Bilindiği ve görüldüğü gibi, seçim ortamına girildiğinde, legalistler, oportünistler, revizyonistler, pragmatistler, liberal solcular, eklektik teori sahipleri, hangi sıfatları hak ediyorlarsa o sıfatlara sahip sol örgütlenmelerde hummalı bir faaliyet başlar. Hemen hepsi, seçim ortamından ve seçimlerden nasıl yararlanabilecekleri üzerine teoriler yaparlar, ittifak projeleri oluştururlar, ittifak görüşmeleri başlatırlar ve yer yer ittifak pazarlıklarına girişirler.
Kimileri "burjuva partilere oy yok" sloganıyla, kimileri "oylarımız bağımsız sosyalist adaylara" sloganıyla ortaya çıkarken, kimileri de "sürüden ayrılma zamanı" diyerek "koyunlara" çağrılar yayınlarlar.
Daha teorik, daha "marksistçe" konuşanlar ise, parlamenterizmin niteliği, burjuva seçimlerinin aldatmacası üzerine genel doğruları ortaya koyarken, soldaki "seçim taktikleri"nin ince ve ayrıntılı bir tahliline girişirler.
22 Temmuz seçimleri bu genel tablodan çok fazla farklılaşmamakla birlikte, diğer seçimlerden temel farklılığı, solun seçimlere katılma yönünde önsel bir tutum içinde oluşudur. Bu nedenle "üçüncü cephe"cilerden "bağımsız sosyalist adaylar"a kadar, her çeşit ve her türden seçim hazırlıkları sürüp gitmektedir. Eldeki tek gerçekçi "umut" ise, DTP’nin inayeti ve icazetiyle birkaç büyük kentte gösterilecek bir-iki "bağımsız sosyalist aday"ın seçimi kazanmasıdır.
Düne kadar seçimlerin bir aldatmaca olduğunu, seçim aracılığıyla halkta yanlış ve sahte umutlar yaratıldığını, seçime katılan partilerin bir ve aynı olduğunu, dolayısıyla da bunlardan hangisine oy verilirse verilsin sonucun değişmeyeceğini söyleyen sol, bugün ortalıkta bulunmamaktadır.
Artık eski tür revizyonistler de kalmadığından Lenin’in "Sol Komünizm" kitabına gönderme yaparak seçimlere katılmanın neden gerekli olduğunu kanıtlamaya çalışanlar da mevcut değildir. Seçimlerin boykot edilmesine yönelik çağrılar ise, neredeyse duyulmaz olmuştur.
Böylece solun işi kolaylaşmıştır. Eskisi gibi seçimlerin aldatmaca olduğuna ilişkin bitip-tükenmez tartışmalar sona ermiştir. Düzen partilerinin eleştirisine yönelik sol propagandistlerin sıkça karşılaştıkları, "herşey iyi güzel de, ama kime oy vereceğim" sorusu da artık kolayca yanıtlanabilir hale gelmiştir. Çarşaf gibi oy pusulasında her kesimden, her renkten, partili ve partisiz, bağımlı ve bağımsız her türlü aday yer aldığından, isteyenin istediğini seçebileceği bir özgürlük ortaya çıkmıştır. Bu özgürlük ortamında sol propagandistler, kendi siyasetlerinin belirlediği "seçim taktiği" çerçevesinde şuna ya da buna oy verilmesini söyleyebileceklerdir.
İşler bu kadar kolaylaşmışken, yine de bazı zorluklar ortaya çıkmayacak değildir. Örneğin şeriatçılık tehlikesi, faşist-milliyetçilerin güçlenmesi vb. olgularının halk kitlelerinde yaratmış olduğu korkular ve bu korkularla belirlenmiş olan siyasal tutumlar gibi.
Tam işlerin kolaylaştığının düşünüldüğü bir seçimde, oylar "üçüncü cepheye" ya da "bağımsız sosyalist adaylara" diye seçmenle birebir ilişkiye girmeye hazırlanan sol seçim propagandistleri, birden bire kendilerini şeriatçılık ve faşist-milliyetçilik korkularıyla, ulusalcı söylemlerle yüzyüze bulacaktır.
