Anayasa Referandumunda
Ne Yapmalı?
"Bizim sol"un kendine özgü (orijinal) özellikleri vardır.
Kendine özgü özelliklerinden birisi, dünya devriminin ve dünya siyasetinin trafik polisliğini yapmayı sevmesidir. Bu nedenle, dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen en küçük siyasal olay karşısında bir "tutum" belirlemeye çalışır ve böyle bir "tutum" belirlememiş olan "hasımlarını" da şiddetle suçlar. Örneğin Yeni-Gine-Papua’da sol bir hareket ortaya çıksa, bunun "niteliğini", "teorisini" hiç araştırmadan ve bilmeden, sadece gazetelere yansıyan haberlerle değerlendirir. (Bu özgün özellikler, neredeyse birebir düzeyinde kendilerine ilerici, yurtsever, demokrat vb. diyen küçük-burjuva aydınları tarafından benimsenir.)
Bir başka özelliği, hemen her durumda "enternasyonalist"tir. Bunu da "nasyonal" (milli) karşıtı olmakla gerekçelendirir. Ancak "bizim sol"un enternasyonalizmi, her türlü "ezen ulus" ulusallığının da karşıtıdır, "ezilen ulus" ulusallığının yanındadır. Bunu da, Stalin’e gönderme yaparak, "ezilen ulusun milliyetçiliği hoşgörülmelidir"le gerekçelendirir.[1*]
Eğer ortada bir seçim varsa, "bizim sol"un bu konudaki "taktikleri" hazır ve nazırdır. Ya seçimlere katılmak gerektiğini binbir gerekçeyle savunur, ya seçimlerin "boykot" edilmesinin gerekçelerini sıralar ya da daha "orijinal" taktikler ortaya atar (örneğin, seçimlere katılmak yerine, seçimlerde "ilerici ve demokrat adayları desteklemek" gibi).
AKP’nin 82 Anayasasında yaptığı ve amacı, çok açık biçimde, "yüksek yargıyı" denetime almak olan bazı değişikliklere ilişkin referandum söz konusu olduğunda da, bu "taktikleri" olduğu gibi geçerli kılmakta hiçbir mahsur yoktur.
Herşeyden önce tek bir seçenek ortaya konur: ya referanduma katılınacaktır ya da katılınmayacaktır! (Sanki başka seçenek varmış gibi!)
Katılınmayacaksa, kaçınılmaz olarak referandum "boykot" edilecektir. Eğer katılınacaksa, "iki olasılık vardır": ya "evet" oyu verilecektir, ya da "hayır" oyu! (Başka seçenek var mı?)
İşte "bizim sol"un seçim taktiklerinden uyarlanmış referandum "taktikleri" de böylesine "açık ve net"tir. İstenildiği zaman istenilen taktik çıkartılır ve piyasaya sürülür. Gerekçeler de hazırdır: "Bizlerin seçimlerde izleyeceği politika, somut koşulların tahliline dayanır. Eğer somut koşullar (ve hemen ekleyelim ki, işçi sınıfının çıkarı da) seçimlere katılmayı gerektiriyorsa, seçimlere katılınır; eğer gerektirmiyorsa katılınmaz!
Şimdi somut bir durum (AKP’nin anayasa değişikliğinin referandumu) vardır. Öyleyse bu somut durumun "tahlil" edilmesi gerekir. Bu "tahlil" yapıldıktan sonra da, bunun "işçi sınıfının çıkarına" olup olmadığına bakarak ya da hangi sonucun "çıkarına" olacağını saptayarak, mevcut "taktikler"den birisi devreye sokulur. Ya da "gönülden geçen" bir taktik belirlenir, buna uygun "tahlil" yapılır. Ama her durumda, "işçi sınıfının çıkarı önplandadır" denilerek, "medya" ortamında esen rüzgarlara göre karar alınır.
Bugün AKP’nin anayasa değişikliğine ilişkin olarak "bizim sol"da (ve tüm küçük-burjuva aydın kesimde) yapılan değerlendirmelerin ortak özelliği, anayasa değişikliğinin bir "aldatmaca" olduğudur. Nasıl ki seçimler bir "aldatmacadır" ve dolayısıyla "boykot" edilmelidir, öyleyse referandum da bir "aldatmaca" olduğuna göre "boykot" edilmesi gerekir.
