Bir kez daha, dört yıl süreyle ülkeyi kimin yöneteceğine, kimlerin “muhalefet görevi”ni yerine getireceğine “millet” karar verdi. Böylece kimilerine göre “milletin iradesi”, kimilerine göre “halkın iradesi” tecelli etti ve AKP “her iki seçmenden birinin oyunu alarak” yeniden iktidar oldu.
Burjuva demokrasisiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir “temsili demokrasi”nin “demokrasi şöleni” olarak sunulan 12 Haziran seçimleri, şüphesiz, her seçim sonrasında olduğu gibi bolca tartışılmakta, yorumlanmaktadır.
2002 ve 2007 genel seçimlerinde olduğu gibi, bu kez de AKP’nin “açık ara” birinci parti olarak çıkması, oyların %50’sini alması, AKP iktidarından nemalanan, AKP iktidarı ile palazlanan ve “servetin eldeğiştirmesi” ile büyüyen ve tekelleşen kesimleri büyük bir “gurur” ve “mutluluk” içine sokarken, sol seçmen kitlesini, CHP’nin “bekleneni verememe”si nedeniyle “eziklik” ve “burukluk” içine sokmuştur.
12 Haziran seçim sonuçlarında, AKP’nin üçüncü kez iktidar oluşu ve üçüncü iktidar döneminde neler yapacağı ve nasıl yapacağı, ülkenin siyasal konumu ve geleceği açısından birincil öneme sahiptir. Ancak 12 Eylül 1980 askeri darbesinden günümüze kadar “ezik”, “umutsuz”, “karamsar” bir kitle oluşturan “sol seçmen”in konumu ve geleceği de bir o kadar önemlidir.
2002 seçimlerinden bugüne kadar yapılan beş genel ve yerel seçim ile iki anayasa referandumu öncesinde “laik cumhuriyet hassasiyetine sahip” sol seçmen kitlesi büyük umutlar taşımasına rağmen, her seferinde yüzgeri edilmiş, umutsuzluğa kapılmıştır.
2007 yılındaki “Cumhuriyet Mitingleri”, ne denli sol seçmen kitlenin hareketlenmesinin, politize olmasının ve bir ölçüde mücadele kararlılığının ifadesi olmuşsa da, Temmuz 2007 seçim sonuçları aynı oranda umutsuzluk, karamsarlık ve pasifize olmayı getirmiştir.
Mart 2009 yerel seçimlerinde AKP’nin oylarının %47’den %38’e düşmesi sol seçmen kitleyi bir kez daha umutlandırmışsa da, 12 Eylül 2010 anayasa referandumunda alınan sonuçlar, aynı şekilde umutsuzluk ve karamsarlık ortaya çıkarmıştır.
12 Haziran seçimleri öncesinde, sol seçmen kitle, bir kez daha büyük bir umutla ve mücadele kararlılığıyla seçim meydanlarını doldurmuş, ama seçim sonuçları “beklenileni” vermemiştir. CHP’nin oylarının %26’da kalması, AKP’nin %50’yi bulması yeni bir umutsuzluk ve karamsarlık dönemine girilmesinin zeminini hazırlamıştır.
Son on yılın (hatta son 20 ya da 30 yılın) en temel olgularından birisi, sol seçmen kitlenin seçim sath-ı mailine büyük umutlarla girmesi ve büyük umutsuzluklarla çıkmasıdır. Eğer seçimler, sol seçmen kitlenin sandığı gibi, “düzen değişikliği”nin ya da “kötü gidişatın” sona erdirilmesinin “tek aracı” olarak görülüyor ve bu “tek araç”ın, ellerindeki tek savaş aracı olduğu kabul edilirse, bu sol kitlenin seçimler öncesindeki umutlarının, kararlılıklarının ve mücadele azimlerinin her seferinde artarak büyüdüğünü kabul etmek gerekir.
