Son günlerin en popüler ve en çok rağbet gören konusu, Recep Tayyip Erdoğan’ın “mutlak iktidarına” kimin, nasıl ve ne zaman son vereceği olmuştur.
Kimileri açısından “Gezi Ruhu”yla, kimileri açısından “laiklik” üzerinden örgütlenecek bir “kitle” hareketiyle “AKSaray rejiminin” sona erdirilebileceği söylenirken, kimileri de “AKsaray” ile Rus çarlığının “Kışlık Sarayı” “analoji”si yaparak, “Rus devrimcileri ... öncelikle işadamları derneğini değil, Kışlık Saray’ı topa tutmuş ve ele geçirmiştir. Türkiye’nin devrimcileri de, eğer AKP’den kurtuluşu bir sosyalizm mücadelesi biçiminde kavrıyorlarsa, AKP rejiminin kalesi haline getirilmiş Saray’ı hedef almak durumundadır.”[1*] diyerek “çıkış yolu”nu göstermektedir. (Bu akıl-erkan sahibi “stratejist”, Kışlık Sarayı topa tutan Aurore zırhlısını “Türkiye’nin devrimcileri”nin nereden bulacağına değinmeyi unutmuş görünmektedir. Ayrıca Ekim Devrimi’nde “işadamları derneği”nin ne işi olduğu da bir muammadır.)
Recep Tayyip Erdoğan’a “muhalif” tüm kesimleri en fazla heyecanlandıran ise, Amerikan emperyalizmi “menşeli” bir askeri darbeyle (coup d’état), üstelik “çok uzak olmayan bir gelecekte” devrileceğine ilişkin haberler olmuştur.
“Haber” kaynağı, “ABD’nin iki eski Türkiye Büyükelçisi Morton Abramowitz ve Eric Edelman”ın, Washington Post’a yazdıkları yazıda Recep Tayyip Erdoğan’a istifa çağrısında bulunduklarına ilişkin “haber-yorum”lardır. (Gerçekte ise, bu iki eski büyükelçi, Washington Post’ta yayınlanan yazılarında bir dizi “olumsuzluk”tan söz ettikten sonra, “Erdoğan halen ülkesine parlak bir gelecek sunmak istiyorsa, ya reformlar yapmalı ya da istifa etmeli” demektedirler. Bunun Amerikan emperyalizmi tarafından “yeşil ışık” yakılacak bir “askeri darbe” sinyali olduğu ise, sadece “yorum”dan ibarettir. Yine de ABD “menşeli” bu “haber” siyaset dünyasını hareketlendirmiştir. Oysa aynı ikili, benzer temalı bir makaleyi 23 Ocak 2014’te yine Washington Post’ta yayınlamışlardır.)
“Sol”un sanal günlük köşe yazarları dahil olmak üzere, hemen herkes bu “haber”in üstüne atladı. Birbiri ardına “askeri darbe” senaryoları çizilmeye başlandı. “Herkes”in üzerinde “mutabakata” vardıkları nokta, ABD’nin (bunu Amerikan emperyalizmi olarak okuyun) Recep Tayyip Erdoğan’ı gözden çıkarmak üzere olduğuydu. Artık “askeri darbe”nin eli kulağındadır! Üç zamanda, bilemediniz beş zamanda “olacaktır”!
Varılan bir başka “mutabakat” ise, zamanı belli olmasa da, Recep Tayyip Erdoğan’ın “kesin gidici” olduğudur.
Şimdi sorun ne zaman (yakın bir gelecekte mi?) ve nasıl (askeri darbeyle mi?) halini almıştır. Bu hal, doğal olarak “12 Eylül askeri darbesi”nin öngünlerine dönülerek bulunmaya çalışılmaktadır. Bulunan da, Kenan Evren’in “koşulların olgunlaşmasını bekledik” sözlerinde ifadesini bulan “kaos ortamı”dır. Böylece Amerikan emperyalizminin Recep Tayyip Erdoğan’ı “götürmesi” mutlaklık düzeyine yükseltilirken, bunun önkoşulu da, “kaos ortamının yaratılması” olarak olarak kabul görmüştür (“kaos planı”).