"Boykot taktiği"nin en büyük özelliği, boykota katılanlar ile oylamaya katılmayanların bir ve aynı kategoride sayılmalarıdır. Dolayısıyla, "boykot taktiği", oylamaya katılmayanlar sayesinde hemen her durumda belli bir "başarıyı" garantiler. Öte yandan "boykot taktiği", her ne kadar "aktif boykot" şeklinde tanımlansa da, en pasif çalışma tarzıdır. Fazla bir şey yapılması gerekli değildir, sadece "sandığa gidip de ne yapacaksın, boş ver" denilebilecek basit bir "boykot sloganı"yla yürütülebilir.
Referanduma "katılınması" ve referandumda "hayır" oyu kullanılması "taktiği" ise, "boykot taktiği"ne göre daha aktif bir çalışmayı gerektirir. En azından "neden hayır oyu verilmelidir?" sorusu yanıtlanmak zorundadır. (Aynı durum "evet"çiler için de geçerlidir, ama bugünkü somut koşullarda AKP ve yandaşı neo-liberallerin dışında kimse "evet" oyu kullanılmasından yana olmadığından, pratikte hiçbir öneme sahip değildir.)
İlk durumda olduğu gibi ("referandum bir aldatmacadır"), çoğu durumda da, aynı gerekçelerle farklı taktikler gündeme getirilir. Örneğin, "Kürt sorununun çözümüne ilişkin hiçbir şey getirmemektedir" gerekçesiyle, hem "boykot", hem "hayır" oyu verilmesi gerekçelendirilebildiği gibi, aynı şekilde, "12 Eylül anayasası" söylemiyle, hem "boykot", hem "hayır", hem de "evet" oyu gerekçelendirilebilmektedir.
Oysa somut durum somut olarak değerlendirildiğinde, AKP’nin anayasa değişikliğinin amacının Anayasa Mahkemesi ile HSYK’yı denetime almak olduğu neredeyse tartışma götürmez bir gerçektir. Üstelik bunu, "12 Eylül anayasası"nın getirmiş olduğu yasal düzene dayanarak gerçekleştirmektedir. İster Ergenekon operasyonları ele alınsın, ister KCK operasyonları ya da telefon ve ortam dinlemeleri ele alınsın, hemen hepsinde "yasalara uygun" bir yasa-tanımazlık olduğu da bir gerçektir. Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantısı arifesinde verilen "tutuklama" kararları da, bu "yasal" yasa-tanımazlığın nerelere kadar uzanabileceğini açıkça göstermiştir.
Bu açık olgulara ve gelişmelere rağmen, henüz AKP’nin niteliği ve amaçları konusunda "fikir birliği" sözkonusu olmadığından, gerçekler ya da "gerekçeler" her durumda karşı-tez konusu haline getirilebilmektedir.
Kimilerine göre, AKP, kendi amaçlarına ulaşmak için yaptığı her girişimle, aynı zamanda "T.C."nin dağılmasına ve güçsüzleşmesine yol açmaktadır. Dolayısıyla "T.C."ye karşı olanlar, bu girişimleri desteklemelidirler!
Kimilerine göre, AKP, her ne kadar kendi amaçları için bir şeyler yapıyor olsa da, bu yaptıklarını haklı gösterebilmek için, ister istemez bazı "demokratik" hak ve özgürlükleri genişleten kararlar da almak durumundadır. Bu nedenle de, desteklenmesi gerekir!
Bir üçüncü görüşe göre, AKP, "ılımlı islam" görünümü altında "şeriat düzeni" kurmaya adım adım ilerlemektedir. Anayasa değişikliği de, bu amacının önünde engel olarak gördüğü yüksek yargıyı etkisizleştirmek ve denetime almayı hedeflemektedir. Dolayısıyla, referandumda "hayır" oyu kullanılmalıdır.
Dördüncü görüş, "Kürt sorunu"na ilişkin "açılım"ı yüzüne gözüne bulaştırdığı ve anayasa değişikliğinde hiçbir "açılım" getirmediği için, AKP’nin "anayasası referandumu" "boykot" edilmelidir.
