KURTULUŞ CEPHESİ - Kasım-Aralık 1995
Seçimlerde
Devrimci Tutum Ne Olmalıdır?
"Seçimlerde devrimci tutum" ya da "devrimci tavır" üzerine, hemen hemen tüm sol yayınlarda birden çok yazı yayınlandığını bilen bir okuyucu, bizim yazının başlığını okuduğunda belli bir beklenti içinde olacaktır. Üstelik, okuyucu, hemen hemen soldaki tüm yazılarda olduğu gibi, bu başlık altında, seçimlerin genel niteliği, ülkedeki mevcut yönetimin ve siyasal partilerin düzenle bağlantıları, herhangi bir seçim ortamında kitlelerle temas kurmada ne denli avantajlar getirdiği ve buna bağlı olarak seçimlerde nasıl bir taktik izleneceği konularının yer almasını bekleyecektir.
Ancak düzenli ve dikkatli bir Kurtuluş Cephesi okuyucusu, ilk bakışta bu başlığı yadırgayacaktır. Çünkü Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni benimsemiş bir yayının, bu türden klâsikleşmiş sorunlara bakış açısının, bizatihi stratejik çizginin kendi bütünselliği içinde olduğunu bilmek durumundadır. Bu nedenle, seçimlere ilişkin bir tutumun, stratejik çizginin belirlenmesiyle birlikte yapılmış olduğundan yadırgayacaktır.
Burada biz, 24 Aralık Genel Seçimlerinde nasıl bir tutum takınılması gerektiği üzerinde fazlaca durmayacağız. Bunun yerine, bu sorunun stratejik çizgi ile bağlantılarını ve soldaki farklılaşmanın nedenlerini ortaya koyacağız.
Bugüne kadar ülkemiz solunda, hemen hemen tüm seçimlerde (genel ya da yerel seçimlerin tümünde) "ne yapmalı?" sorusunun üç temel yanıtının verildiğini bilmeyen yok gibidir. Seçim ortamına girildiğinde, sol yayınlarda ve çevrelerde baş gösteren "devrimcilerin seçimler karşısındaki tutumları" ya da "seçimlerde devrimci taktik ne olacaktır?" gibisinden sorulara verilen yanıtların oluşturduğu bu üç temel yanıt, üç temel yaklaşım sergilemektedir:
Birinci yaklaşım, seçimlere her koşul altında katılınması gerektiğini ve bu seçim ortamında düzenin daha iyi teşhir edilebilindiğini savunur.
İkinci yaklaşım ise, seçimlere hangi koşullarda katılınacağına ilişkin ölçütler ileri sürerek, seçimlere katılınması söz konusu olduğunda bağımsız "sosyalist" adaylar çıkartılmasını ve bağımsız adayların olmadığı yerlerde "ilerici, demokrat, yurtsever adayların desteklenmesini" taktik tavır olarak belirlerler.
Üçüncü yaklaşım, seçimlerin kesinkes boykot edilmesiyle nitelenmektedir.
Neredeyse klişeleşmiş bu yaklaşımlar, her seçim döneminde sürekli olarak ortaya konur.
Bu üç klişeleşmiş yaklaşım içindekilerden, birincisi, yani her koşul altında seçimlere katılmayı savunan ve bu nedenle başlangıçtan itibaren legal bir parti çatısı altında örgütlenen "sol partiler"in tutumu, kendi içersinde bir bütünlük oluşturur. Ülkemizde bir zamanların T"K"P'sinden TİP, TSİP gibi revizyonistler ile günümüzde BSP, İP gibi revizyonist ve oportünistler bu çizginin temsilcileri durumundadır. 1980 sonrasındaki depolitizasyon ve pasifikasyon ortamından destek alan kimi örgütlenmeler de bu kesime katılmışlardır. TDKP, yeni legal parti kurma girişimi ile bu kesimde kendisine belirli bir yer sağlamak istemektedir. Aynı şekilde bir zamanların DY oportünist-kariyerist yönetici kliği "Geleceği Birlikte Kuralım" türündün legal parti kurma faaliyetleri ile bu kesim içinde etkin bir güç olmak peşindedirler. (1980 öncesinin KSD'si, TKEP'i BSP saflarında yer almaktadırlar.)
