12 Eylül terörü çok değişik sonuçlar ortaya çıkardı. Doğrudan faşist-askeri teröre maruz kalanlar kadar, bu terörü destekleyen ya da kayıtsız kalan milyonlarca insan da bu sonuçlardan paylarına düşeni aldılar. Pek çok sonucunun yanında, özellikle 12 Eylül döneminde ve faşist-askeri terörün doğrudan sonucu olarak değişik insan tipleri ortaya çıktı.
Doğrudan faşist-askeri teröre maruz kalan insanların (ki 1980 yılında 15 yaş üstü yetişkin 25 milyonluk nüfusun yaklaşık üç milyonunu kapsar) bir bölümü, sadece soruşturulmuş ve fişlenmiştir. 650 bin kişi gözaltına alınmış ve tutuklanmıştır. Gözaltına alınanlar, bir haftadan 90 güne kadar uzayan sürelerle işkenceden geçirilmişler, "sorgulanmış"lardır.
"Sorgu", daha tam ifadesiyle işkence, "suç" için "kanıt" bulmak ya da "suçu itiraf ettirmek"ten öte, doğrudan "obje"yi yıldırmayı ve sindirmeyi amaçlamışsa da, bundan çok daha fazla "obje"yi kendisine güvensiz bir kişiliğe dönüştürmeyi, insanlıktan çıkartmayı, deyim yerindeyse paronayak haline getirmeyi amaçlamıştır.
Gözaltına alınıp bırakılanlar her an yeniden alınma korkusuyla yaşarken, kendilerine doğrudan işkenceciler tarafından, yörenin polisleri tarafından ve hatta aile ve akraba çevrelerinden "tavsiyeler"de bulunulmuştur. Verilen en büyük "tavsiye" (günümüzde buna "öneri" denilmektedir), askere gitmeleri, işe girmeleri ve evlenmeleri olmuştur. Bunun yanında ve beraberinde eski tanıdıkları hiç kimseyle (mahalle arkadaşı, okul arkadaşı, devrimci arkadaşı vb.) görüşmemeleri de "önemle tavsiye" edilmiştir. Yaklaşık 600 bin kişiyi kapsayan bu "kitle", birkaç istisna dışında tümüyle "tavsiyeler"e uymuşlar ve düzenin "makbul" kişileri olarak yaşamaya koyulmuşlardır.
Çokluk, kendi yakın çevrelerine bile yaşadıklarından hiç söz etmeyen, söz açıldığında suskun kalan bu insanlar arasından, "suçsuz" olduğunu kanıtlamaya çalışan, "suç"un başkalarında olduğunu söyleyen, hatta "kandırılmış", "aldatılmış" olduğundan şikayet eden insanlar da çıkmıştır. Bu insanlar, her yerde, her ortamda ve her fırsatta "suçsuz" yere, "haksız" yere gözaltına alındıklarını, işkence gördüklerini söyleyerek, yeniden "içeriye" alınmayı engelleyebileceklerini düşünmüşlerdir. Bu "hikaye"nin ana teması, "riyakarlık"tır.
12 Eylül’ün ilk "hikayeleri" bu şekilde ortaya çıkmıştır.
1980’lerin ortalarından itibaren faşist-askeri terörün hız kesmesi, "sivil" hükümetin işbaşında bulunması, siyasi partilerin kurulmasına izin verilmeye başlanması, giderek ikinci bir "hikaye" türü ortaya çıkarmıştır: Mağduriyet, mahrumiyet ve fedakarlık.
Bu "hikaye"nin ana teması, 1980 öncesinde yaşananlara ilişkindir.
Bu "hikaye"nin "kahramanları", bir yandan 12 Eylül "mağduru" iken, diğer yandan 12 Eylül öncesi devrimci mücadelenin de "mağduru"durlar. Pek çok mahrumiyetlere katlanmışlardır, çok fedakarlıklar yapmışlardır, ama ne yazık ki, kendilerinin bu yaptıklarını "takdir eden" kimse çıkmamıştır, devrimci örgütler onları "yüzüstü" bırakmıştır!
