[Aşağıdaki yazı, 24 Aralık 1995 tarihinde yapılan genel seçimlerden önce, Kasım-Aralık 1995 tarihli Kurtuluş Cephesi'nin 28. sayısında yayınlanmıştır.
Yazı yayınlandığı tarihten sonra 18 Nisan 1999 genel seçimleri yapılmış ve bugün 3 Kasım seçimleri gündemdedir. Yazıda yer alan parti ve örgüt adları kısmen değişmiş olmakla birlikte, bugün seçim sath-ı mailinde yaşanılanlar, 1995 genel seçimleri öncesinde yaşanılanlardan çok farklı değildir. Söylemlerde görülen sözcük ve nüans farklılıkları dışında kavrayışlar, iddialar, değerlendirmeler bugün de devam etmektedir.]
"Seçimlerde devrimci tutum" ya da "devrimci tavır" üzerine, hemen hemen tüm sol yayınlarda birden çok yazı yayınlandığını bilen bir okuyucu, bizim yazının başlığını okuduğunda belli bir beklenti içinde olacaktır. Üstelik, okuyucu, hemen hemen soldaki tüm yazılarda olduğu gibi, bu başlık altında, seçimlerin genel niteliği, ülkedeki mevcut yönetimin ve siyasal partilerin düzenle bağlantıları, herhangi bir seçim ortamında kitlelerle temas kurmada ne denli avantajlar getirdiği ve buna bağlı olarak seçimlerde nasıl bir taktik izleneceği konularının yer almasını bekleyecektir.
Ancak düzenli ve dikkatli bir Kurtuluş Cephesi okuyucusu, ilk bakışta bu başlığı yadırgayacaktır. Çünkü Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni doğru devrimci strateji olarak değerlendiren bir yayının, bu türden klâsikleşmiş sorunlara bakış açısının, bizatihi stratejik çizginin kendi bütünselliği içinde olduğunu bilmek durumundadır. Bu nedenle, seçimlere ilişkin bir tutumun, stratejik çizginin belirlenmesiyle birlikte çok önceden yapılmış olduğunu bildiğinden yadırgayacaktır.
Burada biz, 24 Aralık Genel Seçimlerinde nasıl bir tutum takınılması gerektiği üzerinde fazlaca durmayacağız. Bunun yerine, bu sorunun stratejik çizgi ile bağlantılarını ve soldaki farklılaşmanın nedenlerini ortaya koyacağız.
Bugüne kadar ülkemiz solunda, hemen hemen tüm seçimlerde (genel ya da yerel seçimlerin tümünde) "ne yapmalı?" sorusunun üç temel yanıtının verildiğini bilmeyen yok gibidir. Seçim ortamına girildiğinde, sol yayınlarda ve çevrelerde baş gösteren "devrimcilerin seçimler karşısındaki tutumları" ya da "seçimlerde devrimci taktik ne olacaktır?" gibisinden sorulara verilen bu üç temel yanıt, üç temel yaklaşım sergilemektedir:
Birinci yaklaşım, seçimlere her koşul altında katılınması gerektiğini ve bu seçim ortamında düzenin daha iyi teşhir edilebilindiğini savunur.
İkinci yaklaşım ise, seçimlere hangi koşullarda katılınacağına ilişkin ölçütler ileri sürerek, seçimlere katılınması söz konusu olduğunda bağımsız "sosyalist" adaylar çıkartılmasını ve bağımsız adayların olmadığı yerlerde "ilerici, demokrat, yurtsever adayların desteklenmesini" taktik tavır olarak belirler.
Üçüncü yaklaşım, seçimlerin kesinkes boykot edilmesiyle nitelenmektedir.
Neredeyse klişeleşmiş bu yaklaşımlar, her seçim döneminde sürekli olarak ortaya konur.