“Kaos planı”, IŞİD ya da PKK’nin “metropollerde” kitlesel katliama yol açan bombalı eylemleri ile başlamaktadır. Bu “kaos planı”na göre, birbiri ardına patlayan bombalar, 12 Eylül öncesine ilişkin anlatılan “masallar”la kaynaştırılarak, bir “kaos” ortamı oluşturur ve bu “kaos”tan çıkış olarak da askeri darbe “meşru” hale gelir. (“Muhterem” bir “sol” yazar[2*], “kaos”un “derin siyasi kriz ve kilitlenme, darbe, iç savaş, hatta dış müdahale (bu askeri olmak zorunda değil) gibi versiyonları olan bir geçiş evresine denk düştüğü”nü söylemektedir.)
Kimi “medya” yazarları ise, “askeri darbe olur mu?”, olursa “nasıl olur?” türünden yazılar döşenerek konunun üzerine atladılar. Bu sorular üzerinden yapılan “akıl yürütmeler” “Fethullahçı generallerin darbesi”ne kadar uzandı. (Ve hemen ardından TSK içindeki bilmem kaç yüz Fethullahçı generalden, bu generallerin Ağustos ayındaki askeri şurada tasfiye edileceklerinden söz eden yazılar ve “haberler” ortalığı kapladı.)
Tüm bu “haber” trafiği içinde unutulan tek şey coup d’état (hükümet darbesi) olmuştur. (Burada belirtelim ki, “has” AKP’li Milli Eğitim Bakanı’nın birkaç ay önce ODTÜ’de “Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’ini okusunlar” sözlerine göndermeler yapılsa da, “has” AKP’linin sözleri “coup d’état”ya ilişkin değildir. Bakan’ın sözünü ettiği “okuma”, Marks’ın şu sözleridir: “Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak.”)
Coup d’état (hükümet darbesi), her zaman ve her durumda silahlı güçlere dayanır. Ancak bu mutlak olarak “askeri darbe” olduğu anlamına gelmez.
“Askeri darbe” de bir “coup d’état”dır, ama doğrudan doğruya devletin bir parçasını oluşturan askeri güçler (ordu) tarafından gerçekleştirilen bir darbedir.
Napoléon Bonaparte’ın 18 Brumaire’i (9 Kasım 1799) açık bir askeri darbe iken, yeğeni Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i (2 Aralık 1851) “parlamenter” bir darbe olmuştur. Bu darbenin en temel özelliği parlamento ile yürütme gücünün (ki en tepesinde cumhurbaşkanı sıfatıyla Louis Bonaparte vardır) kesin olarak birbirlerinden kopmasıdır. Bu kopuşun hemen ardından yürütme gücü parlamentoyu fesh ederek darbeyi tamamlamıştır.
Emperyalizme bağımlı ülkelerde, doğrudan emperyalist ülkelerin denetimi altındaki askeri güçlerle gerçekleştirilen darbeler (“coup d’état”) her zaman “askeri darbe” olmuştur. (Türkiye’deki askeri darbeler, Şili’deki Pinochet darbesi vb.)
“Askeri darbeler” de kendi içlerinde iki ana bölüme ayrılır: Birincisi, “emir-komuta zinciri içinde” gerçekleştirilen ve doğrudan emperyalist ülkelerin istemi ve onayı ile yapılan askeri darbeler; ikincisi “aşağıdan”, küçük rütbeli subaylar tarafından gerçekleştirilen askeri darbeler. (27 Mayıs 1960 darbesi ve 27 Mayıs’tan farklı özelliklere sahip olsa da, Yunanistan’daki “Albaylar cuntası” bu tür darbelere örnek verilebilir.)