Genellikle içki sofralarında, meyhanelerde anlatılan bu "hikayeler", 12 Eylül terörünün etkisi silikleştikçe büyümüş ve gelişmiştir. (Aziz Nesin’in "Tek Yol" romanı, adli suçlu bir mahkumun ağzından bu tür "hikaye"lerin nasıl büyüyüp geliştiğini anlatır.)
Öte yandan, askerliğini yapmış, bir işe girmiş ya da bir "iş" kurmuş ve evlenmiş "mağdur"lar, yeni iş ve aile ilişkileri içinde yeni "hikayeler" bulmaya başlamışlardır.
Bunlar, bir yandan 12 Eylül’den nasıl etkilendiklerini anlatırken, diğer yandan, ilk "hikaye"ye geri dönmüşlerdir. "Gerçekte" onlar, "suçsuzdular"; ya bir "arkadaşları" onları ele vermişti ya da "cami avlusundan" alınmışlardı!
"Suçsuzluk" hikayeleri her yerde anlatılırken, bazı yerlerde devrimci mücadelenin içinde nasıl cansiperane mücadele edildiği anlatıldı.
İster istemez, bu "hikayeler" canlı ve kanlı olmalıydı. Anlatacak "hikaye"si olmayanlar bile, kendilerine "yaşanmış bir hikaye" uydurmaya başladılar.
En ilkel "hikaye", devrimciliğe nasıl başlanıldığına ya da "olaylara nasıl bulaşıldığına" ilişkin olanıydı. "Yak bir Birinci, ol bir devrimci" gibi çocuksu bir şakalaşma sözü bile, sanki gerçekmişçesine "hikaye"nin özüne yerleştirildi. Herşey kurgulandı (ki o tarihlerde "kurgu" ya da "kurgulama" sözcükleri henüz bilinmiyordu bile). Sağdan soldan duyulmuş "hikayeler", her kişinin dilinde ve ağzında yeniden biçimlendirildi. Kimisi devrimci örgütlerin nasıl "kötü" yönetildiğini, bu duruma nasıl "karşı" çıktığını "hikaye"nin içine sokarken, kimileri başka tür "mağduriyet"lerden yakındılar.
İş ilişkileri geliştikçe ve çoluk-çocuk sahibi olundukça, "suçsuzluk" ve "mağduriyet" yeniden öne çıkmaya başladı. Söylenilmeye çalışılan, "vatana-millete yararlı" birer "evlat" oldukları, "kanunlara karşı gelmedikleri"nden ibaretti. Bu yolla ve bu sayede, işte ve aile ortamlarında tutunabileceklerini düşünüyorlardı.
Gün geldi, anılar yazılmaya, basılmaya ve internette yayınlanmaya başlandı. Böylece "hikayeler" anonimleşti, kulaktan kulağa, ağızdan ağıza dolaşmaya başladı. Artık ortada kurgulanmış, gerçekle ilişkisi olmayan "hikayeler" değil, "düpedüz gerçek hikayeler" vardı. Bunun kanıtı da, yazılmış-basılmış-anlatılmış "anılar", internette dolaşan "bilgiler" ve "medya"da yer alan röportajlardı.
1990’ların sonlarına doğru "medya"da "suçsuz gençler" edebiyatı başlatıldı. "Denizler suçsuz"dular, "haksız yere asılmışlar"dı, "bir insan bile öldürmemişler"di, zaten "çakar almaz silahlarla devrim bile" yapılamazdı!
Her 6 Mayısta, birilerinin çıkıp "Denizler"in ne kadar "masum" olduklarını anlattıkları televizyon programlarını sinema filmleri, romanlar ve her zaman olduğu gibi "anı" kitapları izledi. "Denizler"in ne kadar çok sevildiği görüldükçe de, bu açılıp-saçılmalar çoğaldı. Günün solcuları da, bu "sevgi seli"nden "nemalanmak" için "Denizlerin yolunda" olduklarını söyleyerek, aynı "hikaye"nin tamamlayıcıları haline geldiler. Halk deyişiyle, şıracının tanığı bozacı oldu.
Ama onların içinden hiç kimse, mevcut düzenin yasalarının yargısı ile tarihin ve insanlığın yargısının aynı olmadığını söylemeye yanaşmadı.
