Yargıtay Başsavcısının AKP'nin kapatılmasına ilişkin dava açmasına "ilk tepki"yi veren "müslüman solcu" Ertuğrul Günay'ın "en üst makamlara sızmışlar" sözüyle başlayan "Ergenekon" operasyonu, 21 Mart sabaha karşı "darbecilikten sabıkalı" İlhan Selçuk ve Doğu Perinçek'in gözaltına alınmasıyla birlikte ülkenin gündeminin ilk sırasına oturdu.
Tayyip Erdoğan ve mehteran takımı AKP'nin kapatılma davasını kendilerine yönelik "savaş ilanı" olarak gördüğünü ve gözaltılarla "savaşa savaş"la karşılık vereceğini gösterirken, İlhan Selçuk ve Doğu Perinçek'e karşı her türlü husumet, hasmane tutum alenen ortaya konuldu.
Bu hasmane tutumun dayanaklarını, "liberal" Cüneyt Ülsever şöyle açıklıyordu: "İlhan Selçuk, kendisi 12 Mart'ın darbesini yemiş bir kişi olmasına rağmen, ezelden beri darbelerden medet uman bir kişidir.
Kemal Alemdaroğlu, 28 Şubat ve sonrası tutumuyla cumhuriyeti kurtarma uğruna demokrasiye ara verilebileceği düşüncesini ısrarla savunmaktadır.
Doğu Perinçek sürekli desise üreten, çıkarı uğruna her türlü yöne dönen, yoldaşlarını kolaylıkla ortada bırakan, her dönem birileri tarafından kullanılan bir kişiliktir.
Üçünün de darbe yapmaya yeltenecek kişilerle işbirliği yapma ihtimali vardır."[1] T. Özal'ın desteğiyle Cumhuriyet gazetesini "neo-liberalizmin yayın organı" haline getirmek için varını yoğunu ortaya koyan, ama Cumhuriyet çalışanlarının ve okurlarının direnişiyle Cumhuriyet'ten kapı dışarı edilen, bu yüzden "müzmin" bir Cumhuriyet gazetesi hasmı olan Hasan Cemal aynı hasmane tutumu şöyle ifade ediyordu: "Doğan Avcıoğlu'yla İlhan Selçuk vardı, İlhami Soysal'la Uğur Mumcu vardı, Cemal Madanoğlu Paşa'yla birlikte daha nice general ve asker kişi vardı.
O tarihlerde 'darbe'nin peşindeydik. Özellikle Ankara'da askerle 'organize işler'in içindeydik.
Bize çalışan bazı devrimci gençler sağda solda bomba patlatarak asker için darbe ortamı oluşturuyordu. 'Ordu-gençlik el ele, milli cephede!' mitingleri düzenleniyordu.
Bir keresinde, bir arkadaşı tarafından kazayla öldürülen devrimci bir genci, 'Ülkücüler vurdu!' diyerek neredeyse bütün Ankara ayağa kaldırılmış, büyük bir gösteri yapılmıştı.
Başbakan Demirel'le hükümetini ve 'faşizm'i protesto ederek Ankara'da Tandoğan Meydanı'na yürüyenler, aslında neye alet olarak yürüdüklerini bilmiyorlardı tabii...
Herşey darbe içindi!
Herşey, 'cahil halk'ın oylarıyla seçim sandığından çıkan işbirlikçi, yobaz, gerici düzene son vermek içindi.
Herşey, cici demokrasi diye yerin dibine batırdığımız çok partili demokrasinin çanına ot tıkamak içindi.
Ama olmadı.