Gerek 2007 seçimlerinde “Cumhuriyet Mitingleri”yle, gerek 12 Haziran seçimlerinde Kılıçdaroğlu “faktörü”yle hareketlenen seçim meydanları ve seçim çalışmaları, açık biçimde sol seçmen kitlenin depolitizasyon sürecini belli ölçülerde kırdığını göstermiştir. Ancak seçimlerin “beklenen” sonuçları vermemesiyle ortaya çıkan umutsuzluk ve karamsarlık (ki küçük-burjuvazinin sınıfsal özelliklerinden türer), depolitizasyon sürecinin tümüyle ortadan kalkmasını engellemiştir. Yine de, tüm olumsuz seçim sonuçlarına rağmen, sol seçmen kitlenin her seferinde bir kez daha ve artan oranda hareketlenmesi, politize olması küçümsenmeyecek bir toplumsal gerçektir.
Sol seçmen kitlenin bu olumlu yanına karşın, en olumsuz yanı ise, seçimleri “tek yol” olarak görmesi ve bu “tek yol”u içselleştirmesidir. Üstelik bu görüş ve içselleştirme içinde seçimler bir “savaş alanı” olarak kabul edilmektedir. Ama sol kitle seçimleri bir “savaş alanı” olarak görürken, savaş sanatının gereklerini yerine getirmekten hep uzak kalmıştır.
Baykallı CHP, “laik cumhuriyet”e ne kadar vurgu yapmış olursa olsun, her seferinde kitlelerin politize olmaması için çaba göstermiştir. Bu amaçla da, olabildiğince kitlesel mitingler düzenlemekten kaçınmıştır. Üstelik bu durum, “mitingler”in “eski tarz siyaset” aracı olduğu, günümüzde, yani “globalleşen dünya”da bunun öneminin kalmadığı, asıl olanın “seçmenlerle bire bir temas” olduğu “teori”leriyle haklı ve meşru gösterilmeye çalışılmıştır.
Amaç, her durumda mevcut düzenin korunmasıdır. Daha tam ifadeyle, Baykallı CHP’nin “meydanlara” çıkmaktan kaçınmasının temel nedeni, sol kitlenin politizasyonunu engellemek ve bunun sonucu olarak ortaya çıkacak “toplumsal kutuplaşma”ya meydan vermemekti. “Karşı taraf” ise, her durumda seçim meydanlarını sola karşı bir savaş alanı olarak kullanmış ve sağ seçmen kitleyi olabildiğince kemikleştirmeye, tek yanlı olmaya, kutuplaşmaya itmiştir.
Savaş sanatının en büyük kuramcılarından Clausewitz’in çok açık biçimde ifade ettiği gibi, savaş, her şeyden önce,
düşmanlık duygusu ve
düşmanlık niyetine dayanır. Bunlardan birincisi, düşmana karşı duyulan kin ve nefret duygusunu; ikincisi, düşmanı yok etme istek ve iradesini ifade eder.
Her savaş, savaşan tarafların birbiriyle uzlaşmazlık içinde olması, taraflar arasında kutuplaşmanın alabildiğine yoğunlaşması koşullarında verilir. Bu nedenle, “seçimler”i bir “savaş” olarak gören her kesim, savaşın kurallarına uymak zorundadır. Bir taraf savaşın kurallarına uygun olarak hareket ederken, diğer taraf, sadece söylemde kurallardan söz ediyorsa, açıktır ki, savaşın kurallarına uyan taraf savaşın mutlak galibi olacaktır ve tarih boyunca öyle de olmuştur.
Elbette düzen sınırları içinde gerçekleşen ve “oyunun” kuralları egemen sınıflar tarafından konulmuş olan “seçimler”, hiçbir zaman savaşla kıyaslanmaz. Üstelik “seçimler”, birer “demokrasi şöleni” olarak sunulurken, aynı zamanda “demokrasi”, barış, uzlaşma ve bir arada yaşama “kültürü” olarak sunulur. Bu “demokrasi kültürü”ne göre, seçim meydanlarında söylenenler seçim meydanlarında kalır. (Recep Tayyip Erdoğan’ın “II. geleneksel balkon konuşması”nda “helalleşme”si gibi.)
Burada amaç, seçim ortamında meydana gelen kutuplaşmayı ortadan kaldırmak, düşmanlık duygularını sona erdirmek, yenilenlerin yenenlere tabi olmasını ve bu yolla kurulu düzenin sürmesini sağlamaktır.
