştırıldığı unutulmamalıdır. Bu nedenle Recep Tayyip Erdoğan’ın bugün sergileyeceği “uzlaşmacı” tutum, her durumda bir iç savaş tehdidinin gölgesinde gerçekleşecektir.
Herşeyden önce kitlelerin ve özellikle de sol kitlelerin bunun bilincinde olmaları gerekir. Bu bilinç, aynı zamanda Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş girişimine ve askeri darbeye karşı örgütlenmeyi gerektirir. Bu bilinç ve buna uygun örgütlenme yapılamadığı sürece, TBMM yoluyla AKP’den “hesap sormak” bile olanaklı değildir.
İşte seçimlerin bir “umut”, bir “çıkış” olarak görüldüğü bir ortamda ülkedeki siyasal gelişmelerin yönü ve olası durumlar budur. Sözcüğün tam anlamıyla, gerçek bir demokrasinin olmadığı bir ülkede “demokratik seçimler”, sadece toplumsal muhalefeti oyalamaktan, pasifize etmekten ve düzen içi role soyunmaktan öte bir sonuç üretmez.
Elbette sivil insanların silahlı bir güce karşı durabilmesi, basit bir “direniş” örgütlenmesi ile gerçekleştirilemez. Bu ortamda, sivil insanların, ister faşist-milliyetçi, ister faşist-şeriatçı olsunlar silahlı bir güce karşı silahlanmaktan ve savaşmayı öğrenmekten başka seçenekleri yoktur.