"Üçüncü cephe" yandaşları açısından işler yine de biraz daha kolaydır. Onlar, "ezilen yoksul kürt emekçileri" için, "ezilen yoksul kürt emekçileri"nden oy isteyeceklerinden, ulusalcı söylemler karşısında söyleyecek çok sözleri olacaktır. Şeriatçılık tehlikesinin abartıldığından, faşist-milliyetçiliğin yükselişine karşı ulusalcıların milliyetçiliğinden söz edeceklerdir. "Ulusalcı/Kemalist"lere veryansın edip, laik-şeriatçı "kutuplaşması"nın Genelkurmayın "psikolojik harekât"ının bir sonucu olduğunu söyleyeceklerdir.[1*]
"Bağımsız sosyalist aday"lar lehinde seçim propagandası yapacak propagandistlerin işi, "üçüncü cephe"cilerden daha zordur.
Herşeyden önce, şeriat tehlikesi karşısında laikliğin öncelikle korunmasının cumhuriyetin ve ulusal devletin varlık koşulu olduğunu düşünen ve içtenlikle buna inanan sol bir kitle ile yüzyüze gelecektir. Bu insanlar, her ne kadar Baykal’ı "içlerine sindirememiş" olsalar da, CHP’nin Amerikan emperyalizmi ve IMF karşısında fazla bir şey yapamayacağını bilseler de, şeriatçılık tehlikesi karşısında "bir yerde" birleşmenin zorunlu olduğunu, dolayısıyla "bağımsız sosyalist adaylar"a verilecek her oyun şeriatçıların işine yarayacağını söyleyeceklerdir. Dahası, şeriatçılık tehlikesi karşısında faşistlerin artan saldırganlığı karşısında da sol oyların "bir yerde", en büyük parti olarak CHP’de toplanmasının zorunlu olduğunu da söyleyeceklerdir.
Tam işler kolaylaşmış, seçimlere katılmanın teorik ve ideolojik bir gerekçesinin bulunması zorunluluğundan kurtulunmuşken, yeniden zorlu ve derinlikli bir teorik ve ideolojik tartışma ortamına girilmiş olunacaktır.
Bu şekilde sıkıştırılan "bağımsız sosyalist adaylar" lehinde propaganda çalışması yapan propagandistin sığınabileceği tek yer, "üçüncü cephe" yandaşlarının propagandalarının odaklandığı yer olacaktır. Ama burada da sol seçmen "hınzırlık" edecek, Kürtlerin Irak işgalinde Amerikan emperyalizminin açık işbirlikçisi oluşlarından söz etmeye başlayacaktır.
İşler hiç de kolay değildir. Devrim yapmak ne denli zor ise, seçimlerde devrimci-solcu olarak seçim propagandistliği yapmak da zordur.
Bir dönemin sonuna gelinmiştir. Artık 12 Eylül’ün depolitizasyonu etkisizleşmeye yönelmiştir. Sol kitle, küçük-burjuva kesimlerin sınıfsal özelliklerine uygun olarak hızla politize olmuştur. "Üçüncü cephe"nin sahipleri bile bu politizasyona göre tutum belirlemeye çalışmaktadır.
Evet, 22 Temmuz seçiminde sol, Marksist-Leninist ideolojik-politik bir perspektif ortaya koymaksızın seçimlere katılma yolunu bulmuştur. Sol örgütlerin saflarında yer alan pek çok içten ve samimi insan, seçimlere katılmanın doğal olduğunu düşünmektedir. Aynı doğallık içinde de, seçim yasalarının getirmiş olduğu zorunlulukların "bağımsız sosyalist adaylar"la aşıldığına inanmıştır. DTP’nin bağımsız adaylarla seçime katılma kararıyla birlikte, bir-iki "bağımsız sosyalist aday"ın meclise girebileceği "umut"una da kapılmıştır. Bu "umut" ve inançla, yapması gereken tek şeyin, düzen partilerini teşhir etmek, onlara oy verilmemesini söylemek ve nihayetinde "kime oy vereyim" sorusuna "bağımsız sosyalist adaylara oy ver" demek olduğunu kabul etmiştir.
Ama şimdi de karşısına şeriatçılık, faşist-milliyetçilik, ulusalcılık ve nihayetinde ulusalcılara göz kırpan "üçüncü cephe"cilik çıkmıştır.