Ancak Temmuz 2007 seçimlerinde ve 12 Eylül 2010 anayasa referandumunda açık biçimde görüldüğü gibi, “karşı taraf”, sağ seçmen kitleyi ne ölçüde kutuplaştırabilir ve sol seçmen kitleye karşı önyargılarını ne ölçüde harekete geçirebilirse, o ölçüde “açık ara” seçimleri alabilmektedir.
[1*]
AKP, elindeki tüm olanakları kullanarak, “CHP’nin yükselişi” karşısında sağ seçmen kitlenin “sol” korkusunu, “sol”a karşı önyargılarını ve “sol düşmanlık duygularını” harekete geçirmiştir. Böylece sağ seçmen kitlesi, mutlak bir kutuplaşmaya itilmiştir. Bir bakıma sağcı seçmen kitlenin geleneksel “komünizm korkusu” harekete geçirilmiştir.
[2*]
“Merhum” Necmettin Erbakan’ın 2007 seçimlerinden sonra, “Cumhuriyet Mitingleri” karşısında kendi seçmenlerinin, “Bu milyonlarca insan CHP’yi desteklerse, CHP iktidara gelirse daha mı iyi olur? O karanlık günleri bir kez daha yaşamak istemediğimiz için, buna karşı bir kalkan olsun diye, Saadet Partisi’nin barajı geçeceğinden şüphe ettiğimizden dolayı AKP’ye oy vermeyi tercih ettik” dediklerini söylerken bu gerçeği ifade etmiştir.
12 Haziran seçimlerinde, “sünni” kesimin “alevi düşmanlığı”, “Türkler”in “Kürt korkusu” ve “anti-komünizm” AKP tarafından alabildiğine harekete geçirilmiş ve kullanılmıştır. Seçim sonuçlarında da açıkça görüldüğü gibi, bu düşmanlık ve korkularla sağcı seçmen kitle blok halinde AKP’ye oy vermiştir.
Bugün, MHP dışındaki tüm sağ seçmen kitle “sol”a karşı AKP’de birleşmiş ve bütünleşmiştir. Bu açıdan 12 Haziran seçimlerinde sağcı seçmen kitlesi, sözcüğün tam anlamıyla,
ideolojik olarak oy kullanmıştır. Küçük-burjuva “sol” aydınlarının bile anlamakta zorlandıkları, yandaş “medya”nın ise sürekli olarak “millet”in “istikrara” oy verdiğinden söz ettikleri seçim sonuçlarının gerçekliği de bu ideolojik tutumda yatmaktadır.
Bir taraf (sağ seçmen) ideolojik olarak hareket ederken, bu ideolojik hareket sol seçmen kitleye “halk ekonomik istikrara oy verdi” diye sunulmaktadır. Bir kez daha yineleyelim, buradaki amaç, sol seçmen kitlesinin politizasyonunu, kararlılığını ve savaşkanlığını önlemekten ibarettir.
12 Haziran seçim sonuçlarında bir kez daha görülmüştür ki, “seçmen kitlesi”, %65-%35 olarak sağ ve sol olarak ayrışmıştır.
%13 oranındaki oyuyla MHP, bu ayrışmada “kilit” konumda görünmekle birlikte, mutlak “anti-komünist” ideolojisiyle, faşist niteliğiyle,
kesin hesaplaşma noktasında her durumda solun karşısında yer alan bir güçtür.
BDP ya da Kürt “ulusal hareketi” ise, bugün için “sol” içinde yer alınıyor görünse de, 12 Eylül 2010 anayasa referandumunda görüldüğü gibi, en olmadık zamanda ve çatışmanın keskinleştiği koşullarda kendi “çıkarı” doğrultusunda “ezen ulusun burjuvazisiyle” kolayca işbirliğine gidebilmektedir. Bu açıdan “sol” için, her durumda “sol kitle içinde” yer alan bir özelliğe sahip değildir. Bugün “emek, özgürlük ve demokrasi bloku”yla “sola” açılan Kürt “ulusal hareketi”, dün olduğu gibi yarın da, çok kolaylıkla AKP’yle uzlaşma yolları arayabilecektir.