Beşinci görüş ise, AKP’nin "Kürt açılımı"nı gerçekleştirmesini engelleyen "derin devlet" ve devletin yargı bürokrasisi olduğu için, yapılması gereken referandumda "evet" oyu kullanmaktır. Bu sayede, AKP, "Kürt açılımı"na devam edebilecek güce ve desteğe sahip olacaktır.
Ve bir başka (altıncı) görüşe göre, AKP ile "derin devlet" birbiriyle çatışmaktadır. Bu durumda yapılması gereken, hiç "taraf" tutmaksızın, "iti ite kırdırmak"tır, dolayısıyla referandum "boykot" edilmelidir.
İlk bakışta, her ne kadar benzeş gerekçeler, farklı "taktik"in gerekçesi olsa da, hemen hepsi, kendi içinde "tutarlı" ve "bütünsel" bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla, herkesin "demokratik" bir biçimde kendi "kafasına" en uygun olanı seçme özgürlüğüne sahip olduğu bir "durum" sözkonusudur.
Bütün bunların içinde, şüphesiz en dikkate değer olanı BDP tarafından ilan edilen "boykot taktiği"dir.
Bu "taktik"in ilk kampanyasına ilişkin bir haberde şöyle denilmektedir:
"Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) 12 Eylül’deki anayasa referandumunu boykot kampanyasını İstanbul’daki mitingle başlattı. Partinin bugün Çağlayan meydanında düzenlediği mitinge, önceki gün boykot çağrısı yapan aydınlar ve sol örgütlerin temsilcileri de katıldı. 30’dan fazla örgütün temsilcileri ‘Boykot cephesi sizinle gurur duyuyor’ sloganlarıyla, sahnede dakikalarca alkışlandı.
Sık sık Başbakan Recep Tayyip Erdoğan için, ‘Tayyip seni sandığa gömeceğiz’ sloganlarının atıldığı mitingin sahnesinde ‘İnkarcı, tekçi, imhacı, statükocu, anayasaya da, bu anayasayı yeniden üreten değişiklik paketlerine de geçit vermeyeceğiz. Demokratik Anayasa için mücadelemizi sürdüreceğiz’ afişi asılı." (Bianet, 1 Ağustos 2010.)
Yine aynı "miting"te bir aydının (Prof. Dr. Büşra Ersanlı) şöyle konuştuğu yazılıdır:
"Bu anayasaya evet demenin hiçbir manası yok. Çünkü yapılan değişiklikler o kadar küçük ki, bu nedenle insanları bu referandumla oyalamak ahlaken doğru değil. Hayır demenin de bir manası yok. İçi olmayan bir şeye hayır demek de manasız. Oylamanın kendisi zaten bir kandırmaca. Bu kandırmacaya alet olmamak lazım. Yüzde 10 barajı konusunda yasalarda ufak bir değişiklik yapılsaydı bu kadar bölünmüş bir tavır da ortaya çıkmazdı. Bunun için boykot."
BDP’nin "boykot" sloganı ise, "Demokratik Anayasa İstiyoruz, Sandığa Gitmiyoruz"dur.
Açıktır ki, pratikte ve yasallıkta, referandum sonucunda AKP’nin anayasa değişikliği reddedildiğinde, yani "hayır" oyları çoğunluğu oluşturduğunda, böyle bir değişiklik girişimi ortadan kaldırılmış olacaktır, yani "geçit verilmemiş" olacaktır. Eğer bu değişiklik bir "aldatmaca"ysa, "hayır" oyu verilmesi de, bu "aldatmaca"nın engellenmesi demektir.
Yok eğer, değerli aydının söylediği gibi, "seçim barajında" değişiklik yapılsaydı, referanduma "katılmak" (ve kaçınılmaz olarak "evet" oyu vermek) "ahlaken doğru" olacaksa, zaten referandumda "hayır" oyu kullanmak diye bir durum söz konusu olamazdı. Bu durumda, "boykot taktiği", sadece AKP ile yapılmak istenen pazarlığın gerçekleşmemesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bunun dışındaki herşey, sadece gerekçeleri zenginleştiren birer araçtan ibarettir.