Bu üç klişeleşmiş yaklaşım içindekilerden birincisi, yani her koşul altında seçimlere katılmayı savunan ve bu nedenle başlangıçtan itibaren legal bir parti çatısı altında örgütlenen "sol partiler"in tutumu, kendi içersinde bir bütünlük oluşturur. Ülkemizde bir zamanların T"K"P'sinden TİP, TSİP gibi revizyonistler ile günümüzde BSP,[1*] İP gibi revizyonist ve oportünistler bu çizginin temsilcileri durumundadır. 1980 sonrasındaki depolitizasyon ve pasifikasyon ortamından destek alan kimi örgütlenmeler de bu kesime katılmışlardır. TDKP, yeni legal parti kurma girişimi ile bu kesimde kendisine belirli bir yer sağlamak istemektedir.[2*] Aynı şekilde bir zamanların DY oportünist-kariyerist yönetici kliği "Geleceği Birlikte Kuralım" türünden legal parti kurma faaliyetleri ile bu kesim içinde etkin bir güç olmak peşindedirler. (1980 öncesinin KSD'si, TKEP'i BSP saflarında yer almaktadırlar.)
Genel olarak, tüm revizyonistlerin niteliğini belirleyen bu yaklaşım, aynı zamanda revizyonizmin devrim karşısındaki korkusunu da sergileyecek niteliktedir. Onlar, sadece yasal yollardan iktidara gelme hayalleri yarattıklarından değil, bu yolla kitleleri pasifize ettikleri için de devrimin karşısında bir tutum sergilemek durumundadırlar. Onlar, her zaman kendi yasal ilişkileri ve olanakları ile vardırlar. Bu nedenle, mevcut düzenin her türlü anti-demokratik yasaları bile onları "yıldıramaz". "(Bu partiler) biraz öğrenci ve işçi sınıfının pek azı tarafından takip edilen şehirli entelektüellerden ibarettir, profesyonel politikacılar tarafından yönetilirler ki, onlar hizmetlerini para karşılığında değil, kapalı toplantılar yapabilme, haber bülteni veya sanat gazetesi çıkarmak ve sendikalarda birkaç köşeyi tutma izni gibi küçük politik lütuflar karşılığında kiraya verirler. Bunlar para için her şeyi yapan insanlar değildir. Onların çürümüşlüğü daha gizlidir. Onlar para ile değil, fakat sadece onların ve takipçilerinin, proletaryanın insanlığın kurtuluşu için verdiği mücadelede önder olabildiği hayalini yaşatacak asgari şartlar temin edilerek satın alınabilinirler."[3*] İşte, bunlar için, 1960'ların Latin-Amerikasına ilişkin olarak R. Gott'un yaptığı ve 1975 yılında yayınlanan Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I'de türkçeye aktarılan değerlendirme böyledir. Günümüzde şüphesiz bu belirleme bir yönden eskimiştir. Artık "yeni dünya düzeni" içinde bu kesimlerin "para ile satın alınmaları" da olanaklı hale gelmiştir. Onlar da bunun karşılığında, ellerinde tuttukları partileriyle, kendi hizmetlerini yerine getirmek durumundadırlar.
Her koşul altında seçimlere katılma tutumu içinde olan revizyonistler, 12 Eylül öncesinde olduğu gibi sonrasında da, yasal düzen partileri olarak kendilerini yeniden örgütlemişlerdir. 1965 seçimlerinde TİP'in TBMM'ye 15 milletvekili sokmasını, her dönemde kendi pasifizmleri için bir kılıf olarak kullanagelmişlerdir. Ama hiçbir zaman bu seçim "zaferinin" temel nedenlerini ortaya koymamışlardır. Üstelik kendilerinden sonra Şili'de Salvador Allende'nin "seçim yolu ile iktidara gelmiş olmasının" en büyük destekleyicileri olmalarına rağmen, 1973 Pinoşet darbesinden ve bunun ardındaki Amerikan emperyalizminin ekonomisini nasıl askerileştirdiğinden fazlaca söz etmezler. Sovyet revizyonizminin "barış içinde bir arada yaşama stratejisi"nin savunucusu ve "barışçıl yollarla iktidarın feth edilebileceği" hayalinin sürdürücüsü olarak, aynı zamanda tarih karşısında suçlu durumuna düşmelerine bile aldırmamışlardır.