9 Mart değil 12 Mart kazandı!"[2] Aynı hasmane ve basmakalıp sözlerle Derya Sazak şöyle yazıyordu: "12 Mart'ta 'sol' darbe beklentisinde olan sadece Aydınlıkçılar değildi, asıl Mihri Belli ve Doğan Avcıoğlu'nun düşünsel önderliğindeki Milli Demokratik Devrimciler (MDD) 'asker-sivil-aydın' ittifakıyla Türkiye'deki Amerikancı-burjuva düzeninin yıkılacağına inanmışlardı. Oysa darbeciler 'sol gösterip sağ vurunca' Kemalizmin en ateşli savunucuları, İlhan Selçuk Ziverbey Köşkü'nde işkenceye uğradı; Mümtaz Soysal, Uğur Mumcu ve yüzlerce aydın Mamak Cezaevi'ne gönderildiler!"[3] Hüküm verilmişti.
İlhan Selçuk ve Doğu Perinçek "sabıkalı ve müzmin sol darbeci"lerdi. JİTEM kurucusu olarak bilinen Veli Küçük'ün "yönetiminde" "Ergenekon çetesi" de, "sağda solda bomba patlatarak darbe ortamı oluşturma"yı amaçlayan bir oluşumdu. Dolayısıyla "müzmin sol darbeciler" ile "Ergenekon çetesi"nin işbirliği yapmasında şaşılacak bir yan yoktu.
Hem zaten böyle bir "darbeciler arası işbirliği"ni "Hatırla Sevgili" dizisi de, "Kurtlar Vadisi" de bolcasından ve çokcasından işlememiş miydi? Öyle ise, hüküm tartışılmayacak bir "gerçek"ti.
Cumhuriyet mitingleriyle umutlanan, 22 Temmuz seçimleriyle "kişisel bozgun" havasına kapılan, "merak etmeyin ordu var"la teselli olmaya alışkın "laik" ve "ulusalcı" kesim açısından da, hüküm fazlaca yanlış görülmedi.
Artık "hüküm" verildiğine ve kesinleştiğine göre, herkes eteğindeki taşları dökebilir, hasımlıklarını alenen ifade edebilir, "sanık mahkemece kesinleşmiş hüküm olmadığı sürece masumdur"un defteri dürülebilir ve hatta mahkeme kararı bugünden yazılabilir.
İşin içinde Veli Küçük gibi işkenceci, JİTEM kurucusu; Doğu Perinçek gibi oportünist, makyevelist kişiler olunca, "Ergenekon operasyonu"na karşı tepkiler, sadece "83 yaşındaki" İlhan Selçuk'un sabaha karşı "şık olmayan bir yöntemle" gözaltına alınmasına karşı çıkmadan ibaret kaldı.
Solda yer alan hiç kimse Veli Küçük'ü "savunma"yı aklına bile getirmeyeceği gibi, herkes Doğu Perinçek'in de "savunulabilecek" bir tarafı olmadığı çok iyi bilir. Dolayısıyla "Ergenekon" operasyonu, "laik" ve "ulusalcı" kesimin en zayıf halkasına yöneltilmiştir.
Ama hasımlık hasımlıktır, husumet husumettir.
Doğu Perinçek'in "şahsında" tüm geçmişe, devrimci mücadeleye duyulan her türlü husumet ortalığa döküldü.
Solun müzmin hasmı Hasan Cemal'in sözlerinde ifadesini bulduğu gibi, geçmiş, popüler ifadesiyle "68 kuşağı", darbecilere hizmet eden "kandırılmış gençler"e dönüştürüldü.
Hasan Cemal'in "bize çalışan bazı devrimci gençler sağda solda bomba patlatarak askeri darbe ortamı oluşturuyordu" dediği olaylar "dizi konusu" olmuşken, gerçeğin ne olduğunu söyleme cesareti gösteren pek kimse çıkmadı. En "kabadayı" olanlar, en hızlı "68'li"ler ise, 9 Mart "sol cunta" anılarını yazmaktan öteye geçmediler. Bir kez hüküm verilmişti.
"68 kuşağı"nın temsilcisi olmakla övünen Evrensel gazetesi bile hükmü kolayca onayladı: "Basındaki yazı ve yorumları okuduğunuzda, yeni bir 9 Mart Olayı yaşandığını anlıyorsunuz. Yine, birileri cuntacıları sattı anlaşılan."[4] Oysa ne tarih sadece 9 Mart "sol cunta" girişiminden ibaretti, ne de "Ankara kulisleri"nin "sol cunta" dedikodularından.