[3*]
Böylece toplam seçmenin %30’unu oluşturan “sol”, 1950’den günümüze kadarki “çok partili demokrasi” pratiğinin de gösterdiği gibi, tek başına iktidar olabilme olanağına sahip değildir. “Sol”un düzen içi temsilcisi olan CHP’nin, ne denli “uzlaşmacı”, ne denli “kapsayıcı”, ne denli “kucaklayıcı” olursa olsun, sağ seçmen kitlenin ideolojik tutumunu ve kutuplaşmasını aşamayacağı da 12 Haziran seçimlerinde bir kez daha görülmüştür.
“Sol”culuk, her durumda bir dünya görüşüdür, bir ideolojik bakış açısıdır. Ne kadar görmezlikten gelinirse gelinsin, bu dünya görüşünün temelinde marksizm yatar. Bu temel kavranılmadığı ve bu ideolojik bakış açısı içselleştirilmediği sürece, “sol”un daha geniş kesimleri kapsaması, onları kendi çevresinde toplaması olanaksızdır.
“Sol”, her zaman siyasal olarak aktif ve dinamik bir kitleye sahiptir. Asıl olan bu kitlenin aktivizmini ve dinamizmini sürekli ve kalıcı kılmaktır. Bu yapılabildiği koşullarda, “sol”, her durumda iktidar alternatifi olarak ortaya çıkacaktır. Ancak “sol”un iktidar alternatifi olması, düzenin köklü biçimde değiştirilmesi yönünde kitlesel bir hareketin ortaya çıkmasına yol açar. Bu nedenle, mevcut düzen, tüm gücüyle bu alternatifi bertaraf etmek için harekete geçmek durumundadır. Bu da, devletin siyasal zorunun “sol”u etkisizleştirmek için olabildiğince kullanılması demektir.
“Sol”un iktidar alternatifi olması ve sonuçta iktidar olabilmesi, “herşeyden önce, günlük maişet derdi, vs. içinde kaybolan, emperyalist yayınla şartlanmış, düzenin şu veya bu partisine ‘umudunu’ bağlamış kitleleri” harekete geçirmesine, belli bir bölümünü tarafsızlaştırmasına bağlıdır. Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, bunun temel koşulu, “sol” kitlenin siyasal olarak aktif ve dinamik bir güç olarak hareket etmesidir.
Böyle bir hareket, açıktır ki, mevcut düzenin yasallığı ve sınırlamaları içinde, mevcut düzenin koyduğu “kurallar”la sürekli ve kalıcı hale getirilemez. Bu nedenle, “sol”un iktidar alternatifi olması kadar iktidar olması da, devrimci bir kitle hareketi olmasına bağlıdır. Devrimci niteliğe sahip olmayan bir “sol” hareket, düzenin sınırları içinde “iktidar olma umutları”yla girdiği seçimlerden umutsuzlukla çıkmaktan başka seçeneğe sahip değildir.
Bugün, 12 Haziran seçimleri sonrasında, legalist “sol”un bir bölümü, CHP’de kendisini ifade eden sol seçmen kitleden ayrışmıştır. BDP’nin “desteği”yle üç eskimiş “solcu”nun “meclis”e girmesi ve BDP’nin toplam 36 milletvekili çıkarması, BDP saflarında yer alan legalist “sol”cular için bir “moral” yükselmesine neden olmuştur. Bu havayla, bir yandan “biz başardık” havasıyla “zafer” kutlamaları yaparken, diğer yandan buldukları her fırsatta CHP’ye vurmaktan kendilerini alamamışlardır. (Sırrı Süreyya Önder’in seçim akşamı CNN televizyonunda yaptığı ilk konuşma bunun en tipik örneğidir.)
Öte yandan, “blok”un, bağımsız adayların olmadığı yerlerde “çatı partisi” olarak ilan ettiği EMEP ise, 31 bin oy (on binde 7, sayı ile 0,07) alabilmiştir. (Yine de, 2007 seçimlerinde zamanın ÖDP başkanı Ufuk Uras gibi, 12 Haziran seçimlerinde de EMEP başkanı Levent Tüzel’in “burjuva parlamenter ahırı”na seçilmiş olmasıyla kendilerini teselli edebilirler!)
Bunların dışında kalan iki legalist “sol” partiden ÖDP, daha baştan “havlu” atmış ve seçimlere (“usul hatası” nedeniyle) girememiştir. Elde kalan tek legalist “sol” parti olarak SİP-TKP’si ise, “boyun eğmeyen 500 bin kişi arıyoruz” diye çıktığı seçim “maratonundan”, 60.944 (binde 14) oy alabilmiştir.