Bu iki darbe türü, bazı istisnalar dışında[3*], her zaman emperyalizme bağımlı ülkelerde gerçekleştirilmiştir. Emperyalizm, her zaman silahlı kuvvetleri (ordu) en üst düzeyde denetimde tuttuğu koşullarda gerçekleşen “emir-komuta zinciri” içindeki darbeyi tercih eder. Ancak bu denetimin sağlanamadığı koşullarda, “aşağıdan darbe” gündeme gelir.
Burada, “parlamenter sistem” dışındaki her iktidar/hükümet değişikliklerinin “darbe” (“coup d’état”) olarak tanımlandığının ve her “darbe”nin de belli bir askeri güce dayandığının altını çizmek gerekir. Yine de “darbe”nin niteliği ile “darbe”nin yapılışı ve yapanları birbirine karıştırılmamalıdır.
Her darbe, askeri darbe, uygun bir zamanda silahlı güçlerin harekete geçirilmesiyle gerçekleşir. Darbenin başarıya ulaşmasının koşulları, her durumda “uygun zaman” ve “elverişli zemin”le ilişkilidir. Uygun zaman ve zeminin, kendiliğinden oluşması ya da “iradi müdahale” ile (günümüzün popüler söylemiyle “üst akıl”) olgunlaştırılması fazlaca önemli değildir. Darbelerin niteliğinden daha çok yapılış tarzına önem veren her yaklaşım, kendisini “darbeler önlenebilir mi?” sorusuyla sınırlar. Oysa Bonapartizm[4*] ya da (Gramscici) Sezarizm[5*], zaman ve zeminin kendiliğinden oluşmasının, yani nesnel koşulların ürünleridirler.
Emperyalizme bağımlı ülkelerde, emperyalizm tarafından mevcut düzenin yasal ve resmi askeri güçleri aracılığıyla siyasal iktidara el konulması durumu, yani bu tarz bir “darbe” (coup d’état), “yönetimin askerileştirilmesi” olarak tanımlamak gerekir. Bu da, siyasal zorun askeri biçimde maddeleştirilmesi ve görünür kılınması demektir. Bu durum da üç koşulda ortaya çıkar:
a) Egemen sınıfların kendi iç çelişkileri yüzünden yönetemez hale gelmesi;
b) Gelişen sınıfsal muhalefetlerin mevcut üretim ilişkilerini tehdit eder bir nitelik almaları,
c) Doğrudan doğruya iktidara yönelik bir siyasal alternatifin ortaya çıkması.
Bugün Türkiye’de bu üç koşulun hiçbirinin bulunmadığı çok açıktır. Ne egemen sınıflar içinde çelişkiler keskinleşmiş ve bu nedenle ülke yönetilemez hale gelmiştir, ne de “toplumsal muhalefet” “mevcut üretim ilişkilerini tehdit eder” bir niteliğe sahiptir ve mevcut oligarşik yönetime karşı “doğrudan doğruya iktidara yönelik bir siyasal alternatif” söz konusudur. Diğer ifadeyle, bugün AKP ve Recep Tayyip Erdoğan iktidarının ülkeyi “yönetemez” hale gelmiş olmasından söz edemeyiz.
Burada, oligarşik yönetimin mevcut bir iktidarının ülkeyi yönetemez hale gelmesi, mevcut yasalar ve kurumlar çerçevesinde oligarşik sistemi sürdüremez olması anlamına gelir. Bu yüzden, bir yandan “mevcut yasal çerçeve”nin (köklü, yani gelişen siyasal duruma yanıt verecek boyutta) değiştirilmesi, diğer yandan bu değişime uygun yeni bir iktidarın ortaya çıkartılması durumu, yönetimin askerileştirilmesine yol açar. Bir bakıma, oligarşik yönetimin, kendi “öz” iktidar gücüne (yönetim) karşı, bir başka gücü iktidara taşıyan bir “iç” darbe gerçekleştirmesidir.