Genel olarak, tüm revizyonistlerin niteliğini belirleyen bu yaklaşım, aynı zamanda revizyonizmin devrim karşısındaki korkusunu da sergileyecek niteliktedir. Onlar, sadece yasal yollardan iktidara gelme hayalleri yarattıklarından değil, bu yolla kitleleri pasifize ettikleri için de devrim karşısında bir tutum sergilemek durumundadırlar. Onlar, her zaman kendi yasal ilişkileri ve olanakları ile vardırlar. Bu nedenle, mevcut düzenin her türlü anti-demokratik yasaları bile onları "yıldıramaz".
"(Bu partiler) biraz öğrenci ve işçi sınıfının pek azı tarafından takip edilen şehirli entellektüellerden ibarettir, profesyonel politikacılar tarafından yönetilirler ki, onlar hizmetlerini para karşılığında değil, kapalı toplantılar yapabilme, haber bülteni veya sanat gazetesi çıkarmak ve sendikalarda birkaç köşeyi tutma izni gibi küçük politik lütuflar karşılığında kiraya verirler. Bunlar para için her şeyi yapan insanlar değildir. Onların çürümüşlüğü daha gizlidir. Onlar para ile değil, fakat sadece onların ve takipçilerinin, proletaryanın insanlığın kurtuluşu için verdiği mücadelede önder olabildiği hayalini yaşatacak asgari şartlar temin edilerek satın alınabilinirler." [1*]
İşte, bunlar için, 1960'ların Latin-Amerikasına ilişkin olarak R. Gott'un yaptığı ve 1975 yılında yayınlanan Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I'de Türkçeye aktarılan değerlendirme böyledir. Günümüzde şüphesiz bu belirleme bir yönden eskimiştir. Artık "yeni dünya düzeni" içinde bu kesimlerin "para ile satın alınmaları"da olanaklı hale gelmiştir. Onlarda bunun karşılığında, ellerinde tuttukları partileriyle, kendi hizmetlerini yerine getirmek durumundadırlar.
Her koşul altında seçimlere katılma tutumu içinde olan revizyonistler, 12 Eylül öncesinde olduğu gibi, sonrasında da, yasal düzen partileri olarak kendilerini yeniden örgütlemişlerdir. 1965 seçimlerinde TİP'in TBMM'ye 15 milletvekili sokmasını, her dönemde kendi pasifizmleri için bir kılıf olarak kullana gelmişlerdir. Ama hiçbir zaman bu seçim "zaferinin" temel nedenlerini ortaya koymamışlardır. Üstelik kendilerinden sonra Şili'de Salvador Allende'nin "seçim yolu ile iktidara gelmiş olmasınının" en büyük destekleyicileri olmalarına rağmen, 1973 Pinoşet darbesinden ve bunun ardındaki Amerikan emperyalizminin ekonomisini nasıl askerileştirdiğinden fazlaca söz etmezler. Sovyet revizyonizminin "barış içinde bir arada yaşama stratejisi"nin savunucusu ve "barışçıl yollarla iktidarın feth edilebileceği" hayalinin sürdürücüsü olarak, aynı zamanda tarih karşısında suçlu durumuna düşmelerine bile aldırmamışlardır.
Evet, bu pasifistler, son dönemde de yeniden 1965 Genel Seçimlerinde TİP'in TBMM'ye 15 milletvekili ile girmesini gündeme getirmişlerdir. Onlara göre, 1965 "TİP mucizesi" yeniden yaratılabilinecektir.
1965 genel seçimlerinden birinci parti olarak çıkan S. Demirel'in AP'sinin kaç milletvekili çıkardığını, TİP'in seçimlerde ne kadar oy aldığını, seçimlerde uygulanan sistemi ve Türkiye'de yükselen devrimci mücadelenin ilk şekillenişindeki iyiniyetlerle bezenmiş birliğini bir yana bırakarak, 1961 Anayasasının getirmiş olduğu nispi demokratik hakları, TRT ve üniversite özerkliğini unutturarak, 1965 "TİP mucizesini" yaratma hayalini yeniden piyasaya sürenler, tüm bunları bir yana bıraksalar bile, Şili'de S. Allende'nin seçimle iktidara gelmesine rağmen Amerikan emperyalizminin Pinoşet darbesi ile öldürülmesini gizleyebilmeleri olanaksızdır.