Yine de tüm bu sorulara ve sorunlara nasıl yanıt vereceğine ilişkin "seçim eğitimi" almış sol propagandistler, aynı içerikteki bildirilerle sokağa çıkıp seçmeni ikna etmeye çalışacaklardır. Bu amaçla piknikler düzenleyecekler, konserler tertipleyecekler, kahvehane toplantıları yapacaklar, masalar açacaklar, afişler yapıştıracaklar, "yüzbinlerce" bildiri dağıtacaklardır.
Kimisi "sürüden ayrıl" diyerek "koyunlar"a, müzmin revizyonist kurtların himayesindeki kendi sürülerine katılma çağrısı yapacaklardır. Kimileri "aşkın ve biranın partisi"nin ülkenin ilk ve son "patronsuz gazetesi"ne[2*] sahip olma "onur ve kıvancı"yla, önce 4 Hazirana kadar (aday listelerinin YSK’na verilmesinin son günü) DTP ile yapılan görüşme-pazarlıkların sonucunu bekleyecek, olmazsa "aşkın ve biranın partisi"ne oy verilmesini isteyecektir.
Bu arada 27 Nisan "sanal muhtırası", TMSF aracılığıyla oluşturulmuş olan "AKP medyası"nın katkılarıyla, solun "unutulanlar listesine" aktarılmış olacaktır.
Ve 22 Temmuz akşamı tüm propagandistler, televizyonların karşısına geçerek, "sol partilerin toplam oyu"na pür dikkat kesilerek seçim sonuçlarını izlemeye koyulacaklardır. CHP-DSP ittifakı oluştuğu için de, toplamada fazlaca zorlanmayacakları da kesindir.
Eğer AKP oyları düşer, MHP "beklenilen" oy oranına erişemez, "medya" destekli Ağar-Mumcu ikilisinin oyları %15’de kalır, DTP 35-40 "bağımsız aday"ını meclise sokar ve nihayetinde "sol oylar", yani CHP’nin oyları yükselmiş olursa, pazartesi günü büyük bir moralle sokağa çıkılacaktır. Böylece şeriatçılık ve faşist tırmanış tehlikesi önlenmiş, "sanal muhtıranın" maddi-somut askeri darbeye dönüşme olasılığının sona ermiş olmasının huzur ve rahatlığı egemen olacaktır.
Yok eğer seçim sonuçları ters yönde olursa, "sol oylar" beklenen artışı göstermez, MHP’nin oyları artar, AKP %30’lar düzeyinde oy alırsa, teselli DTP’nin 35-40 "bağımsız aday"ının meclise girmesinde aranacaktır.
Ve seçim propagandistlerinin küçük bir azınlığı, kendi "etkinliklerinin" binde kaç oya tekabül ettiğini merak edecektir. Bunu öğrenmek için de YSK’nın geçici seçim sonuçlarını açıklamasını beklemeleri gerekecektir.
İşte burada Che Guevara’nın sözlerini bir kez daha anımsıyoruz: "Bu tutum neden ileri geliyor?
Halk enerjisini neden hep böyle boşuna harcıyor?
Bunun tek nedeni var: Bazı Amerika ülkelerinde ilerici güçler taktik hedefler ile stratejik hedefleri korkunç bir şekilde birbirine karıştırıyorlar, küçük taktik sorunlarda büyük stratejik hedefler görmek istemişlerdir. Bu önemsiz saldırı mevzilerini ve elde edilen küçük kazançları, sınıf düşmanının temel hedefleri olarak göstermeyi bilen gericiliğin akıllıca davrandığını kabul etmeliyiz." (Latin-Amerika Devriminin Taktik ve Stratejisi) Evet, Che’nin söylediği gibi, seçimleri "stratejik hedefin" tek aracı haline getiren sol, açık biçimde legalizmin pasifizmini ve oportünizmini egemen kılmıştır. 4-5 yılda bir yapılan seçimler aracılığıyla "stratejik hedef"e, yani devrim hedefine, iktidarın ele geçirilmesi hedefine ulaşılacağı umutları yaratılmakla yetinilmemiş, aynı zamanda somut-pratik devrimci mücadele gibi sunulur olmuştur. Seçim dışı zamanlar ise, seçimlere kadar eldeki insanları şu ya da bu işlerle oyalamak, elde tutmayı sağlamakla geçirilir.