Böylece "Denizler" bağlamında bir "suçsuzdular" söylemi yaygınlaştı. Bu öyle bir noktaya geldi ki, Recep Tayyip Erdoğan "referandum açılış konuşması"nda bu tür "hikaye"leri anlatarak gözyaşlarına boğuldu ve dinleyenleri gözyaşlarına boğdu! Necdet Adalı, Mustafa Pelivanoğlu ve Erdal Eren, Recep Tayyip Erdoğan’ın gözyaşları içinde "hikaye"lerini anlattığı isimler oldu.
"Sayın başbakan", Mustafa Pehlivanoğlu adlı Balgat katliamını gerçekleştiren "dini bütün" ya da "Türk-İslam sentezi" faşist katilin "allahın nezdinde suçsuz" olduğunu okurken gözyaşlarına boğuldu. Recep Tayyip Erdoğan’a göre, Erdal Eren "yaşı büyütülerek asılan çocuk" ve Necdet Adalı da, "Suçsuzluğundan, serbest bırakılacağından o kadar emindi ki, cezaevinde arkadaşlarının firar girişimine katılmadı" denilen kişi oluvermiştir.
"Türk-İslam sentezi" içinde biçimlendirilmiş bir faşist katilin "allah"la, "dinle", "vatan"la ilişkisi Recep Tayyip Erdoğan’ı gözyaşlarına boğarken, Balgat katliamını[1*] yapan faşist MHP’lilerin kendilerine Türkiye Şeriatçı Komando Ordusu (TÜŞKO) adlı bir "örgüt" uydurdukları ise, zamanın gazete sayfalarında sararıp solmuştu.
Yine Recep Tayyip Erdoğan’ı ve dinleyenleri gözyaşlarına boğan faşist Mustafa Pehlivanoğlu’nun İsa Armağan’la birlikte Mamak Askeri Cezaevi’nden nasıl kaçırıldığı ise, bu "gözyaşları" arasında yoktu.[2*] Necdet Adalı ise, yani Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmasında "suçsuzluğundan o kadar emindi ki, cezaevinde arkadaşlarının firar girişimine katılma"yan, "Vikipedi"de "firar eylemine ‘nasıl olsa suçsuzluğunun anlaşılacağını’ ileri sürerek katılmadı" denilen devrimci insan, 12 Eylül sonrasının "hikayeler"inin parçası yapıldı.
Necdet Adalı, 10 Temmuz 1977’de Ankara İsmetpaşa’da faşistlerin gittiği bir kahvehanenin basılıp iki faşistin öldürülmesi eyleminde yer almıştı. Eylemden kısa bir süre sonra Kemal Ergin’le birlikte yakalandı ve polis işkencesinden sonra tutuklanarak Ankara (Ulucanlar) Merkez Cezaevine konuldu. Sözü edilen firar eylemi, tüm hazırlıklara rağmen, plan dışı olarak gerçekleştirmek istenmiştir. Cezaevi hamamından gerçekleştirilmeye çalışılan firarda, Kemal Ergin ilk giden kişi oldu. İkinci çıkacak kişi olan Necdet Adalı ise, bir “tesadüf” sonucu hamama bir gardiyanın gelmesi üzerine içerde kalmıştır. Tüm “hikaye”lerin aksine, Necdet Adalı, bu firar eylemine, ilk planlama aşamasından itibaren katılmıştır ve plan dışı gerçekleştirilmeye kalkışılan firarda “tesadüf” sonucu kaçamamıştır.
“Kaçmadı” iddiası öylesine bir yalandır ki, cezaevinde yatan ve idamla yargılanan bir devrimcinin (ve hatta bir adli mahkumun bile) kaçmayı düşünmemesi ve olanak olduğunda kaçmaması düşünülemez bile. Bugün, bu firar olayı sırasında Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde bulunan devrimci tutsaklar yaşamaktadır ve hepsi de Kemal Ergin’in kaçışını ve Necdet Adalı’nın kaçamayışını çok iyi biliyor olmaları gerekir. Ama “hikaye”, sadece bu olaya ilişkin bir “rivayet” değil, tüm 12 Eylül sonrasına egemen olan “hikayeciliğin” bir ürünüdür.