BDP mitinginde asılan afişteki şu cümle de "hayır" ile "boykot" arasındaki "ince" çizgiyi göstermektedir:
"İnkarcı, tekçi, imhacı, statükocu, anayasaya da, bu anayasayı yeniden üreten değişiklik paketlerine de geçit vermeyeceğiz. Demokratik Anayasa için mücadelemizi sürdüreceğiz."
"Geçit vermeyeceğiz" sözlerinin "hayır" anlamına gelen bir olumsuz beyan olduğu açıktır. Ama diğer yandan da, "seçim barajı"na ilişkin değişiklik yapılmadığı "için" "boykot" kararı alındığından söz edilmesi, "evet"i içeren bir olumlu beyandır.
Bütün bunlar, BDP’nin "boykot" kararının somut durumun somut tahliline değil, doğrudan doğruya kendi kitlesine ve PKK’nin silahlı eylemleri sürdürüşüne bakarak alınmış bir karar olduğunu göstermektedir. Amaç, BDP "tabanını" referandum sürecinin dışına çıkarmak, "Türkiye geneli"nden ayırmaktır.
Bu özelliğiyle "boykot" kararı, BDP tarafından dile getirilen "kültürel özerklik" ya da "bölgesel kültürel özerklik" talebiyle çakışmaktadır. Amaç, her iki durumda da, Kürt halkını Türkiye bütünlüğünden ayırmak ve koparmaktır; Türkiye halkını, "derin devlet"-AKP ya da "laikler-şeriatçılar" çatışmasıyla başbaşa bırakmaktır. Daha açık ifadeyle, Türkiye halkının siyasal geleceği (kaderi) BDP’yi ilgilendirmemektedir.
PKK’nin silahlı eylemlerinden, bunun sonucu Türk milliyetçiliğinin yükselişinden korku ve endişeye kapılmış olan, sonu gelmezmişçesine çatışmaların sürmesinden umutsuzluğa kapılan küçük-burjuva aydınları da "hayırhah" bir tutum takınarak, "boykut"un daha "akıllıca" olacağını düşünmektedirler.[2*]
"Eski" legalist sol (ÖDP, TKP, EMEP), anayasa referandumunu, "ülkenin gerçek gündemi" söylemi çerçevesinde, AKP’yle bir "hesaplaşma" ve AKP’nin "sandığa gömülmesi" için ortamın oluşturulması açısından değerlendirmektedirler, dolayısıyla da referandumda "hayır" oyu kullanılması yönünde tavır almaktadırlar. Tümüyle "Türk halkı"na yönelik olan bu tutum, "Kürt sorunu" konusunda doğrudan "olumlu" bir içeriğe sahip değildir.
"Yeni" legalist sol ise (ESP gibi), hemen her durumda PKK ile olan "ilişkiler" düzeyinden konuyu ele aldıkları için, BDP’nin "boykot" kararı onları da "bağlamaktadır".
"... boykot çağrısı yapan tüm politik güçler, bir boykot cephesinde birleşmelidir. Böyle bir cephe, işçi sınıfı ve ezilenlerin taleplerinin anayasal güvenceye bağlanması ekseninde güncel politik mücadeleyi yükseltebileceği gibi, bütün kurumları ve anayasasıyla 12 Eylül’le hesaplaşma görevini de üstlenebilir." (Atılım, Başyazı, 17 Temmuz 2010.)
"Yeni" legalist solun "Taraf" gazetesine ilan vererek ortaya çıkan en yenisi, "boykot taktiği"ni, "işçi sınıfı ve ezilenlerin taleplerinin anayasal güvenceye bağlanması" gibi, yazılıp okunurken "hoş" görünen, ama bilimsel ve tarihsel olarak tümüyle oportünist ve icazetçi bir çizgiyi ifade eden bir zihniyetle haklı göstermeye kalkışmıştır.
Evet, 12 Eylülde yapılacak olan anayasa referandumunun boykot edilmesini savunan "sol" da, "hayır" oyu verilmesini savunan "sol" da, kerameti kendinden menkul "taktikler" önererek, referandum "olayı" karşısında "tavırsız" kalmadıklarını göstermeye çalışmaktadırlar.
