“Darbe girişimi”nin sönümlenmeye başladığı saatlerde Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş birlikleri sokaklara salınırken, birkaç yayın organı dışında tüm “medya” başlı başına bir güdüleme ve yönlendirme aracı olarak işe koşulmuştur. Kimilerinin “algı yönetimi” adını verdikleri bu “medya operasyonu”, akıl almaz bir biçimde “akıl tutulması”yla birlikte olanca hızıyla sürdürülmektedir.
Şu ya da bu kesimi dışlamayan, tüm toplumsal sınıf ve tabakaları “hedef kitle” olarak kabul eden bu “medyatik” güdüleme ve yönlendirme operasyonunun ilk demagojisi[1*], 15 Temmuz’un “seçilmiş Cumhurbaşkanına” karşı bir darbe girişimi olarak sunulmasıdır.
Burada “sihirli sözcük” “seçilmiş”dir. Üstelik “halkın %52’sinin” oyuyla “seçilmiş” bir Cumhurbaşkanı’ndan söz edilmektedir. Böylece halkın en azından %52’sinin “isteği”ne, “iradesi”ne karşı bir “darbe” söz konusu olmaktadır. Doğal olarak, bu %52, kendi isteğinin, iradesinin yok sayıldığı duygusu içine itilmektedir. Bu da, kendi iradesiyle seçtiği bir kişinin iktidardan indirilmesi kendisinin yok sayılmasıyla özdeşleştirilmesini sağlamaktadır. En azından %52’nin böyle düşünmesi istenmektedir.
Tüm “medya”, tek bir merkezden emir almışçasına (ki bu tartışmalı bir konudur) “sizin iradeniz yok sayılıyor” türünden yayınlarla %52’nin harekete geçirilmesini sağlamıştır. “Darbe girişimi”nin büyük ölçüde engellendiği ve “darbeciler”in teslim olmaya başladığı andan itibaren yürütülen bu yayın demagojisi, “CNN Türk’ün Ankara temsilcisi” Hande Fırat’ın “yataktan kaldırılarak” ekran başına geçirilip Recep Tayyip Erdoğan’la (“Facetime” üzerinden) “canlı bağlantı” kurmasıyla birlikte başlamıştır. Sonuçta %52’nin önceden iç savaşa uygun olarak örgütlenmiş lümpen kesimlerin başını çektiği belli bir kitlenin sokağa çıkması sağlanmıştır.[2*]
Hiç kuşkusuz, “seçilmiş cumhurbaşkanına karşı darbe girişimine karşı” “milletin” sokağa çıkartılması son yıllarda (özellikle Mısır’daki “Sisi darbesi” sonrasında) Recep Tayyip Erdoğan’ın “sandık” temelli “seçilmişler” demagojisinin bir ürünüdür. (“Demokrasi, sandıkta başlar ve sandıkta tecelli eder. Her zaman ifade ediyorum; sandık namustur.” – Recep Tayyip Erdoğan, 22 Haziran 2014.) “Sisi darbesi” sonrasında meydanlarda “rabia” işaretleri yaparak dolaşan Recep Tayyip Erdoğan’ın olası bir askeri darbeye karşı %52’yi sokağa dökme “tehdidi” bu demagojiyle vücut bulmuştur.
15 Temmuz gece yarısından sonra, kendisini demokrat sanandan solcu sayana kadar herkesin “seçilmiş cumhurbaşkanına karşı” yapılan darbe girişimini “lanetlemesi” demagojinin daha geniş kesimlerde kabul görmesini sağlamıştır.
Böylece AKP’nin neredeyse tüm seçimlerde “hile” yaptığına, bu nedenle de seçim sonuçlarının “şaibeli” olduğuna inanan sol kesimler de bu demagojinin esiri olmuşlardır.
İkinci büyük itibar gören demagoji, “fethullahçı darbe”nin başarılı olması halinde “çok kan dökecekleri” söylemi üzerine inşa edilmiştir. Bunun “kanıtı” olarak da, Gölbaşındaki PÖH merkezinin ve TBMM’nin bombalanması ile “sivil halka ateş açılması” gösterilmektedir. Bunun yanında Ergenekon ve Balyoz “mağdurları”nın ekran ekran dolaşarak “fethullahçı darbe başarılı olsaydı beni kurşuna dizerlerdi” türünden açıklamalar yapmaları, bu demagojinin yerleşmesine ve yayılmasına yol açmıştır.