Bugün ABD kaynaklı “darbe” söylentilerinin ve beklentilerinin bu durumla, yani yönetimin askerileştirilmesiyle hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır.
12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri, somut tarihsel koşullarda siyasal zorun askeri biçimde maddeleştirilmesinin ürünüdür. Burada askerileştirilen siyasal zor, doğrudan doğruya oligarşik sistemi korumaya ve kollamaya yöneliktir. Yani sistemin “bekası” sorunudur. Bu “beka” sorununu çözemeyen siyasal iktidar (ki burada “sivil iktidarlar” söz konusudur) emir-komuta zinciri içinde yürütme gücünü askeri yönetime bırakır.
Oysa ABD kaynaklı “darbe” söylemlerinin, yürütme gücünün böylesi bir “beka” sorunu karşısında çaresiz kalmasıyla ilintisi yoktur. Herşey “tıkır tıkır” işlemektedir. Zaman zaman, hatta çoğu zaman mevcut yürütme gücü (AKP ve Recep Tayyip Erdoğan iktidarı) mevcut yasal çerçeveyi bir yana bıraksa da, bu duruma karşı herhangi bir toplumsal karşı çıkış ya da direniş mevcut değildir.
Elbette toplumsal karşı çıkış ya da direniş “potansiyel” olarak mevcuttur. Recep Tayyip Erdoğan’ın mevcut yasal çerçeveyi ve mevcut hukuksal yapıyı zorlayan eylemleri “potansiyel” olarak karşı tepkiyi kaçınılmazlaştırmaktadır. Ama yaşanılan Gezi Direnişi’nin bu “potansiyeli” kuvveden fiile çıkartmış olması önemli bir belirti olmakla birlikte, daha sonraki “sönümlenişiyle” oligarşik sistem için önemli bir tehdit unsuru olmaktan kolayca çıkarılmıştır. (Gezi Direnişi’nde ve sürecinde oligarşiye karşı siyasal bir alternatif zaten mevcut değildi.)
Dün olduğu gibi, bugünün sorunu, Recep Tayyip Erdoğan’ın tüm iktidar gücünü, yani yasama, yargı ve yürütme gücünü tek elde toplamasıdır. Bu da, emperyalist-kapitalizmin yürütme gücünü artan oranda güçlendirme eğiliminin ulaşabileceği son noktadır.
Günümüzün gerçekliği, Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında yürütme gücünün mutlak bir güç haline getirilmeye çalışılmasıdır. Böyle bir durum, işlerin çok daha kolay ve hızlı biçimde yerine getirilmesine hizmet edeceği için, herhangi biçimde emperyalizmin karşı çıkacağı bir durum değildir. Son tahlilde yürütme gücünün mutlak güç haline dönüştürülmesi, bugüne kadar şu ya da bu oranda ve düzeyde süregiden “güçler ayrımı”nın (yasama, yürütme ve yargı gücünün ayrılması) sona erdirilmesidir. Bu durumdan en büyük zararı, küçük-burjuvazinin “laik ve ulusalcı” orta ve sol kanadı görecektir. Güçlü ve hatta mutlak bir yürütme, bu kesimlerin (kimilerince “orta sınıflar”) siyasal yönetim üzerindeki etkisini ve gücünü kıracaktır.
İşte bu nedenden dolayı, “Bu kesimler, yeni-sömürgeciliğin ürünü olan orta ve hafif sanayinin ‘elit personeli’ olarak belli bir ekonomik güce sahipken, bugün tüketim ekonomisinin egemenliği ve ticaretin üstünlüğü karşısında ‘elit personel’ olma özelliklerini de yitirmişlerdir. Dolayısıyla siyasal yönetimden dışlanmaya karşı direnebilecek güce ve niceliğe sahip olmadıklarından, dışlanmışlıklarını engelleyebilecek tek güç olarak orduyu görmektedirler.”[6*] ABD kaynaklı “askeri darbe” söylemlerine gösterilen “itibar”ın kökeni de burada yatmaktadır.
