Recep Tayyip Erdoğan iktidarı nesnel hukuk açısından meşruiyetini tümüyle yitirmiştir. Doğal olarak, meşru olmayan bir iktidara karşı mücadele etmek, direnmek ve savaşmak haklı ve meşrudur.
Bu belirleme nesnel bir gerçekliktir.
Çünkü, Recep Tayyip Erdoğan iktidarı, kendini ve partisini vareden ve iktidara getiren anayasal hukuku değişik yollarla (“torba yasalar”la, Kanun Hükmünde Kararnamelerle, yönetmeliklerle vb.) işlevsiz hale getirmiştir. Giderek de, bu işlevsiz kılınan anayasanın “yasallığına” (kanuniliği) dayanarak fiilen (de facto) yeni bir düzen kurmaya yönelmiştir.
Bu yeni düzen, adına ister islam devleti denilsin, ister şeriat düzeni denilsin, ister otoriter, ister totaliter olarak tanımlansın, her durumda kendini vareden anayasal hukukun “yasallığına” (“kanunilik”) dayanıyormuşçasına oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu da düzenin hukukiliği, yani mevcut anayasal hukuku içinde siyasal faaliyet yürüten muhalefet partilerinin sindirilmesinin ve hareketsizleştirilmesinin en temel unsuru olmaktadır.
Bu yönüyle, Recep Tayyip Erdoğan iktidarı “kanun devleti” görünümü altında “hukuk devleti”ni ortadan kaldırmıştır.
Mevcut anayasanın (ki birçok maddesi değiştirilmiş olmasına rağmen hala 1982 anayasasıdır) “kanuni” bir unsuru olan OHAL (Olağanüstü Hal), yine mevcut anayasanın “kanuniliği” içinde ilan edilmiştir. Böylece OHAL’in sağladığı her türlü yasaların üstünde ve dışında icraat yapılabilmesinin önü açılmıştır.
Her ne kadar mevcut anayasal hukuk açısından OHAL uygulamaları parlamentonun denetimine tabiyse de, uzatılmasıyla ve hatta “12 ay bile yetmez” denilerek uzatmanın sınırsızlaştırılmasıyla hukuk tümüyle ortadan kaldırılmıştır. Bu da Recep Tayyip Erdoğan iktidarını gayrı meşru hale getirmektedir.
En yalın ifadeyle, “kendi sınırlarını aşan iktidar gayrı meşrudur”. Bu sınırlar da, o iktidarı var eden hukuk bağlamında (bir kez daha ifade edelim, bu hukuk henüz “dar ufukları” aşılamamış olan burjuva hukukudur) bireyin özel ve özerk haklarıdır. Diğer bir ifadeyle, birey özgürlüğü ve güvenliği, vicdan, düşünce ve inanç özgürlüğü, basın özgürlüğü ve nihayetinde mülkiyet hakkı bu sınırı oluşturur. Evrensel hukuk bağlamında bu sınırları ihlal eden her iktidar gayrı meşrudur.
Recep Tayyip Erdoğan iktidarının gayrı meşruluğuna ilişkin sayısız uygulama örnekleri verilebilir. Neredeyse her gün yazılı medyada yer alan haberler (görevden almalar, işten atmalar, dava bile açılmamışken bir hakim kararıyla tutukluların mal ve mülklerine el konulması vs. vs.) yeterince veri ortaya koymaktadır. Artık ülkede hukuktan söz edilemeyecek bir durum egemendir. Siyasal iktidarın “kanuni” sahipleri, gerek OHAL çerçevesinde çıkartılan Kanun Hükmünde Kararname ile, gerekse “idari tasarruflar”la fiili ve hukuk dışı iktidarını sürdürmektedir.
Mevcut iktidarın gayrı meşruluğu, hukuk dışılığı, hukuk hakkında az çok bilgisi olan herkesin gördüğü ve bildiği bir durumdur. Böyle bir durumda “direnme hakkı” doğar. Bu da, tüm bireylerin, toplumun, gayrı meşru iktidara karşı başkaldırma, zor kullanarak o iktidarı devirme hakkı demektir.