Evet, bu pasifistler, son dönemde de yeniden 1965 Genel Seçimlerinde TİP'in TBMM'ye 15 milletvekili ile girmesini gündeme getirmişlerdir. Onlara göre, 1965 "TİP mucizesi" yeniden yaratılabilinecektir.
1965 genel seçimlerinden birinci parti olarak çıkan S. Demirel'in AP'sinin kaç milletvekili çıkardığını, TİP'in seçimlerde ne kadar oy aldığını, seçimlerde uygulanan sistemi ve Türkiye'de yükselen devrimci mücadelenin ilk şekillenişindeki iyiniyetlerle bezenmiş birliğini bir yana bırakarak, 1961 Anayasasının getirmiş olduğu nispi demokratik hakları, TRT ve üniversite özerkliğini unutturarak, 1965 "TİP mucizesini" yaratma hayalini yeniden piyasaya sürenler, tüm bunları bir yana bıraksalar bile, Şili'de S. Allende'nin seçimle iktidara gelmesine rağmen Amerikan emperyalizminin Pinoşet darbesi ile öldürülmesini gizleyebilmeleri olanaksızdır.
Revizyonistler, düzenin soldaki yasal temsilcileri olarak, sorunun özünün, herhangi bir seçimde takınılacak taktik bir tavır olmadığını; sorunun özünün, şiddete dayanan devrim ile barışçıl geçiş teorisi arasındaki ideolojik uzlaşmazlık olduğunu çok iyi bilmektedirler. Onlar, seçimler karşısındaki tavırlarını sıradan bir taktik tavır olarak ortaya koyamayacakları için, sorunun özünü mümkün olabildiğince gizlemeye çalışmaktadırlar.
Aynı revizyonist kesimler, Amerikan emperyalizminin 1980'lerde uygulamaya soktuğu "project democracy"yi de çok iyi bilmektedirler. Diyebiliriz ki, bu kesimlerin günümüzde her türlü devlet terörüne rağmen legalizmin böylesine savunucuları olmalarının arkasında yatan neden, yine Amerikan emperyalizminin "project democracy"sine olan bağlılıklarıdır.
İkinci tutum ise, doğrudan birinci ile üçüncü arasında salınan, "duruma ve koşullara göre" birincilerin ya da üçüncülerin yanında yer alan kesimlere ilişkindir. Genel olarak bu tutum içinde olanlar, hemen her zaman "duruma ve koşullara göre" tavır belirlediklerinden dolayı değil, böyle bir kavrayışı "fırsatlardan yararlanmak" şeklinde değerlendirdikleri için, ülkemiz solunun tüm oportünist kesimlerinin çizgisi durumundadır.
Bu tutumun kendi içinde geldiği en uç nokta 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde olmuştur. Anımsanacağı gibi, 27 Mart seçimleri öncesinde solda esen rüzgarlar, hemen hemen tüm revizyonist ve oportünist kesimlerin seçimlere katılmaları ve küçük de olsa birkaç beldede kendi "bağımsız" adaylarını seçtirme umutları yönündeydi. Özellikle DEP'in seçimlere girme yönündeki tutumu, bu kesimler açısından kendilerinin "meşruiyetini" sağlayan temel bir unsurdu. Çünkü kendileri için, ülkemizdeki mevcut oligarşik yönetimin politikaları ve mevcut anti-demokratik anayasa, kendilerinin legalizmleri için hiç de haklı bir "gerekçe" ortaya çıkaramamaktaydı. Bu durumda seçimlere katılmalarını solda haklı ve mazur gösterebilmeleri ve solda belli bir "meşruiyet" sağlayabilmeleri için DEP'in tutumu önemli bir destek anlamına geliyordu. Ancak gelişen olaylar karşısında (DEP milletvekillerinin tutuklanması, DEP Genel Merkezinin bombalanması) DEP'in seçimlerden çekilmesi ve (ne olduğu pek anlaşılamayan) boykot tavrına girmesi, ister istemez bu kesimlerin planlarını bozmuştu. Yine de, klâsik oportünist söylemle seçimlere katılmışlarsa da, hemen hemen hiç bir etkinlik gösterememişlerdir.