Seçimler bir aldatmacadır. Bunda devrimci olan hiç kimsenin şüphesi yoktur. Ama bu seçim aldatmacası, sadece halk kitlelerinin "aptal" yerine konulması demek değildir. Halk, yoğun ve yaygın propagandalarla aptallaştırılmaya çalışılır. Oligarşi ve oligarşi dışındaki tüm sömürücü sınıflar kendi çıkarlarının azami ölçüde gerçekleşmesini sağlayacak olan siyasal partileri maddi olarak desteklerler. Çıkarları "patronlarının çıkarları"yla özdeş olduğuna inandırılmış işçiler, işverenin çıkarlarını temsil eden partiye oy vermenin bir çeşit "iş garantisi" olduğuna inanmış emekçiler, devlet memurları ve nihayetinde zengin ve orta köylünün ekonomik çıkarlarına tabi kılınmış küçük ve yoksul köylüler, böylesi bir aptallaştırma propagandaları içinde doğrudan sömürücü sınıflar tarafından yönlendirilirler.
Bütün bunlar, her seçim döneminde ortaya çıkan ve sonuçları büyük ölçüde belirleyen olgulardır. 22 Temmuz seçimini bir ölçüde farklılaştıran ise, şeriatçılıktan ve faşist-milliyetçiliğin yükselişinden duyulan korkulardır. Bu korkularla "Cumhuriyet mitingleri"ne katılan milyonlarca insan, sömürücü sınıfların önceden az ya da çok belirlediği seçimlerin kaderini değiştirebileceklerini düşünmektedirler. Bu yüzden 22 Temmuz seçimi "rejim sorunu" olarak kabul edilmekte, verilecek her oy şeriat rejimine ve faşist-milliyetçi yükselişe karşı verilen bir oy olarak kabul edilmektedir. 22 Temmuz seçiminde, seçimlere katılmayı sol açısından tartışmasız hale getirmiş görünen de bu düşünceler ve tutumlar olmaktadır.
Devrimciler için sorun, seçimlere katılarak "legal olanaklardan yararlanmak" değildir. Devrimcilerin sorunu, oligarşik yönetimin seçim politikalarını işlemez hale getirmek ve seçimler aracılığıyla kitlelerin oligarşiye karşı tepkilerinin pasifize edilmesini önlemektir. Ancak bunu yapabilmek için, devrimci mücadelenin somut ve fiili bir iktidar alternatifi haline gelmesi şarttır. Bu olmaksızın, oligarşinin ne seçim politikaları işlemez hale getirilebilir, ne de kitlelerin tepkilerinin seçimler aracılığıyla pasifize edilmesi önlenebilir. Bu açıdan, içinde bulunduğumuz evrede devrimcilerin görevi, hiçbir geçerliliğe ve etkinliğe sahip olmayan sıradan bir seçimlere katılma ya da seçimleri boykot etme çağrıları yapmak değildir. Görev, mevcut düzenin, oligarşik yönetimin ekonomik, toplumsal, siyasal ve askeri gerçeklerini, seçim demagojileri çerçevesinde ortaya koymaktır.
22 Temmuz seçimi somutluğunda bu görev, aynı zamanda seçim sonuçlarının "Cumhuriyet mitingleri"ne katılan milyonlarca insanın beklentileri doğrultusunda gerçekleşmediği koşullarda askeri darbe olasılığının daha artacağı ve maddeleşeceğinin ortaya konulmasıdır.
Açıktır ki, 22 Temmuz seçimine bağlanan umutlar, aynı zamanda seçimlerle bir şeylerin değişebileceğine ilişkin umutlarla özdeşleştirilmiştir. Bu açıdan 22 Temmuz seçiminin "beklenilen" sonuçları vermemesi koşullarında seçim dışı arayışlar ve araçlar devreye girecektir. Bu ise, oligarşik yönetimin askerileştirilmesinden başka bir şey değildir.
22 Temmuz seçiminin "beklenilen" sonuçları vermesi durumunda ise, hükümeti hangi partiler oluşturursa oluştursun, siyasal yönetim tümüyle askeri bürokrasiye bağlanacaktır.