Gerek 12 Mart öncesinde, gerek günümüzde tüm hükümlerin ve "belge"lerin verildiği ve üretildiği yer Ankara'dır. Gazetecilerin, politikacıların, her çeşitten sol parti ve yayın organlarının sabah akşam dinledikleri, izledikleri "kulis haberleri"nin merkezi her zaman Ankara olmuştur.
Üst düzey bürokratlar, bürokrat çocukları, üst düzey ordu mensupları ve bunların çocukları, her zaman Ankara "kulis"lerinde dolaşan haberlerin kaynağı olmuşlardır. Ve Ankara, her zaman 28. Zırhlı Tugay'ın ve 4. Kolordu'nun gölgesi altında yaşayan, tankların ne zaman harekete geçeceğini büyük merakla bekleyenlerin merkezidir. Kulağı kesik gazeteciler haberleri "eşzamanlı" kulislere yayarlar. Haberler genç gazeteciler ve stajyerler tarafından her yana dağıtılır. Kimisi genelkurmayın ışıklarının yanıp yanmadığını kontrol ederken, kimileri başbakanlıktaki toplantıya kimlerin katıldığını izleyerek haberlerin sonuçlarını kestirmeye çalışır.
Sağda ya da solda politika yapan herkes bu haberlere kulak verir. Her haber "ciddiye alınması gereken" bir "yan" içerdiğinden, haberler üzerinden yorumlar yapılır, gerçekleşme olasılığına göre neyin ne olacağı konuşulur, tartışılır.
Ortalık biraz karışınca İstanbul'da "muhkim" gazeteciler Ankara'ya hücum ederler. "Ankara'nın nabzını tutmak" adına ortalıkta neyin döndüğünü bizzat öğrenmeye çalışırlar.
27 Mayıs'ın "alttan darbe"sini, Talat Aydemir'in "nakıs darbe teşebbüsünü", 9 Mart "sol cunta" hazırlıklarını, 12 Mart muhtırasını, 12 Eylül darbesini ve nihayetinde 28 Şubat "post-modern darbesi"ni yaşamış bir ülkede, herkesin merakla beklediği ve izlediği tek şeyin "darbe" olması da şaşırtıcı değildir.
İster istemez Ankara "kulislerine bomba gibi düşen" "darbe" haberleriyle herkes ilgilenir. Herkes bu haberlerin gerçekliğini öğrenmeye çalışırken, diğer yandan ne anlama geldiğini, ne olacağını ve bunlar karşısında ne yapılabileceğini düşünmeye, konuşmaya, tartışmaya başlar. Herhangi bir ekonomi yazarının bir ekonomik veriden yola çıkarak ekonominin geleceğine dönük yaptığı yorumlardan farksız bir durumdur bu. Bu yüzden, Ankara "kulis"lerine düşen her "darbe" haberinin her kesimce yorumlanmasının garip bir tarafı yoktur.
Eğer kişi bir siyasal hareketin mensubu ise, siyasal bir düşünce sahibiyse, kaçınılmaz olarak "darbe" söylentilerini ciddiye almak, "darbe" karşısında nasıl bir tutum takınılacağını bilmek durumundadır.
İşte böylesi bir Ankara ortamında 9 Mart "sol cunta" girişimi, aylar ve hatta yıllar öncesinden bilinen ve beklenen bir durumdan ibarettir. 12 Eylül askeri darbesinin bile olacağını "aylar öncesinden biliyorduk" denilen bir ülkede 9 Mart "sol cunta" girişiminin önceden bilinmesinde şaşırtıcı hiçbir yan yoktur.[5] Ve yine şaşırtıcı bir yan yoktur ki, "darbe" haberleri karşısında "ne yapmalı" sorusu sorulmasın ve buna ilişkin politikalar oluşturulmaya çalışılmasın.