Bugüne kadar mutlak olarak “güçler ayrımı”ndan yana tutum alan ve “güçler ayrımı”na dayalı “nispi demokratik ortam”ın kendi siyasal ve sınıfsal varoluşunun zorunlu bir parçası olarak gören “yeşil sermaye” ve onun siyasal sözcüleri (şeriatçılar), bugün iktidardadırlar. Bu iktidarlarını korumak ve sürekli hale getirmek için de, bugüne kadar kendi varlıklarının temel koşulu kabul ettikleri “güçler ayrımı”nın ortadan kaldırılmasına çalışmaktadırlar.[7*]
Böylece değişik sınıf ve tabakaların içinde yer aldığı ve kendi ölçeklerinde siyasal yönetimden pay aldıkları “güçler ayrımı” dönemi, yeniden ve bir kez daha yürütmenin güçlendirilmesi yönündeki hareketle sona erdirilmeye çalışılırken, bundan zarar görecek ve bu nedenle buna karşı “direnebilecek” tek kesim küçük-burjuvazinin orta ve sol kesimleri olmaktadır. (Gezi Direnişi, başlangıç olarak, bu kesimlerin öncülüğünde ortaya çıkmıştır.)
Emperyalizm açısından, özel olarak da Amerikan emperyalizmi açısından yürütmenin güçlendirilmesi ve mutlak bir güç haline getirilmesi kendi işlerinin çok daha kolay ve hızlı biçimde yürütülmesini sağlayacağı için “özel olarak” bir sakınca getirmemekten öte, çıkarınadır. Siyasal anlamda “laik ve ulusalcı” kesimlerin siyasal yönetimden dışlanması da, emperyalizmin Ortadoğu bölgesindeki çıkarlarının daha rahat ve daha hızlı gerçekleştirilmesine hizmet edecektir. Gerek “I. Körfez Savaşı”nda, gerek “1 Mart tezkeresi”nde açık biçimde görüldüğü gibi, bu “orta sınıf”ların Türkiye’deki gücü emperyalizmin çıkarlarını baltalayabilmiştir. Bu nedenle de gücünün kırılması ve hatta siyasal yönetimden tümüyle dışlanması, uzun zamandır Amerikan emperyalizminin hedeflerinden birisi olagelmiştir.
Bu kesimlerin gücü v“temsili demokrasi” (“parlamenter sistem”) ve güçler ayrımından gelmektedir. Dolayısıyla siyasal güçlerinin kırılması da bunların ortadan kaldırılmasıyla olanaklıdır. Recep Tayyip Erdoğan’ın “mutlak yürütme gücü” oluşturmaya ve yer yer bunu fiilen yapmaya yönelik çabaları emperyalist sistem açısından istenen bir durumdur. Bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel “karizması”na dayanılarak yapılacak bir “sistem değişikliği”, gelecekte doğrudan emperyalizmin “kendi has adamları” aracılığıyla kullanabileceği bir sistemi ortaya çıkaracaktır. Olağan şartlarda ve hatta askeri darbe koşullarında bile kolayca gerçekleştirilemeyecek olan böylesi bir sistem değişikliğinin islamcılar aracılığıyla gerçekleştirilmesi emperyalizmi hiç de rahatsız etmemektedir.