22 Temmuz sonrasında, siyasal yönetim ister tümüyle askerileştirilmiş olsun, ister askeri "velayet" altına alınmış olsun, her durumda Amerikan emperyalizminin bölgesel çıkarları doğrultusunda hareket etmek durumunda olacaktır. Bu ise, ordunun geniş kapsamlı ve uzun dönemli sınır ötesi harekâtlara girişmesinden başka bir şey değildir.
Öte yandan, emperyalist dünya ekonomisinde "kriz" beklentileriyle belirlenen "otoriter yönetim" arayışları da, siyasal yönetimin askerileştirilmesi ya da askeri "velayet" altına alınmasını daha da zorunlu hale getirmektedir.
Devrimcilerin bu seçim dönemindeki görevi, bu gerçekleri açık biçimde ortaya koymaktır.
"AKP medyası"nın yayınlarıyla ve anayasa değişikliği tartışmalarının gölgesinde bırakılmaya çalışılan 27 Nisan "sanal muhtırası", her durumda siyasal yönetimin askeri "velayet" altına alınması sürecini başlatmıştır. Seçim sonucunda olası bir koalisyon hükümeti, bu askeri "velayetin" gerçekleşmesini daha da kolaylaştıracaktır.
Dün "ılımlı islam projesi" çerçevesinde AKP’yi destekleyen Amerikan emperyalizmi, bugün Irak ve Afganistan işgallerinde karşılaştığı direniş karşısında askeri güçlere daha fazla ihtiyaç duymaktadır. Irak işgalinin ABD siyasal yönetiminde ortaya çıkardığı değişim de bunu zorunlu kılmaktadır.
Devrimciler, bu seçim ortamında, unutulan ve unutturulan sorunları gündeme getirmeli ve bu sorunların olası sonuçlarını açık-seçik ortaya koymalıdırlar.
Bu ise, Türkiye’de demokratik halk devriminin neden zorunlu olduğunun somut gerçeklere ve olgulara dayanılarak açıklanmasından başka bir şey değildir.
[1] Bu sözünü ettiğimiz propaganda türü, "üçüncü cephe"yi ortaya atan DTP’ye değil, onu desteklemeyi varlık koşulu haline getirmiş legalleşmiş sol örgütlenmelere ilişkindir. DTP eşbaşkanı Aysel Tuğluk 27 Mayıs 2007 tarihli Radikal 2’de çıkan yazısında bu propagandistlere ters düşecek, "ilkesel" sorunlar ortaya çıkaracak beyanlarda bulunmaktadır. Aysel Tuğluk şöyle yazmaktadır:
"Bize göre Türk halkının korku ve kaygıları ciddi düzeyde gerçekçidir, anlaşılmaya değerdir. Türk halkı tekrar Sevr tehlikesine benzer bir durumla karşı karşıyadır tespitini rahatlıkla yapabiliriz. Ve bu tehlikenin temasında Türk-Kürt çatışması kurgulanıyor... Kürt olgusunun bölücülüğe kaynaklık ettiği ideası, resmi ideolojinin yaygınlaştırdığı bir korku olsa da, toplumun usunda yer edindi ve bu toplumsal algı adeta gelenekselleşti. Emperyalistlerin Kürtlere dayalı politikası Irak işgaliyle derinleşince, Sevr travması da kendisini sürekli güncelleme ortamına kavuştu. Burada Kürtlerin gayet açık ve samimi olması gerekiyor. Şu önkabulle başlangıç yapılabilir: Misak-ı Milli sınırlarını mutlak surette koruyarak Kürt sorununa çözüm bulunmalıdır."
Aysel Tuğluk, açık biçimde "Cumhuriyet Mitingleri"nde bir araya gelen "ulusalcı" olduğu kabul edilen halk kitlesine mesaj vermeye çalışmaktadır. Bu mesajın nasıl algılanacağı belli olsa da, "üçüncü cephe" destekçilerinin bu mesaj karşısında ne yapacaklarını bilemiyoruz! [2] Tam olarak yalanlanmayan "sol medya" haberlerine göre, Birgün gazetesi "ortaklık yapısını güçlendirerek", Gürbüz Çapan ve Osman Kavala’yı %60 hisse ile ortak yapmıştır.