Bu demagojiyi pekiştirmek için de, eskimiş MHP’li ve yeni Aydınlık “yazarı” Sabahattin Önkibar’ın nereden bulduğu belirsiz “FETÖ’nün vur emri verdiği 50 isim listesi” (ki yandaş gazetecileri, özellikle doğrudan “içerden” bilgi aktaran yeni Hürriyet yazarı Abdulkadir Selvi’yi bile atlatarak) “darbe girişimi”nden iki hafta sonra piyasaya sürüldü.
Sabahattin Önkibar’ın verdiği “liste”de, “bir numara”da, hiç kuşkusuz Recep Tayyip Erdoğan yer alırken, ardından birkaç AKP’li sıraya dizilirken, 17. sırada Doğu Perinçek, 21. sırada İstanbul Baro Başkanı, 22. sırada Uğur Dündar, 30. sırada Soner Yalçın, 39. sırada Ahmet Hakan yer alıyor görünüyor. Böylece “Fethullahçı Terör Örgütü”nün ne kadar “kanlı” bir örgüt olduğu ve “darbe” başarılı olsaydı kimlerin “kurşuna dizileceği” hemencecik anlaşılıyor!
İşte “çok kan döküleceklerdi” demagojisi böylesine “listeler”le “kanıtlanmaya” çalışılmaktadır.
Sonuçta, “darbe girişimi” sırasında, sayısal olarak 179 sivil, 62 polis ve 5 asker olmak üzere toplam 246 “şehit” verilirken, 104 darbeci “hain” öldürüldü. Eğer “kan dökme” üzerinden ölümler kıyaslanabilirse, ortada yarı yarıya “kan dökücüler”den söz etmek gerekir. Öte yandan 104 darbeci “hain”in nerede ve nasıl öldürüldüğü de, kim oldukları da, daha da önemlisi kimin tarafından öldürüldükleri de bilinmemektedir.
Burada söz konusu olan “şehitler” ve “hainler” polis ve askerdir. Her ikisi de “kan dökmek” için silahlandırılmış özel silahlı adamlardır. Bu özel silahlı adamların amirleri ve komutanları silahlı savaşın karşı-devrimci kurallarıyla eğitilmişlerdir. Açıkçası, bu özel silahlı adamlar alabildiğine kan dökerek zafer kazanılacağını bilirler.[3*] Savaş terminolojisiyle söylersek, “mutlak savaş” ve “topyekün savaş” doktriniyle hareket ederler. PÖH’cülerin Cizre’de duvarlara yazdıkları gibi, “kurdun dişine kan değmiş” olduğundan her iki kesimin de “kan dökücü” oldukları ortadadır.
Eğer “darbe”, “karşı-darbe” ve “iç savaş” savaş türleriyse, şu açıkça bilinmek zorundadır: “Savaş bir şiddet hareketidir ve bu şiddetin sınırı yoktur. Diğer taraflardan her biri diğerine iradesini kabul ettirmek ister, bundan da karşılıklı bir eylem doğar ki, kavram olarak ve mantıken, sonuna kadar gitmeyi gerektirir... Amaç düşmanı etkisiz hale getirmektir.”
İnsanların demagoji ile güdülenmesi (motive edilmesi) gerçeklerin üstünü örtmektedir. “Darbe” gecesi “sivil halk”ın “darbeci askerleri” alabildiğine dövmesi, ele geçirilen “darbeciler”in açık işkenceye maruz kalmaları “çok kan dökeceklerdi” demagojisinin ne kadar boş ve anlamsız olduğunu göstermektedir.
15 Temmuz’un üçüncü demagojisi ve güdüleme söylemi, doğrudan doğruya “şehitler” ve “hainler” ayrımına dayandırılmaktadır. Demagojiyi sürdürenlerin “meşrebi”ne göre, bu “hainler”, kimi zaman “vatan haini”, kimi zaman “insan katili” vs. olarak tanımlanmaktadır. Bu demagojinin hedefindeki kitlenin “hainler”e itibar etmeyeceği çok açıktır.