Bugüne geldiğimizde, "Ergenekon operasyonu" adı altında "sabıkalı cuntacı" İlhan Selçuk ve "Ordu-gençlik elele, Milli Cephe'ye" yandaşı Doğu Perinçek'in gözaltına alınmasıyla devrimciler ve sol, bir bütün olarak "cuntanın hizmetkarı" olarak ilan edilebildi.
Şüphesiz solda, devrimci solda "sol cunta"dan haberdar olanlar, "sol cunta"nın gerçekleşmesiyle demokratik devrimin önünün açılacağı beklentisi içinde olanlar elbette olmuştur. Mahir Çayan yoldaş Kesintisiz Devrim II-III'de bunu şöyle ifade eder: "Mesela, ülkemizdeki (x) grubu, siyasi gerçekleri açıklayan bir yayın organı etrafında toplanıp fabrika, vs. yerlerde üslenmeye çalışarak, ekonomik ve demokratik kitle hareketlerinin içine girerek, buradan hareketle kitleleri devrim saflarına çekmeye çalışırlarken, yani bu tip mücadele biçimini temel alırlarken, öte yan dan örgütlenmelerine para sağlamak amacı ile bir-iki soygun yapmışlar ve bir-iki sabotaj ve suikast teşebbüsünde bulunmuşlardır. (Ancak yapılan bu silahlı eylemler, silahlı propaganda değildir.)
Ve bu çalışma tarzı içinde olan (x) grubu bütün ümitlerini devrimci-milliyetçi bir cuntaya bağlamıştı. Çünkü bu cunta, 27 Mayıs Anayasasını fiilen işler hale getirecek, 141-142'yi kaldıracak ve temel olarak aldıkları mücadele biçimine uygun bir ortam yaratacaktı." Hasan Cemal'in "bize çalışan bazı devrimi gençler" diye ifade ettiği de, bu (x) grubunun gerçekleştirdiği eylemlerden ibarettir.
1970 Haziran'ında Mahir Çayan yoldaş şöyle yazar: "'Gençler, güçbirliği bozguncularına olduğu gibi, gençliğin eylemine anarşizmi ve terörcülüğü sokmak isteyenlerle de mücadele ediyorlar. Gençlik eylemini; 27 Mayıs Anayasasının meşruiyet sınırları dışına taşırmak isteyen küçük-burjuva anarşistleri karşısında, gençler uyanık devrimciler (!!??) olarak hareket ediyorlar. Polisten gelen bombalı tertiplere, suikast tekliflerine yüz vermiyorlar.' (Doğu Perinçek: Aydınlık, Sayı: 7, s: 21, italikler bize ait - M.Ç.)
Bu, Behice Boran'ın icazetli sosyalizminin bir değişik ifade tarzıdır. Bu anlayışa göre, 27 Mayıs Anayasasının meşruiyet sınırları dışındaki hareketler, 1) ya terörist, anarşist hareketlerdir, 2) ya da polis provokasyonlarıdır. Ankara'da Tuslog'u ve Amerikan Haberler Merkezini, İstanbul'da Pan Amerikan'ı basıp, tahrip edenler acaba anarşistler miydi, yoksa ajanlar mıydı?
Ne dersiniz, meşruiyet sınırları içinde sosyalistçilik oynamaya kalkan küçük-burjuva entellektüel bozuntuları?"[6] Görüldüğü gibi, ortada somut bir "sol cunta" hazırlıkları mevcut değilken bile, devrimcilerin gerçekleştirdiği silahlı eylemler, "sosyalist devrim" yandaşı ve "cuntayla hiçbir bağlantısı olmamış tek masum kesim" olarak ilan edilen TİP ve "Ergenekon çetesi" üyesi olmasından kimsenin "şüphe" duymadığı Doğu Perinçek tarafından "provokasyon" olarak ilan edilebilmiştir.