Genel olarak tanımlarsak, bu tutum içinde olanlar, ister stratejik mücadele kavrayışları nedeniyle, isterse "devrimci söylem" nedeniyle olsun "boykot" çizgisini izleyenler, stratejik çizgilerinde belirsizlik içinde olan (ya da belirsizlik içine giren) kesimler ile revizyonist ve oportünist legalistlerin kitleler üzerindeki etkilerine bakarak onların politikalarını izleyerek "kitleselleşebileceklerini" umut eden örgütlenmelerden oluşmaktadır. Örneğin MLKP olarak kendilerini örgütleyen kesimler bu tutumun tipik temsilcileri durumundadırlar.
Bu tutum içinde olan kesimler, yani "durum ve koşullara göre" seçimleri boykot etme ile seçimlere katılma arasında sürekli gidip gelen, hemen her durumda "bağımsız adaylar çıkarma" ile "bağımsız adayların bulunmadığı yerlerde demokrat, ilerici ve yurtsever adayları destekleme" söylemini hiç terketmeyen bu kesimler, kendi içlerindeki çizgi tartışmalarına ve legalistlerin tutumlarına benzer tutumla birşeyler elde edebileceklerini umut etme düzeylerine göre tavır belirlemektedirler. Hemen her zaman seçimlerden önce solda başlayan "seçimlerde devrimci tavır ne olmalıdır?" etrafında yapılan tartışmaların zemini de bu kesimlerce belirlenmektedir. Bunlara kimi çevreler (nerede durduklarına bağlı olarak) "utangaç oportünistler" ya da "utangaç boykotçular" demektedirler.
Oysaki bunlar, ülkemiz solundaki klâsik oportünist çizginin takipçileridirler.
Oportünisttirler, öncelikle soldaki rüzgarların ne yönde estiğine göre tavır belirlerler.
Oportünisttirler, çünkü ikide bir tavır değiştirirler. 27 Mart 1994 yerel seçimleri öncesinde görüldüğü gibi, bu tavır değişikliği, on gün içersinde üç değişik tutum olarak ortaya çıkabilmektedir.
Oportünisttirler, çünkü "fırsatlardan yararlanmayı" devrimci bir tavır, uyanıklık olarak düşünürler. Bu nedenle, kendilerini "ağırdan satarlar".
Oportünisttirler, çünkü bir yandan kitleleri kendilerine oy vermeye çağırırken, diğer yandan seçim ortamında düzeni teşhir ederek, devrim yapacakları sanısını yayarlar ve buna uygun bir söylem tuttururlar.
Oportünisttirler, çünkü seçimlere katılamadıkları koşullarda "boykot" çağrısı yaparlar ve seçimlerde oy kullanmayan tüm kesimleri kendi çağrılarına uymuş bir kitle olarak sunarlar.
İşte bu çevrelerin genel durumu böyledir.
Yukarda da belirttiğimiz gibi, bu kesimler, kimi zaman seçimleri "boykot" etmek durumundadırlar. Ancak seçimleri boykot etmek zorunda kaldıklarında, seçimlerde oy kullanmayan her kişiyi kendi hanelerine yazmaktan da geri kalmazlar...
