Sömürge, yarı-sömürge ve geri-bıraktırılmış ülkelerde, yani emperyalizmin egemenliği altındaki ülkelerde, devlet, herşeydir. Özellikle servetin dağıtımında bu ülke devletlerinin belirleyici niteliği, her durumda devletin ele geçilmesi ya da devlet görevinde önemli bir yer işgal edilmesi yönünde bir amaç ortaya çıkarır. Bu aynı zamanda bu ülkelerdeki “devletetaparlık”ın, devlet fetişizminin oluşmasına hizmet eder.
Devlet fetişizmi (devletetaparlık) kimi zaman yasalarla, kimi zaman doğrudan “ceberut devlet” uygulamalarıyla desteklenir. Bu da faşist zihniyetin kendisini devlet fetişizminden beslemesine yol açar.
Ancak “devletetaparlık” en tipik sonuçlarını sıradan, ortalama “vatandaş”ta ortaya çıkardığı başkalaşımda kendisini gösterir.
Sıradan, ortalama bir “vatandaş”, bu durumda kaldığı sürece “devletetapar” ve devlet karşısında korkuya dayalı bir “saygı” içinde bulunur. Onun gözünde, en sıradan bir devlet görevlisi, herşeyi yapmaya muktedirdir. Doğal olarak da, bu “herşeyi yapmaya muktedir” devlet görevlisi “ceberut devlet”in somut varlığı olarak görünür. Ama yanı zamanda servetin dağıtımını da yapabilen bir güce sahip olarak düşünülür. Bu yüzden de, sıradan bir devlet görevlisi (ki bunun bir devlet kurumunda “kapıcı” olması bile önemli değildir), hem “döven” (baskı ve şiddet), hem de “seven” (servet dağılımını sağlayarak maddi kazanç sağlayan) bir güç olarak görünür.
Oysa o devlet görevlisi, devlet görevlisi olmaktan önce herkes gibi, sıradan, ortalama bir “vatandaş”tır. “Devletetaparlık”ın egemen olduğu ülkelerde bu sıradan, ortalama “vatandaş” devlet görevlisi olduğu andan itibaren başkalaşıma uğrar ve kendisini devletle özdeşleştirir. Günlük yaşamında ve görevinde “devlet gibi” hareket eder. Devlet kademelerinde yükseldikçe (yükselebilirse) bu “devlet gibi” hareket tarzı, giderek “bizatihi devletin kendisi” gibi davranmaya dönüşür. Asan, kesen, ezen, döven, ama her durumda şefkatlı, sevecen bir devlet olur.
Aynı devlet görevlisi devletteki görevinden ayrıldıktan sonra (emeklilikle vb. nedenlerle) yeniden sıradan, ortalama “vatandaş” konumuna geri döner. O andan itibaren, devlet görevlisiyken yaptığı tüm özdeşleştirmelerden kaynaklanan tutum ve davranışlarını “sıfırlar”. Bu konuda Balyoz, Ergenekon (“medya” diliyle) “kumpas davaları”nda yargılanan generaller (başta İlker Başbuğ olmak üzere hepsi) bunun tipik örneğidir. Üniformalarını çıkardıkları ya da çıkartıldıktan sonra, üniformalarıyla yaptıkları tüm “hizmetler”den muaf hale gelirler. Artık onlar “babacan”, “bilge” ve “tecrübeli” birer “vatandaş”a dönüşürler.
Oysa, örneğin İlker Başbuğ, 12 Mart 1971 askeri müdahalesi döneminde düşük düzeyli bir subay olarak “hizmet” vermiştir. Bu sıkıyönetim dönemde (26 Nisan 1971-26 Eylül 1973 arasında), “emir-komuta zinciri” içinde görev icra etmiştir. Bu görevlerin içinde aydınların tutuklanmasından, tutuklulara işkence yapılmasına kadar her türlü insanlık dışı “görevler” yer alır.
Keza, aynı İlker Başbuğ, 12 Eylül askeri darbesinde binbaşı rütbesiyle Trabzon’da “görev” yapmıştır. Bu “görev”in sıkıyönetim komutanlığını kapsadığı açıktır. Bugün için bu “görev” sırasında neler yaptığı bilinmese de, 12 Eylül askeri darbesini “darbe olarak görmediğini” açıkça beyan etmiştir.
Ama artık devlet görevlisi değildir. Doğal olarak sıradan, ortalama “vatandaş”a dönüşmüştür ve her “vatandaş” gibi tüm geçmişinden vareste kılınmıştır.