Gerçek şudur ki, "boykot taktiği", sadece BDP için tutarlı bir siyasal tutumdur. Çünkü, onların temel amacı, Türk ve Kürt işçi sınıfını ve halkını olabildiğince birbirinden uzak tutmaktır. Her ne kadar, BDP’nin "boykot taktiği", orijinal görünse de, "kültürel özerklik" talepleriyle uyum içindedir.
"Eski" legalist solun, referanduma katılma ve "hayır" oyu verme "taktiği" de, kendilerinin legalizmleriyle uyum içindedir. Her durumda seçimlere katılmayı "en doğru taktik" olarak bellemiş bu kesimlerin referandumda başka türlü bir "taktik" geliştirmeleri ya da keşfetmeleri beklenemez.
Sorun, ne AKP’nin Kürt ulusal sorununun çözümüne ilişkin "birşey" getirmemiş olması, ne de "ülkenin gerçek gündemine dönülmesi" değildir. Sorun, AKP’nin kendi iktidarını sürekli hale getirmeye ve devlet üzerinde mutlak egemenlik kurmaya yönelik ("muktedir olmak") girişimidir. Bu girişim, özenle planlanmış ve referandum 12 Eylül gününe denk getirilmiştir. Böylece, AKP, bir yandan "kutsal ramazan ayı"nın kendilerine sağlayacağı avantajlardan yararlanmak, öte yandan "12 Eylül mağduriyeti" söylemiyle eski solcuları kendisine yedeklemek istemektedir.
İlerici, demokrat, yurtsever kesimler ise, 2002’den günümüze kadar sürekli yaşadıkları "kişisel bozgun" havasından çıkmak, daha ileri hamleler yapabilmek için moral bulmak istemektedirler.
Seçim gününe kadar "düzen partileri"ni eleştirerek, teşhir ederek "seçim çalışması" yapan, ama seçim günü CHP’nin ve AKP’nin aldığı oylara bakarak "kişisel bozgun"unu yaşayan sol ve solda yer alan insanlar, ister "boykot" etsinler, ister "hayır" oyu versinler, her durumda, bir kez daha "kişisel bozgun" havasını yaşamamalıdırlar. AKP’nin büyük umutlar bağladığı, "ya tarih yazacağız, ya tarih olacağız" noktasına geldiği referandum, ülkede pek çok şeyi değiştirmeyecek olsa da, sol kesimlerin morallerinin yükselmesine ve kitlelerin politize olmasına yol açtığı oranda önemsenebilecek bir gelişmenin başlangıcı olabilir. Bu açıdan, referanduma katılmak ya da "boykot" etmekten daha çok kitlelerin politize olmasının sağlanması herşeyden önemlidir.
Dipnotlar
[1*] Lenin bu konuda şöyle yazar: "Her ezilen ulusun burjuva milliyetçiliği, zulme karşı yönelmiş olan genel bir demokratik içerik taşır... Kayıtsız şartsız desteklediğimiz işte bu içeriktir."
[2*] Ece Temelkuran, bir kez daha, ulusal çatışmalardan umutsuzluğa kapılan küçük-burjuva aydınlarının "hislerine" tercüman olmaktadır. Referandumu "boykot" edişini şöyle anlatmaktadır:
"Bıktım... AKP’nin iktidara gelişinden beri memleketi etkisi altına alan şizofrenik siyasal iklimden bıktım. Siyasal olarak aynı çizgide olduğum, ahlaken de birbirimizin arkasında duracağımız arkadaşlarımla ikide bir kendimi farklı ‘kamplarda’ bulmaktan da bıktım. Bu lüzumsuz ve yıpratıcı sürecin parçası olup kendimi istemediğim insanlarla aynı kamplarda bulmaktan, insanları kırmaktan, kırılmaktan da bıktım. Üstelik bu siyasal iklimde reel politik hesaplarla mı düşünmeli, sonucuna bakmadan ahlaki bir tavır mı almalı sorusundan da bıktım. O yüzden boykot!" (Ece Temelkuran, Habertürk, 31 Temmuz 2010.)