Sonuç olarak, 12 Haziran seçimleri sol seçmen kitlesinin bir kez daha umduğunu bulamadığı bir seçim olmuştur. Bir kez daha seçim öncesinde yükselen umutlar, umutsuzluğa ve karamsarlığa dönüşmüştür. Bu yıllar boyu sürüp gidecek “makus bir talih”tir. Toplumun en ileri kesimleri, legalizmin ve seçimlerin toplumsal dönüşümlerin bir ya da “tek” aracı olmadığını anladıkları zamandır ki, bu “makus talih” yenilecektir.
Dipnotlar
[1*] Bu “yeni” bir durum değildir. 1950’lerde Celal Bayar ve Adnan Menderes ikilisinin Demokrat Partisi, tüm seçimleri “açık ara” kazanırken, özellikle köylü kitlelerinin laik cumhuriyete ve onunla özdeşleştirilen CHP’ye karşı tepkilerini kullanmışlardır. 1960’larda Süleyman Demirel’in AP’si de, aynı tepkileri 27 Mayıs darbesine ve Mendereslerin idamına karşı duyulan tepkilerle birleştirerek seçimleri “açık ara” almıştır. 1965’den sonra, “anti-komünizm”, sağ partilerin en temel silahı olarak sahneye çıkartılmıştır.
[2*] Burada en sık düşülen hata, seçim propagandalarının sadece parti başkanlarının yaptığı konuşmalar olarak değerlendirilmesidir. Oysa Recep Tayyip Erdoğan, seçim mitinglerinde ve televizyon reklamlarında “aşağıdakiler”in hangi konuları ne zaman işleyeceklerinin mesajını vermekle yetinmiştir. “Aşağıdakiler” ise, özellikle belli bir disipline sahip şeriatçı parti kadrolar, aldıkları mesajı, en sıradan, en kaba ve en hoyrat biçimde AKP tabanında yerine getirmişlerdir. Recep Tayyip Erdoğan’ın seçim meydanlarında yaptığı “belden aşağı” konuşmalar, “aşağıdakiler” tarafından, en kaba ve en argo söylemlerle mahallelere, köylere ve kahvelere taşınmıştır.
[3*] Lenin şöyle yazar: “Uluslara yapılan her baskı, geniş halk yığınlarının direncini davet eder; ulus olarak baskı altında kalan halkın direnci, her zaman, ulusal ayaklanma eğilimi gösterir. Ezilen ulus burjuvazisinin (hele hele Avusturya ve Rusya’da) bir yandan pratikte, kendi halkından gizli olarak ve ona karşı, ezen ulusun burjuvazisiyle gerici anlaşmalara girerken, bir yandan da ulusal ayaklanmadan söz etmesi hiçte seyrek görülen bir şey değildir.” (Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, s: 73-74.)
Konuyla bağlantılı yazılar:
— 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri:
***
Seçim Klasiği I Seçim Sonuçları Neyi Gösteriyor? b>[Körler Fili Tarif Ederse] [Mart-Nisan 2009 - 108. Sayı]
***
Seçim Klasiği II Solun Halleri [Mart-Nisan 2009 - 108. Sayı]
***
Kitlelerin Politizasyonu, Korku, Kin ve Nefret [Mart-Nisan 2009 - 108. Sayı]
***
Züğürt Tesellisi [Mart-Nisan 2009 - 108. Sayı]
***
Seçim Bitti! Türkiye Bir An Önce Gerçek Gündemine Odaklanmalıdır! [Mart-Nisan 2009 - 108. Sayı]
— 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri:
***
AKP Ezdi Geçti... AKP Açık Ara Birinci...
Üçüncü Halk İhtilali... E-Muhtıranın İflası... CHP İkinci Parti Olabildi....