Öte yandan “ölen siviller”, resmen ve “kanunen” “şehit” ilan edilerek ödüllendirilmiştir.
İşte bu demagojiye küçücük direnç gösteren (Habertürk’deki programda “darbe girişimi” sırasında ölen sivillere bir akademisyen olarak “şehit” demeyi reddetmesi) Prof. Dr. Nurşen Mazıcı hemencecik “hain” ilan edilmiştir. Hatta bir bakan Nurşen Mazıcı’nın “insan bile” olmadığını söyleyebilmiştir.
Dördüncü demagoji, “Erdoğan giderse yerine daha beteri gelir” sözleriyle ifade edilen “gelen gideni aratır” halk sözüne dayandırılmaktadır. Böylece “allah daha beterinden korusun” zihniyeti içinde Recep Tayyip Erdoğan’ın “mutlak iktidarı”nın kabul edilmesi sağlanmak istenmektedir.
Bu demagoji, “Abdi ağa”yı vuran ve yerine daha “beter”, daha büyük zulüm yapan “Kel Hamza”nın gelmesi karşısında köylülerinin gösterdiği tepkiyle ne yapacağını bilemez hale gelen İnce Memed’i akla getirmektedir.[4*]
Gerçekte ise, böylesine bir “motto” ya da “ikilem” yoktur. Diyalektiğin ünlü sözüyle, “aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz” ve tarih, basit yinelenmelerden ibaret değildir.
Beşinci demagoji ve güdüleme unsuru, bir kez daha “Osmanlı”dan üretilmiştir. Bu da, Sokullu Mehmet Paşa’nın meşhur “sakal edebiyatı”dır.
Ankara Gölbaşı’ndaki (ki burası aynı zamanda MİT’in gerçek merkezidir) Polis Özel Harekat Daire Başkanlığı’nı (“darbeciler” tarafından bombalanmış ve 50 “şehit” verilmiş) “ziyaret” eden, “şehitler” için Kuran okutan, gösterilen “darbe belgeseli”ni izlerken “gözyaşları döken” Recep Tayyip Erdoğan şöyle konuşmuştur:
“Şu gördüğümüz bina ile bu yaptıkları tahribatla bunlar bizim sakalımızı kestiler. Unutmayın kesilen sakal çok daha gür biter. İnşallah bunun yerinde çok daha muhteşem, çok daha güzel bir eseri en kısa zamanda proje bitmiş vaziyette, inşa edeceğiz.”
Bilindiği gibi, 1571 yılında, “Haçlı donanması” İnebahtı’da Osmanlı donanmasını ağır bir yenilgiye uğratmıştır. Bu yenilgi sonrasında Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın Venedik elçisine şunları söylediği rivayet edilir: “Biz Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik, siz İnebahtı’da bizi yenmekle, sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kolun yerine yenisi gelmez, fakat kesilen sakalın yerine daha gür çıkar.”
Hemen hemen tüm öğrencilerin tarih kitaplarından ezbere bildiği bu sözler, birden Recep Tayyip Erdoğan’a “ilham” vermiş görünmektedir. Buradan anlaşılmaktadır ki, “Fethullahçılar” PÖH’çüleri bombalayarak Recep Tayyip Erdoğan’ın “sakalını” tıraş etmişler; Recep Tayyip Erdoğan da devlette yaptığı tasfiyelerle “Fethullahçılar”ın “kolunu” kesmiştir! Zavallı demagog,
Osmanlının çöküşünün başlangıcındaki bir olaydan başka bir demagoji konusu bulamamıştır.
[5*]
Sözünü edeceğimiz son büyük demagoji ise, “
üst akıl”la ilgilidir.