Devlet görevlisiyken “herşeye” (ki insan öldürme bunun içindedir) muktedir olduğunu düşünen ve “devletin kendisine verdiği görevi” “layıkıyla” yerine getirenlerin diğer bir örneği de, 15 Temmuz darbe girişimi sırasında Marmaris’e gönderilen (yine “medya” diliyle) “suikast timi”dir.
MAK, SAT ve SAS komandolarından oluşmuş bu karma 18 kişilik “tim”, “özel kuvvetler mensubu” olmanın verdiği özgüvenle hareket etmişlerdir.
Buraya kadar bu “tim”, kendisini devletle ve daha ötesi devletin “en gözde” “özel kuvvetleri”yle özdeşleştirmişlerdir. Hareket tarzları, tutum ve davranışları, giyim-kuşamları ve nihayetinde ellerindeki en gelişmiş silahlarıyla bu özdeşliğin gereğini “hakkıyla” yerine getirmeye hazırdırlar. Ancak “darbe” girişiminin sona ermesiyle birlikte Marmaris’te kendi başlarına kalmışlardır.
Kendi başına kalan “tim”in ilk yaptığı işlerden biri, kendilerine bir süre saklanacakları yer aramak olmuştur. Ama bunu yaparken de, tüm silah ve teçhizatlarını “arazide” kolayca bulunabilir bir biçimde ve düzen içinde bırakmışlardır.
Bu “özel kuvvetler”e ilişkin “enformasyon”lara bakılacak olursa, böylesi bir “tim”, 40 kilo ağırlıkla günde 30-40 kilometre yol alabilecek niteliğe sahiptir. Ayrıca “her türlü doğa koşullarında” barınabilme ve her türlü yiyecekle beslenebilme eğitimine sahiptirler. Kendi propagandalarına göre, “en vahşi doğa koşullarında bile hayatta kalabiliyorlar”.
Bu hesapla, 15 Temmuz’dan 15 gün sonra yakalanan “tim” mensuplarının 300-400 kilometrelik bir alanda bulunmaları gerekirken (“terör uzmanı” Mete Yarar ilk günlerde bu yorumu yapmıştır), Marmaris’in 5-10 kilometre uzaklığında ele geçirilmişlerdir. Üstelik yakalanmalarına yol açan olay da içlerinden birisinin bir marketten “bulgur, çikolata, helva ve 10 ekmek” almasıdır. Bilinen rivayete göre, yılan etinden kaplumbağa çorbasına kadar herşeyi doğadan sağlayan “özel kuvvetler mensupları”, bunun yerine marketten alışveriş etmeyi, bahçelerden domates-biber çalmayı “tercih” etmişlerdir.
Dahası silahlarını ve teçhizatlarını kolayca bulunabilecek biçimde “araziye” terk etmiş olmaları da, “devlet”i ne kadar içselleştirdiklerini, “devlet”le kendilerini ne kadar özdeşleştirdiklerini göstermektedir. Öyle ki, başarısız bir girişimden sonra kendilerini “devlet görevinden azat” ederken, “devlet”e ait malzemeyi de bırakmışlardır.
Ve bu “tim” yakalandığında, yorgun, uykusuz ve perişan bir halde bulunmuşlardır. Davranışları ürkektir. Kendilerinin “üniformalı”yken gösterdikleri özgüvenden geriye en küçük bir iz bile kalmamıştır. Çünkü artık onlar “devlet görevlisi” değillerdir, sıradan, normal “vatandaş”a dönüşmüşlerdir. Her sıradan, normal “vatandaş” gibi, kendilerini yakalayan “devlet görevlilleri” karşısında elpençe durmaktan başka bir seçenekleri yoktur.
Bu somut olay, “devletetapanlar”ın, devlet görevindeyken “herşeye muktedir” görünümleri ve tutumlarının kaynağının, bizatihi “ceberut devlet” zihniyeti olduğunu açıkça göstermektedir.
Yine bu somut olay, “özel kuvvetler” olarak adlandırılan ve 50 aylık “zorlu ve yoğun” bir eğitimden geçmiş bireylerin sanıldığı ve iddia edildiği kadar yetkin olmadıklarını göstermiştir. Bu da, “devlet”in, “merkezi otoritenin görüldüğü gibi güçlü olmadığını, onun kuvvetinin herşeyden önce yaygara, gözdağı ve demagojiye dayandığını gösterir”.