Bu zor, mevcut iktidarın gayrı meşruluğundan kaynaklanan bir meşru zordur.
Gayrı meşru bir iktidara karşı “direnme hakkı” böylesine açık ve net olmasına karşın, gayrı meşru iktidara karşı bu hakkı kullanmak ya da kullanmanın gerekliliğini kabul etmek o kadar basit ve yalın değildir.
Bugün parlamentoda yer alan “muhalefet partileri” (ki MHP bu tanımın içinde yer almaz) bu gerçekleri bildikleri halde sözelliğin ötesine geçen herhangi bir tutum ve davranışta bulunmamaktadırlar. Yapabildikleri tek şey, Recep Tayyip Erdoğan’ın “ayağına” (“kaçak saray”a) gitmemek ya da onun katıldığı toplantılarda “ayağa kalkmamak”la sınırlıdır. Bu “eylemleri”yle, dolaylı biçimde Recep Tayyip Erdoğan iktidarının gayrı meşru olduğunu söylüyormuşlar gibi görünürler. Gerçekte ise, “cumhurbaşkanlığı makamı” ile bizatihi bu makamı temsil eden Recep Tayyip Erdoğan arasına bir sınır çizmeye çalışmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar (CHP). Bu da mevcut hukuk içinde kalınarak bu gayrı meşru iktidarın değiştirilebilineceği avuntusunu yaratmaktadır.
Böylece “muhalefet” partileri tarafından var kabul edilen bir “hukuk” söz konusu olmaktadır. Ortada bir “hukuk”, “hukuk düzeni” mevcutsa, doğal ve kaçınılmaz olarak “direnme hakkı”, mevcut gayrı meşru iktidarın zor yoluyla devrilmesi hakkı ortaya çıkmayacaktır.
Mevcut gayrı meşru iktidara karşı geniş kitleleri harekete geçirebilecek olan “muhalefet” partilerinin bu yaklaşımı, ister istemez bu hakkı kullanacak olan halk kitlelerini duraksatmakta ve pasifize etmektedir.
Bunun sonucu olarak da. gayrı meşru iktidar karşısında halk kitleleri “bir başka güç”ten bu hakkı kullanması beklentisine girmektedir.
Herkesin bildiği gibi, mevcut devlet sisteminde “zor kullanma hakkı” ordu ve polis gücüne aittir. Zor kullanma tekeline sahip olan bu iki güç gayrı meşru iktidardan kurtulmanın tek ve yasal unsuru haline gelmektedir. Bu da askeri darbeden başka bir şey değildir.
Ancak “15 Temmuz kalkışması”yla ya da “15 Temmuz darbe girişimi”yle görüldüğü gibi, bu zor kullanma tekeline sahip güçler “dış güçler”in (emperyalizmin) onayı ve desteği olmaksızın herhangi bir şey başarabilecek durumda da değillerdir.
Bu gerçekler bilinmesine rağmen, geniş anlamda “muhalefet”, Recep Tayyip Erdoğan iktidarını gayrı meşru ilan edememektedir. Bu nedenle de gayrı meşruluk sadece “marjinallerin” ortaya attığı “marjinal” bir yargı olarak ortada kalmaktadır.
Oysa mevcut düzenin içinde yer alan pek çok unsur iktidarın gayrı meşru olduğunu değişik biçimlerde ortaya koymaktadırlar.
Örneğin, müzmin CHP karşıtı ve neo-liberal Tarhan Erdem, 15 Temmuz darbe girişiminden bir hafta önce şunları yazmıştır:
“Evet, Sayın Erdoğan seçilmiş bir cumhurbaşkanıdır.
Ancak seçildiği an, Anayasa’nın açık hükümlerini çiğnemiş, sonra gelişen siyasal olayları yozlaştırmış, sonraki seçimlerde seçim kanunlarının ilkelerini bertaraf etmiş, memleketini demokratik seçimlerden de mahrum bırakmıştır.