Necdet Adalı’nın kendisinin "suçsuzluğundan o kadar emin" olmasına gelirsek. Buna en doğru yanıtı verecek olan yine kendisi ve kendisiyle birlikte o tarihte cezaevinde yatan devrimci tutsaklardır.
Emin Çölaşan’ın Aralık 1978’de Milliyet gazetesinde yayınlanan "Sağcı ve Solcu Eylemcilerin Cezaevindeki Yaşamları, Tutumları" röportajında, o tarihte cezaevinde Devrimci Gençlik’in cezaevi sorumlusu olan Azmi Kale "suç" ve "suçluluk" üzerine şunları söyler: "Devrimciler, faşistler gibi demagojiye başvurmazlar. Devrimcilerin her şeyi açıktır ve dürüsttür. Yapılan her eylem, her siyasi hareketin neferlerinin belli bir strateji doğrultusunda yaptıkları eylem olduğu için, ‘Biz bunu yapmadık, etmedik, biz masumuz, suçsuzuz’ gibisinden bir takım şeyler söylemezler. Biz kendimizi suçlu hissetmiyoruz zaten.
Ben yaptım, vurdum, öldürdüm, geldim cezaevine, fakat ben kendimi hiçbir zaman suçlu hissetmiyorum. Çünkü insanlık namına, insanlık adına bir suç işlemedik biz. Kendimizi savunuyorduk, aktif savunma yapıyorduk. Aktif savunma sırasında da üç tane faşist, yine kendimizi bizzat nefsimizi müdafaa ederken de bir tane polis öldürdük, geldik buraya. Fakat biz suçlu değiliz. Biz onları öldürmeseydik, onlar bizi öldüreceklerdi."[3*] (abç) Azmi Kale’nin hemen ardından, Kemal Ergin kaçtıktan sonra KSD’lilerin cezaevi sorumlusu olan Necdet Adalı söze şöyle devam eder: "Bu adamların, yani faşistlerin yakınma nedeni, geçmişte rahattılar. Biz suçsuz olduğumuzu falan iddia etmiyoruz. Fakat MC döneminde, gelen her devrimciye şu veya bu şekilde işkence yapılmıştır."[4*] (abç) Gerçek bu kadar yalın ve açıktır.
Gerçek devrimci insanların, devrim uğruna yaşamlarını çekinmeden veren insanların, öylesine riyakarca "mağduriyet" hikayelerine malzeme yapılmaya kalkışılması ve aynı riyakarlıkla ülkenin "başbakanı" tarafından referandum malzemesi haline getirilmesi, belki "izah edilebilir" nedenlere sahiptir. Ama bu riyakarlıkları duymazlıktan gelenler, gerçeği bildikleri halde susanlar, bu tutumları için hiçbir gerekçe üretemezler.
Hiç unutulmamalıdır ki, devrimci insanlar, mevcut düzenin yasaları tarafından ne kadar "suçlu" ilan edilirlerse edilsinler, her zaman tarihin karşısında haklı olmuşlardır. Onların tarihsel haklılığının, hiç kimsenin inayetine ve onaylamasına gereksinmesi yoktur.
[1*] 18 Ağustos 1978’de Ankara’nın Balgat semtinde ilerici, demokrat ve devrimci insanların gittiği dört kahvehane silahla tarandı. Olayda beş kişi yaşamını yitirdi. [2*] Balgat katliamından idam cezası alan İsa Armağan ve Mustafa Pehlivanoğlu, idam cezaları onaylandıktan sonra, 6 Ağustos 1980 günü Mamak Askeri Cezaevi A Blok’tan asker üniformasıyla kaçırıldılar. Bu sırada Mamak Askeri Cezaevi’nin komutanı Albay Raci Tetik ve Cezaevi İç Güvenlik Amiri Yüzbaşı Hasan Mesçi’ydi. Hasan Mesçi, firar olayından dolayı yargılandı ve beraat etti. [3*] Milliyet, 22 Aralık 1978. [4*] Milliyet, 22 Aralık 1978.