Bugün emperyalizmin Recep Tayyip Erdoğan’ın “mutlak güç” sahibi olmasından duyduğu “kaygı”, sadece islami kökeni ve buna dayanan söylemidir. Cüneyt Zapsu’nun bir zamanlar açıkça ifade ettiği gibi, Recep Tayyip Erdoğan “çukura” (“kanalizasyon”a) süpürülmeyip “kullanılacak” biri olduğu sürece, güçlü ve hatta mutlak bir yürütme emperyalizmin kısa, orta ve uzun vadeli çıkarlarıyla örtüşmektedir. Suriye politikalarında görüldüğü gibi, Recep Tayyip Erdoğan ne kadar “mutlak güç” sahibi olursa olsun, her durumda kolayca “tükürdüğünü yalayan” (emperyalizmin taleplerini yerine getiren) bir “profil” çizmektedir. Zaman zaman söylemsel olarak “çizmeyi” aştığı durumlarda ise, “beyzbol sopası” gösterilerek, kolayca hizaya getirilmektedir.
Bu açıdan, Amerikan emperyalizminin Recep Tayyip Erdoğan’ı “deliğe süpürme”ye karar verdiğini düşünmek gerçeklikten çok, niyetlerle ilgilidir.
Hiç kimse Recep Tayyip Erdoğan’ın, Suriye konusunda zikzaklar çizse de, son tahlilde emperyalizmin istediği doğrultuda hareket etmesinden rahatsızlık duyulduğunu iddia edemez. Aynı şekilde, PKK’ye yönelik “imha politikası”ndan da emperyalizmin “rahatsız” olduğuna ilişkin bir belirti de mevcut değildir. Emperyalizmi, özel olarak da Amerikan emperyalizmini “rahatsız” eden tek şey, böylesine güçlü hale gelmiş bir Recep Tayyip Erdoğan’ın denetimden çıkıp çıkmayacağıdır. Bu nedenle de, zaman zaman “balans ayarı” yapmak zorunda kalmaktadırlar. Bu “balans ayarı” da, her durumda “laik ve ulusalcı” kesimleri kendisine yönelik bir tehdit unsuru olarak kullanabileceklerinin gösterilmesiyle gerçekleştirilmektedir.
Herşeye rağmen, mutlak ve kesintisiz bir süreç söz konusu değildir. Olaylar hızla gelişebilmekte ve çıkarlar kolayca değişebilmektedir. Sadece son yıllardaki Suriye olaylarına ve politikalarına bakıldığında bunları görmek olanaklıdır. Dün “Esad gitmeli” diyen emperyalizm, bugün “Esadlı geçiş süreci”nden söz edebilmektedir. IŞİD “fenomeni”, bir dönemki politikalarda “müttefik” olarak görülürken, bugün “düşman” durumundadır. Çok kullanılan ve bilinen söylemle, emperyalizm “kadir-i mutlak” bir güç değildir. Herşeyi önceden planlaması ve bu plana göre herşeyi “dizayn” etmesi sözkonusu değildir. Ancak şurası kesindir ki, bugün dünya çapında olaylara yön veren belirleyici güç emperyalizmdir. Devrimci mücadelelerin şu ya da bu biçimde geri çekildiği, “toplumsal muhalefet”in şu ya da bu biçimde pasifize edildiği günümüz koşullarında bu “belirleyici güç”, gelişen olayları kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilecek pek çok araca ve olanağa sahiptir.
Hiç tartışmasız bu gücün kırılmasının tek koşulu devrimci mücadeledir. Elbette devrimci mücadelenin geliştirilmesi ve yükseltilmesi yaşanılan süreci kökten değiştirecektir. Ancak hiç kimse hayal görmemelidir. Böyle bir gelişmenin ortaya çıkabilmesi için gidilmesi gereken çok yol, yapılması gereken çok iş vardır. Bunlar yapılmış ya da hemen yapılabilecekmiş gibi “teoriler” üretmek, sadece bu yolda ilerlemek isteyenleri aldatmaktan başka bir sonuç vermez. Üstelik bu “teori” sahiplerinin devrim kaçkınlıkları, devrimci mücadeledeki engelleyici ve saptırıcı rolleri hiç olmamışçasına ciddiye almak, devrimci mücadelenin bir süre daha geri planda kalışını sağlamaktan başka bir işe yaramayacaktır.