Recep Tayyip Erdoğan ne zaman sıkışsa, alt edemeyeceği ya da açıklayamayacağı bir sorunla karşılaşsa, hemen her zaman bunları yapanın “üst akıl” olduğunu söyleyip durur. Olayın ya da sorunun ortaya çıktığı zamanı “manidar” bularak yapılan bu “üst akıl” demagojisi, herkesin içini kendisinin dolduracağı belirsizlik oluşturur. Zamanlama hep “manidar” olur ve yapanlar da hep “üst akıl”dan emir alır. Hemen herkes bu “üst akıl”ın ABD olduğunu düşünür, ancak Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD’yle “arasını bozmamak” için böyle bir söylem tutturulduğunu düşünür. Ama demagoji her durumda amacına ulaşır. Çünkü olanlar ABD’nin “tezgahı”dır ve “gelişen ve büyüyen Türkiye’nin önünü kesmek” için kurulmuştur. Gezi Direnişi de, PKK’nin “hendek savaşları” da ve nihayetinde 15 Temmuz “darbe girişimi” de hep bu “üst akıl”ın “tezgahı”dır! Almanya’nın “Ermeni soykırımı” kararı için de, “Burada bir üst akıl var. Talimat gelmiş olmalı” diyebilmiştir. ABD Başkanı Obama’yla “görüşebilmek umudu”yla katıldığı Nükleer Güvenlik Zirvesi’nde bir gazetecinin “ABD yönetimi basın ve ifade özgürlüğü konusunda neden Türkiye’ye baskı yapıyor?” sorusuna, “Üst akıl dediğim olay da bu zaten. Üst akıl, Türkiye üzerinde oyun oynuyor. Türkiye’yi bölmek, parçalamak, güçleri yeterse yutabilmek...” biçiminde yanıt verirken “üst akıl” demagojisini alabildiğine kullanıma sokmuştur.
Adnan Menderes’ten Süleyman Demirel’e, Turgut Özal’a vb. kadar uzanan “dini bütün muhafazakar” iktidarları ABD ilişkilerinde ne zaman ciddi ve büyük bir sorunla karşılaşsalar, ilk yaptıkları iş “Sovyet kozu”nu oynamak olmuştur. Bu “koz” oyunu, “sorun” zamanlarında Moskova’ya “resmi ziyaret” yaparak oynanır. Hiçbir zaman ABD bu iktidarlar tarafından doğrudan suçlanmaz. Bunun yerine “imalı sözler”le başa gelen “musibetler”in sorumlusu olarak ABD gösterilir. Böylece “dünya imparatoru”, “süper güç” ABD’nin “yola” getirileceği sanılır.
Bu demagojinin sürekli yapılmasının ve etkili olmasının nedeni ise, Türkiye halkının
Amerikan emperyalizmine karşı duyduğu tepkidir. 1960-80 döneminde yürütülen anti-emperyalist mücadelenin kitlelerde oluşturduğu anti-emperyalist bilinçtir bu. Ancak anti-emperyalist devrimci mücadelenin geri çekilmesiyle birlikte, bu bilinç de, özellikle islamcılar tarafından “milliyetçi” bir temele oturtulmuştur. Bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın “üst akıl” demagojisi işte bu “milliyetçi” tabana dayanmaktadır.
“Üst akıl” demagojisini tamamlayan söylem de “Ey...” diye başlayan, “Sen kimsin? Haddini bil”le süren lümpen söylemdir.
İşte bütün bu demagojiler “darbe girişimi” sonrasında olağanüstü boyutlarda devreye sokulmuştur. Daha düne kadar hiçbir “medya” organında yer verilmeyen Ergenekon ve Balyoz “mağdurları”, bu demagojilerin etkili olabilmesi için televizyonlara çıkartılmaya başlanmıştır. Amaç, “müzmin Recep Tayyip Erdoğan karşıtı” kişiler aracılığıyla demagojilerin “gerçek”miş gibi algılanmasını sağlamaktır. Onlar, başlarına gelen herşeyin sorumlusu olarak “Fethullahçıları” gördüklerinden, kolaylıkla kullanılabilmektedir. Ünlü sözle “kullanışlı aptallar” durumundadırlar.
Son olarak, “sol”un, legalist solun bu demagojiler karşısında içinde debelendikleri ikilemlerden söz edelim.
“Sol”, hemen hemen tüm “kriz” zamanlarında ya da bunalımın derinleştiği dönemlerde kendisini hep ikilem içine sokmuştur. Bir zamanlar “türbana özgürlük” yürüyüşlerine katılan “sol”, “gerçek demokratlar” oldukların gösterebilmek için “din ve vicdan özgürlüğü” adına hareket etmişlerdir. Bunu yaparken de, sürekli olarak “şeriatçılığa karşı” olduklarını, ama “faşist 12 Eylül anayasasına da karşı” olduklarını yineleyip durmuşlardır.