Yine bu kesimlerin yayınlarına bakılacak olursa, hepsinin ülkemizde "faşist diktatörlük" olduğunu ilan ettikleri görülecektir. Aynı şekilde, bu kesimlerin ülkenin ekonomik, sosyal ve siyasal yapısına ilişkin değerlendirmeleri, ülkemizin geri-bıraktırılmış, emperyalizme bağımlı bir ülke olduğu belirlemelerine yakın değerlendirmelerdir. Bu değerlendirmelerinin doğal sonucu, oligarşik yönetimin her türden seçim politikalarına ve seçimlerine karşı sürekli ve kalıcı bir politika belirlemeleri ve buna uygun olarak kendilerini örgütlemeleri gerekirken, ne legalistler gibi bir yapılanmaya, ne de silahlı devrimci örgütlenmeler gibi bir yapılanmaya sahip değillerdir. Niteliği ve stratejik çizgisi belirsiz olan bu kesimler, böylesine bir garip, belirsiz ve ne olduğu bilinmeyen ilişkileri ile varolurlarken, "çokyönlü", "her duruma uygun" olmakla övünürler. Lenin'in, "koşullar değiştiğinde, taktikler de 24 saatte değişmelidir" değerlendirmesini tahrif ederek, kendi oportünist tutumlarına kılıf olarak kullanırlar. Bu yüzden de, Marksist-Leninist teoriyi tahrif etmekten çekinmezler...
Böylesine oportünist bir kesimin mevcudiyetinin, oligarşik yönetimin seçimleri karşısında da kendisini dışa vurması şaşırtıcı değildir.
Seçimler karşısında takınılan tavırların üçüncüsü ise, boykottur.
Ülkemiz solunda tam olarak ne olduğu ortaya konulamamış olan bu tutum, kimi zaman "boykot taktiği" olarak adlandırılmaktadır. Bir kez seçimler karşısındaki tavır (adı isterse boykot olsun) "taktik" düzeyine indirgendiği andan itibaren, sürekli bir politik tutum olarak tanımlanamamaktadır.
Yine seçimlerin boykot edilmesi tavrı, kimi zaman "aktif boykot-pasif boykot" şeklinde ayrıma tabi tutulabilmektedir. Özellikle 12 Eylül sonrasında askeri cuntanın, gerek seçimlere gerekse referandumlara karşı boykot yapılmasını engellemek amacıyla çıkarttığı yasalar ve fiili baskı uygulamaları karşısında ortaya çıkan bir ayrımdır. 1994 yerel seçimleri sırasında DEP'in seçimlerden çekilmesinden sonra bir kez daha ortaya çıkmıştır.
İşte bu yönleriyle seçimleri boykot etme tutumu, taktik olarak belirlenmesine rağmen, her zaman ülkemiz solunda varlığını sürdürmüştür.
Oysa, söz konusu olan oligarşik yönetimin seçimleridir ve devrimci tutum bu seçimlere ilişkindir. Dolayısıyla, oligarşik yönetimin yıkılmasına ve yerine devrimci bir halk iktidarının kurulmasına ilişkin stratejik belirlemeler olmaksızın, seçimlere ilişkin bir tutum belirlemek olanaksızdır.
Sözcüğün tam anlamıyla, söz konusu olan, oligarşik yönetimin seçim politikalarına karşı devrimci tutumun ne olduğudur. Bu bağlamda, sorun, seçimlere katılarak "legal olanaklardan" yararlanmak ya da seçimlere katılmamak, yani seçimleri "boykot etmek" değildir. Devrimcilerin sorunu, oligarşik yönetimin seçim politikalarını işlemez hale getirmektir. Bir başka deyişle, devrimcilerin görevi, oligarşinin seçimlerden beklediği sonuçları elde etmesini önlemek ve seçimleri kendi iktidarını sürdürmek için bir araç olarak kullanmasını engellemektir. Bu boyutu ile, sorunun özü, oligarşinin kitlelerin yükselen tepkilerini pasifize etmek amacıyla seçimi gündeme getirmesi ve buna karşı takınılacak tutumdur.