7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri bana göre, yasal ilkelere uyulmadan yapılmış, sonuçlarının yasal kurullarca irdelenmesi engellenmiş seçimlerdir.
Bunlar meşru seçim değildir, bugünkü fiili durum ve yürütülen anlayış sürdükçe yapılacak hiçbir seçim de, ‘eşit seçim’ olmayacaktır.
Yurttaş olarak hiçbir şey değişmeden ‘seçim sonucu’ olarak açıklanacak gayri meşru ilanları tanımayacağımı açıkça beyan ediyorum.” (8 Temmuz 2016, T24.)
Yine 15 Temmuz’dan yaklaşık bir buçuk ay sonra Ali Sirmen Cumhuriyet’teki köşe yazısında şöyle yazmaktadır:
“Kimi faşist düzenler için bile geçerli olan ‘ölümden öte köy yoktur’ sözü, mahalle baskısının devlet güvencesi altına alındığı, neredeyse anayasal bir kurum haline geldiği düzenlerde anlamını yitirmektedir.
21. yüzyılda ortaçağ karanlığını yaşamak işte budur.
21. yüzyılda ortaçağ karanlığını yaşayan toplumlar, dışlandıkları için kimseyi suçlayamazlar.
Çünkü içinde bulundukları durum bulaşıcıdır ve her toplum da böyle bir duruma karşı kendini korumak hakkına sahiptir.” (Ali Sirmen, 3 Ekim 2016, Cumhuriyet)
Bu iki örnek bile Recep Tayyip Erdoğan iktidarının ne denli gayrı meşru olduğunu ve buna karşı “direnme hakkı”nın ne denli meşru olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Bunlara ve buna rağmen hala Recep Tayyip Erdoğan iktidarını gayrı meşru ilan edemeyen bir “muhalefet” ve bu “muhalefet”in temsil ettiği milyonlarca insan hareketsizdir.
Bu hareketsizlik, pasifizm, “direnme hakkı”nın kullanılması için “bütün koşulların” olgunlaşmış olmadığını göstermektedir. Diğer bir ifadeyle, geniş halk kitleleri gayrı meşru iktidarı devirmek konusunda kendilerini yeter derecede haklı ve güçlü bulmamaktadırlar. Bu da “muhalefet”in yarattığı
yanılsamaların ürünü olduğu kadar, zor kullanma tekelinin
kırılamamasının ürünüdür.
Açıkçası, Recep Tayyip Erdoğan’dan “kurtulmayı” isteyen “muhalif güçler”, kanunilik ile hukukilik arasına sıkışmışlardır. Gayrı meşru iktidarın ortadan işlevsiz kıldığı ve yer yer ortadan kaldırdığı
yasallığa hapsedilmişlerdir. Bu yasallık içinde kalarak Recep Tayyip Erdoğan’ın gayrı meşru iktidarından kurtulabileceklerini (bir yere kadar) ummaktadırlar. Bu da “sandıksal demokrasi” içinde kalarak, “seçimler” yoluyla bu gayrı meşru iktidardan kurtulma beklentisinden başka bir şey değildir.
Bu aldanma, onlarca yıldır tüm “muhalefet” güçlerinin ortak bir yanılsamasıdır.
Recep Tayyip Erdoğan’ın 2007’deki “
Coup de Tête”si, yani cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine ilişkin anayasa değişikliği, parlamenter sistemin yerine “devlet başkanlığı” sistemini getirmiştir. Bu sistemde iktidar olmak için oyların yarısından bir fazla oy almak gerekmektedir. “Muhalefet partileri”nin “birleşik” oy potansiyeli her ne kadar %50’yi geçiyor olsa da, MHP’nin sistem içindeki yeri ve konumu hesaba katıldığında (ki 7 Haziran seçimlerinde bu açıkça görülmüştür), toplumsal muhalefetin hiçbir zaman ve hiçbir koşulda bu %50’yi sağlayamayacağı açıktır.