Benzer durum PKK’nin değişik eylemlerinde ortaya çıkmıştır. Devrimciler tarafından olduğu kadar, her türden demokrat ya da ilerici insanlar tarafından “asla onaylanamayacak” PKK eylemleri gerçekleştiğinde (örneğin Ankara’da otobüs durağına yönelik son intihar eylemi gibi), “devlet ile PKK” arasına sıkışmışlardır. PKK’nin eylemini “kınasalar” devletten yana görünecekler, kınamasalar eylemi “onaylamış” görüneceklerdir. Bu tür ikilemler arasında hiçbir tavır almadan bekleyegelmişlerdir. Sonuçta “ne o, ne bu” cinsinden sloganlar üretmekle yetinmişlerdir.
Dün “diktatörlüğe de, darbeye de hayır”, “ne şeriat ne darbe” sloganlarıyla içine düştükleri ikilemleri önemsizleştirmeye çalışan “sol”, bugün “askeri ve sivil darbeye karşıyız” diyerek büyük bir “keşifte” bulunmuş olmaktadır! (Bu arada bu ikilemci slogan, “ne şeriat ne darbe, tam bağımsız Türkiye” ya da “demokratik laik Türkiye” şeklinde versiyonlara sahiptir.)
Bu tür ikilemci sloganlar, “sol”da “iç ferahlığı” sağlasa bile, pratikte edimsiz, eylemsiz, sözcüğün tam anlamıyla tavırsız kalınmasına yol açmıştır. Bu öylesine belirgindir ki, “darbe girişimi” sonrasında “sol” ne diyeceğini ve ne yapacağını bilemez halde sadece “iç geçirmeler”le kendisini oyalamıştır. Bu ikilemler karşısında “paralize olmak”
[6*] “sol”un pasifizminin ve korkusunun bir sonucudur.
“Darbe girişimi” sonrasında yapılan “sol” bir değerlendirmede şunlar söylenmektedir:
“Dün yaşananların ülkemiz açısından en acı boyutu ise, Türkiye sosyalist hareketinin bir bütün olarak sergilediği çaresizlik halidir. Ülkede bir yandan savaş uçaklarıyla kentler bombalanır bir yandan da genç erlerin boğazı cihatçı katiller tarafından kesilirken, sosyalist hareket toplu olarak izleyici konumunda kalmak zorunda olmuştur. Bu durum, ne yok sayılabilecek ne mazur gösterilebilecek ne de çeşitli mazeretlerle normalleştirilebilecek bir aczi göstermektedir. Türkiye sosyalist hareketinin en ivedi biçimde söz konusu durumun nedenlerini bulması ve bu etkisizlikten sıyrılmanın yolunu bulması bir zorunluluktur. HTKP, Türkiye sosyalist hareketinin bu ertelenemez görevinin sonuca ulaştırılması konusunda her tür çabanın önde gelen parçalarından olacaktır.”
Daha “darbe girişimi”nden birkaç gün önce
birden “iç savaş”ı keşfeden Okuyan-Aydemir kesimi gibi, HTKP de
birden “sol”un “
çaresizlik hali”ni keşfetmiştir. Ama ikilemci sloganlar üretmekten başka yapabilecekleri bir şey de yoktur. Tıpkı “Halkevciler”in “darbe girişimi” sonrasında yaptıkları açıklamada söyledikleri gibi: “Ne askeri ne sivil diktatörlüğe izin vereceğiz! Özgür, demokratik, laik bir ülke için mücadele edeceğiz!”
Nasıl?
Bunun yanıtı yoktur.
“Sol”un, HTKP’nin “merkezi açıklaması”nda ifade ettiği “çaresizliği”, “aczi” legalizminden türemektedir. “-ceğiz, -cağız”larla durum idare edilmeye çalışılmaktadır. Ama gereğini yapabilmek için ne doğru bir devrimci çizgiye, bakış açısına sahiptirler, ne de bu yönde bir örgütlenmeye. Ellerinde tuttukları örgütlenmelerle (ki illegal havalar atılabilen legal örgütlenmelerdir) mevcut düzenin yasal sınırlarının ötesinde bir şey yapamazlar. Ve bugün mevcut düzenin yasallığı tümüyle ortadan kalkmıştır. Ama “sol”, buna “inanma” sorunu yaşamaktadır. “İnanabildikleri” bölümü ise, birkaç “baş yöneticiyi” “ne olur ne olmaz” diyerek “korumaya” almaktan ibarettir.