Ülkemizde yapılan son iki genel seçim ile önümüzdeki 24 Aralık genel seçimlerinin ortak özelliği, 1982 Anayasasında yer alan "genel seçimler 5 yılda bir yapılır" hükmüne rağmen, 4 yıllık aralıklarla yapılmasıdır. Bu olgunun gösterdiği tek gerçek, oligarşik yönetimin seçimlerle elde ettiği sonuçların, kendi istemlerine denk düşmeyecek kadar kısa sürede tüketiliyor olmasıdır. S. Demirel'in Mart ayından itibaren, "bir an önce seçim yapılmalıdır" açıklamalarının gerçekliği de burada yatmaktadır.
Bu somut olgular bile, devrimciler için sorunun, seçimlere katılıp-katılmamak değil, oligarşinin seçim politikalarının nasıl işlemez hale getirileceği şeklinde ortaya çıkarmaktadır. Bu ise, devrimci propagandanın, düzenin bütünsel eleştirisine yönelik olması gereğinin bir yansısıdır. Bu boyutu ile devrimci tutum, kitlelerin seçimlerde belli bir beklenti içine sokularak pasifize edilmelerinin engellenmesidir. Bu açıdan da, devrimci propaganda, oligarşinin seçim politikalarının teşhirine yönelik olmalıdır ve seçim dönemlerinde daha da yoğunlaştırılmalıdır.
Ancak devrimciler, kendilerini sadece propaganda ile sınırlandıramazlar. Kitlelerin bilinçlendirilmesi tek başına yeterli değildir, aynı zamanda onların devrimci öncünün etrafında örgütlenmeleri ve eyleme sokulmaları da gereklidir. Bu boyutu ile, politik kitle örgütlenmesinin seviyesine ve devrimci mücadelenin gelişim düzeyine bağlı olarak, seçimlerin fiilen yapılamaz hale getirilmesi gündeme gelecektir. Bu da kimi durumlarda, kitlelerin seçimlerde oy kullanmaması şeklinde "boykot" tutumundan, seçim faaliyetlerinin engellenmesine ve seçimlerin yapılamaz hale getirilmesine kadar bir dizi eylem ve tutum bütünlüğü taşımak durumundadır. Bu konuda 1980 sonrasında El Salvador'da FMLN'nin seçimler karşısındaki tutumu oldukca öğreticidir. (Oldukça öğreticidir, çünkü FMLN içindeki revizyonist KP'nin tutumları, uygulamada önemli sorunlar yaratmış ve eylemlerin etkinliğini sınırlandırmıştır.)
Devrimciler, her durumda, oligarşik yönetimi teşhir ederken, yapılacak seçimlerin hiç bir şeyi değiştirmeyeceğini, bu anlamda oy kullanıp-kullanmamanın hiç bir değer taşımadığını kitlelere anlatmak zorundadırlar. Bu düzeyde bilinçlenmiş kitlelerin, bir bütün olarak oligarşinin seçim politikalarına karşı eyleme girmeleri ise, "boykot" sözcüğü ile tanımlanamayacak kadar geniş kapsamlıdır.
Bugün için devrimci güçlerin, oligarşinin seçimlerini bir bütün olarak engellemeleri olanaklı değildir. Ancak bunun nedeni, devrimci güçlerin, kitle örgütlenmesi ile silahlı gücü diyalektik bir bütünlük içinde geliştirememiş olmalarıdır. Bu iki örgütlenmenin gelişmesine paralel olarak, oligarşinin seçimlerinin engellenmesi yönündeki faaliyetler öne geçecektir. Bu konuda dünya devrimci pratiği pek çok deneyime sahiptir.
[1*] BSP, daha sonra eski DY'lilerle birleşerek ÖD Partisi'ne dönüşmüştür. [2*] Bu parti EMEP adıyla kurulmuştur. [3*] R. Gott, Guerilla Movements in Latin-America, s: 256