Bugün eğer Deniz Gezmişler, THKO (ve belli belirsiz, açıkça söylenmeden THKP-C de buna dahil edilmeye çalışılır), açıkça "sol cunta" için "darbe ortamı oluşturmak" amacıyla harekete geçtiklerinden sözedilebiliniyorsa, bu suçlamalar için her fırsat kullanılıyorsa, açıktır ki devrimci mücadeleye karşı "kan davası" güdenler vardır.
Bu, açıktan açığa devrimci mücadeleye karşı düşmanlıktır. Burjuvazinin proletaryaya karşı sınıf kininin küçük-burjuvazi tarafından dile getirilmesidir.
Sorun, "Ergenekon çetesi" sorunu ya da AKP'nin kapatılması davasına karşı "misilleme" sorunu değildir. "Ulusalcı"ların "çürük elmaları"ndan yola çıkarak, topyekün laik küçük-burjuvaziye yönelik basit bir "gözdağı" da değildir. Mevcut düzene ve bu düzenin iktidarına karşı her türlü siyasal hareketin yasadışı ilan edilmesi ve devrimci mücadelenin "cunta" şaibesiyle gayrı meşru gösterilmeye çalışılmasıdır.
Devrimci mücadeleye kini olanlar, burjuvazinin sınıf kininin temsilcileri, her fırsatı ve olayı kullanarak devrimci mücadeleyi karalamaya çalışmaktadır. Onlar, burjuvazi ve onun yandaşı küçük-burjuvalar, düşmanlarının kim olduğunu çok iyi bilmektedirler. Ve "düşman" gördükleri devrimcileri yok edebilmek için ellerinden gelen herşeyi yapmaktan çekinmezler.
Laik kesim, laik küçük-burjuvazi, "merak etmeyin ordu var"dan umutlarını kestikçe, büyük ölçüde pasifize olacakları, küçük bir bölümü de olsa tek yolun devrim olduğu düşüncesine yönelecekleri açıktır. Onlar, düzenin düşmanı olarak görülmektedirler. Düzenin tüm güçleri ve yandaşları, silahlı kuvvetlerinden şeriatçılarına kadar her kesim düşmana karşı mevziye girmişlerdir. Savaş, devrimci mücadeleye karşı savaştır. Bu yüzden 1971'in devrimcilerinin "hayaleti" bile onları korkutmaktadır.
Bugün devrimci mücadelenin zayıf ve güçsüz oluşu, karşı tarafın sınıf kinini ortadan kaldırmamış, düşmanlığını değiştirmemiştir.
Eski deyişle "mesele", "Ergenekon" meselesi, İlhan Selçuk'un "cuntacı geçmişi", devrimcileri açıkça ihbar eden Doğu Perinçek'in ipsiz-sapsız politikası değildir. Egemen sınıfların "meselesi", korkusu ve düşmanlığı devrimcileredir, devrimci mücadeleyedir. Bu nedenle de, "Ergenekon çetesi" gibi "çürük elma"lardan yola çıkarak sol kitle sindirilmeye, korkutulmaya çalışılmakta ve devrimci örgütlere yönelmeleri engellenmeye çabalanmaktadır.
"Ergenekon operasyonu" çevresinde yapılan tüm "medya" yayınlarının tek hedefi budur.
[1] Cüneyt Ülsever, Hürriyet, 25 Mart 2008. [2] Hasan Cemal, Milliyet, 24 Mart 2008. [3] Derya Sazak, Milliyet, 24 Mart 2008. [4] Kamil Tekin Sürek, Evrensel, 25 Mart 2006. [5] "Bir askeri darbe kararı alındığı 12 Eylül'den aylar önce biliniyordu." (Oğuzhan Müftüoğlu, "Sol mu dediniz?", Birgün, 30 Aralık 2004.) Benzer açıklamalar MHP yöneticileri tarafından da defalarca yapılmıştır. [6] Mahir Çayan, Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine, Haziran 1970.