CHP Oylarını Ancak 700 Bin Artırabildi... [Temmuz-Ağustos 2007 - 98. Sayı]
***
"Baskın basanındır"cılar, "“Ezber Bozanlar",
Başkansız Partiler, Partisiz Başkanlar, Sürüden Ayrılamayan Koyunlar:
Bilcümle Legalizmin Sefaleti [Temmuz-Ağustos 2007 - 98. Sayı]
***
Bu Halkı Anlamak Ne Kadar Zor? [Temmuz-Ağustos 2007 - 98. Sayı]
***
Sınıflar ve Partiler [Temmuz-Ağustos 2007 - 98. Sayı]
***
Yardım Paketleri, Büfeci İslam, Bakkal Solu! [Temmuz-Ağustos 2007 - 98. Sayı]
***
Seçim Ekonomisi,Popülizm ve Devrim [Temmuz-Ağustos 2007 - 98. Sayı]
***
Peki! Ne Olacak Şimdi? [Temmuz-Ağustos 2007 - 98. Sayı]
***
Seçim Sath-ı Mailinde Bir Medya İtirafçısı [Mart-Nisan 2007 - 96. Sayı]
***
Seçimler Bir Aldatmaca mı? [Mayıs-Haziran 2007 - 97. Sayı]
— 28 Mart 2004 Yerel Seçimleri:
***
Kazananlar ve Kaybedenler [28 Mart Yerel Seçim Sonuçları Üzerine] [Mart-Nisan 2004 - 78. Sayı]
***
Bir Lümpen-Arabesk Kültür Portresi [Mart-Nisan 2004 - 78. Sayı]
***
"Sol"dan Sol'a Seçimler [Mart-Nisan 2004 - 78. Sayı]
***
Sakıp Sabancı'sız Seçimlerin Sayısal Sonuçları Üzerine[Kasım-Aralık 2002 - 70. Sayı]
***
Seçim Sath-ı Mailinde Legalizm ve Sol [Eylül-Ekim 2002 - 69. Sayı]
***
Seçimlerde Devrimci Tutum Ne Olmalıdır? [Eylül-Ekim 2002 - 69. Sayı]
***
Seçimler ve Devrimciler [Mayıs-Haziran 2007 - 97. Sayı]
***
Seçimlerin Ortaya Çıkardığı İdeolojik Sapkınlıklar [Mayıs-Haziran 1999 - 49. Sayı]
***
Demokrasi ve Hukuk Devleti [Ocak-Şubat 2010 - 113. Sayı]
***
Hasım, Husumet, Kin, Nefret ve Düşmanlık [Mart-Nisan 2008 - 102. Sayı]
***
12 Eylül Riyakarlığı ve Gerçekler [Temmuz-Ağustos 2010 - 116. Sayı]
***
Anayasa Referandumunda Ne Yapmalı? [Temmuz-Ağustos 2010 - 116. Sayı]
***
Unutulmuş Referandum Tayyip-Bonaparte’ın “Coup de Tête”si [Eylül-Ekim 2007 - 99. Sayı]
***
Yardım Paketleri, Büfeci İslam, Bakkal Solu! [Temmuz-Ağustos 2007 - 98. Sayı]
***
AKP Hükümeti ya da "Merak etmeyin Ordu var..." [Kasım-Aralık 2002 - 70. Sayı]
***
Demokratik Devrimin Tamamlanmadığı Bir Ülkede Merak Etmeyin, Ordu Yok! [Eylül-Ekim 2007 - 99. Sayı]
***
Genelkurmay ile Fettullahçı Cemaat Arasında “Consensus” ya da “Uyumlu Çatışma” [Ocak-Şubat 2010 - 113. Sayı]
***
AB Anayasa Referandumu - AB Tipi Yeni-Sömürgeciliğin İflası [Mayıs-Haziran 2005 - 85. Sayı]
***
Askeri Darbe ile Şeriatçı Hükümet Arasına Sıkışanlar [Eylül-Ekim 2003 - 75. Sayı]
***
Fransa Tarihinden: II. Cumhuriyet’in sonu [Eylül-Ekim 2007 - 99. Sayı]
***
İslam İnkılâbının Gerçek ve Üstün Münevverler Aristokrasyası [Kasım-Aralık 2002 - 70. Sayı]
***
Kurşun Geçirmez Yelek Arkasındaki Korku [Ocak-Şubat 2006 - 89. Sayı]
***
"Globalleşen" Dünyada Anti-Emperyalist Bir İktidar Yaşayabilir mi? [Kasım-Aralık 1999 - 52. Sayı]