Böylesine felç olmuş, çaresiz, acz içindeki “sol”un Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptıkları bir yana söylemleriyle bile baş edebilecek hali yoktur. Belki de “darbe” rivayetleri ve demagojilerinden çıkartılabilecek tek sonuç budur.
Dipnot
[1*] Bir kez daha anımsatalım: Demagoji, halk kitlelerinin ön yargılarına, içgüdülerine ya da korkularına dayalı söylem ve siyasettir.
[2*] Burada solculuk adına poliyannacılık oynayabiliriz: (Neyse ki,) “Türkiye çapında sokağa çıkanların toplamı 200 bini bulmadı.”! (Oya Ersoy)
[3*] Bu savaş gerçeğini Clausewitz şöyle tanımlar: “İnsancıl kişiler belki kolaylıkla, düşmanı çok kan dökmeden silahsızlandırmanın ve yenmenin etkin bir yöntemi bulunduğunu, ve gerçek savaş sanatının bu amaca yöneldiğini düşünebilirler. Ancak bu istenilir bir şey gibi görünmesine karşın, aslında bir çırpıda bir kenara itilmesi gereken bir yanılgıdır. Savaş gibi tehlikeli bir işte, iyi yüreklilikten gelen hatalar başa gelebilecek şeylerin en kötüsüdür. Fizik gücün sonuna kadar kullanılması hiç bir zaman zekanın kullanılmaması anlamına gelmediğinden, bu fizik gücü acımadan kullanan ve kan dökmekten çekinmeyen taraf, aynı şekilde hareket etmeyen diğer tarafa oranla avantajlı bir durum elde eder. Neticede de iradesini hasmına kabul ettirir. Böylece her iki taraf da aynı şeyi düşündüğünden, birbirlerini aşırı hareketlere iterler ve bu aşırılıklar karşı tarafın güç ve direncinden başka bir sınır tanımaz.” (Savaş Üzerine, s. 44-45, Şiar Yalçın çevirisi.)
[4*] “Memedin aklında hep Abdi gitti Hamza geldi vardır. Ali Safayı öldürse Kenan gelecekti. Ne yapacağını düşünür durur.”
İşte bu düşünce içinde sıkışıp kalan İnce Memed ne yapacağını bilemez halde dolaşıp durur. Ve İnce Memed bu sıkışmışlıktan İdris Bey’le konuştuğunda kurtulur:
“Abdi gitti Hamza geldi.”
İdris Bey:
“Hamzayı da öldür,” dedi.
Memed, İdris Beyin saflığına gülümsedi.
“Gene Hamza gelecek. İlde Hamza çok. Hamzanın kökünü kurutmak yok mu?”
İdris Bey:
“Onu bilmem,” dedi. “Ben önce Hamzayı ortadan kaldırırım, gelecek Hamzayı da geldiği zaman düşünürüm.”
[5*] Recep Tayyip Erdoğan bu “sakal edebiyatı”nın diğer bir bölümünü de 11 Mart’ta Burdur’da yaptığı konuşmada dile getirmiştir. “Bunların inlerine gireceğiz dedim. Girdik mi, girdik, girmeye devam ediyoruz” diye başladığı konuşmasını şöyle sürdürmüştür: “Buradan sesleniyorum. Osmanlı İnebahtı’da bir yenilgi yaşamıştı. Kılıç Ali Paşa komutasında o yenilgiyi yaşadığında komutan üzgündü, süzgündü, fakat Sokullu oradan gürledi. Ne dedi? ‘Paşa paşa sen bu devleti ne sanırsın. O yelkenlerin direklerini gümüşten, bütün yelkenlerini de atlastan yapmak suretiyle yolumuza devam ederiz.’”
[6*] Felç olmak, kıpırdayamaz hale gelmek.