Bu da “sandıksal demokrasi” içinde kalarak birleşik toplumsal muhalefetin hiçbir zaman ve hiçbir koşulda iktidar olamayacağı demektir. Şeriatçıların ve faşistlerin toplum içindeki güçleri ve ağırlıkları, her durumda %60 dolayındadır. Bu oran değişmediği sürece (ki “sandıksal demokrasi”nin 65 yıllık tarihi buna tanıktır) “sol”un iktidara gelebilmesi olanaksızdır.
Hiç kuşkusuz toplumsal muhalefet güçleri de yanılabilirler, yanılsama içine girebilirler. Cumhurbaşkanının doğrudan seçilmesi “sistemi” ülke tarihinde bir ilktir ve ilk olduğu için de ne olduğu kitleler tarafından anlaşılmayabilir. Ancak zaman içinde, kendi siyasal deneyimleriyle bunun ne olduğunu göreceklerdir. Elbette o zamana kadar “sistem”le iktidara gelenler mevcut oyunun kuralını, yani anayasal hukuku fiilen ya da “kanunen” değiştirmemiş olurlarsa!
Evet, bugün toplumsal muhalefet açısından Recep Tayyip Erdoğan iktidarının gayrı meşruluğu açıkça ifade edilmemektedir. “Yasallık” (legalizm) kendi varlığını korumak uğruna bu gerçeği görmezlikten gelmektedir. Bu, kitlelerin bilincinin bulanıklaştırılmasının birinci nedenidir.
İkinci olarak, toplumsal muhalefet gayrı meşru iktidarı devirmek için kendilerini yeterince haklı ve güçlü görmemektedirler.
Örgütsüz olan, “direnme hakkı”nın gerektirdiği zor kullanma olanağına sahip olmayan kitlelerin gayrı meşru iktidara karşı direnmesi, mücadele etmesi ve savaşması elbette beklenemez. Ama bu yapılamaz demek değildir.
Doğal ve mantıki olarak buradan çıkan sonuç, kitlelerin örgütlenmesinin ve zor kullanma tekelini kırmasının zorunlu ve gerekli olduğudur.
Bunun yolu ise, “herşeyden önce, günlük maişet derdi, vs. içinde kaybolan, emperyalist yayınla şartlanmış, düzenin şu veya bu partisine ‘umudunu’ bağlamış kitlelerin dikkatini devrim hareketine” çekmekten geçer.
Bu, gayrı meşru iktidara karşı “direnme hakkı”nın kullanılmasının bir yolu olan devrimci silahlı mücadele demektir.
Bugün gayrı meşru Recep Tayyip Erdoğan iktidarına karşı mücadele etmek, devrimci silahlı mücadeleyi örgütlemek ve yürütmekle olanaklıdır.
Legalizm ne kadar geniş olanaklara sahip olursa olsun, “yandaş medya” karşısında güçsüz ve etkisizdir. Kentler, bir yandan gayrı meşru iktidarın “resmi” zor güçleri tarafından, diğer yandan lümpen “iç savaş güçleri” tarafından işgal edilmiştir. En “masum” protesto hareketleri bile bu güçler tarafından engellenilmekte ve yapılamaz hale getirilmektedir. Diğer bir ifadeyle, kitlelerin ekonomik ve demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi, terörle ya da terör tehdidiyle bastırılmaktadır. Bu koşullarda, kitlelerle temas kurmanın, onları bilinçlendirip örgütlendirmenin temel mücadele yöntemi silahlı propagandadır.
Recep Tayyip Erdoğan iktidarının gayrı meşru olduğunu gören ve bilincinde olan herkesin yapması gereken bu temel mücadele yöntemini örgütlemek ve pratiğe geçirmektir.
Bu yapılamazsa, gayrı meşru iktidar giderek konumunu pekiştirecek ve kendi “meşruiyetini” kendi “yasalarından” alan terörle kuracaktır.