Revizyonistler, düzenin soldaki yasal temsilcileri olarak, sorunun özünün, herhangi bir seçimde takınılacak taktik bir tavır olmadığını; sorunun özünün, şiddete dayanan devrim ile barışçıl geçiş teorisi arasındaki ideolojik uzlaşmazlık olduğunu çok iyi bilmektedirler. Onlar, seçimler karşısındaki tavırlarını sıradan bir taktik tavır olarak ortaya koyamayacakları için, sorunun özünü mümkün olabildiğince gizlemeye çalışmaktadırlar.
Aynı revizyonist kesimler, Amerikan emperyalizminin 1980' lerde uygulamaya soktuğu "project democracy"ni de çok iyi bilmektedirler. Diyebiliriz ki, bu kesimler, günümüzde her türlü devlet terörüne rağmen legalizmin böylesine savunucuları olmalarının arkasında yatan neden, yine Amerikan emperyalizminin "project democracy"ne olan bağlılıklarıdır. [2*]
İkinci tutum ise, doğrudan birinci ile üçüncü arasında salınan, "duruma ve koşullara göre" birincilerin ya da üçüncülerin yanında yer alan kesimlere ilişkindir. Genel olarak bu tutum içinde olanlar, hemen her zaman "duruma ve koşullara göre" tavır belirlediklerinden dolayı değil, böyle bir kavrayışı "fırsatlardan yararlanmak" şeklinde değerlendirdikleri için, ülkemiz solunun tüm oportünist kesimlerinin çizgisi durumundadır.
Bu tutumun kendi içinde geldiği en uç nokta 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde olmuştur. Anımsanacağı gibi, 27 Mart seçimleri öncesinde solda esen rüzgarlar, hemen hemen tüm revizyonist ve oportünist kesimlerin seçimlere katılmaları ve küçük de olsa birkaç beldede kendi "bağımsız" adaylarını seçtirme umutları yönündeydi. Özellikle DEP'in seçimlere girme yönündeki tutumu, bu kesimler açısından kendilerinin "meşruiyetini" sağlayan temel bir unsurdu. Çünkü kendileri için, ülkemizdeki mevcut oligarşik yönetimin politikaları ve mevcut anti-demokratik anayasa, kendilerinin legalizmleri için hiç de haklı bir "gerekçe" ortaya çıkaramamaktaydı. Bu durumda seçimlere katılmalarını solda haklı ve mazur gösterebilmeleri ve solda belli bir "meşruiyet" sağlayabilmeleri için DEP'in tutumu önemli bir destek anlamına geliyordu. Ancak gelişen olaylar karşısında (DEP milletvekillerinin tutuklanması, DEP Genel Merkezinin bombalanması) DEP'in seçimlerden çekilmesi ve (ne olduğu pek anlaşılamayan) boykot tavrına girmesi, ister istemez bu kesimlerin planlarını bozmuştu. Yine de, klâsik oportünist söylemle seçimlere katılmışlarsa da, hemen hemen hiçbir etkinlik gösterememişlerdir.
Genel olarak tanımlarsak, bu tutum içinde olanlar, "boykot" çizgisini, ister stratejik mücadele kavrayışları nedeniyle, isterse "devrimci söylem" nedeniyle olsun izleyen örgütlenmeler içersinde, stratejik çizgilerinde belirsizlik içinde olan ya da belirsizlik içine giren kesimler ile revizyonist ve oportünistler legalistlerin kitleler üzerindeki etkilerine bakarak onların politikalarını izleyerek "kitleselleşebileceklerini" umut eden örgütlenmelerden oluşmaktadır. Örneğin MLKP olarak kendilerini örgütleyen kesimler bu tutumun tipik temsilcileri durumundadırlar.
Bu tutum içinde olan kesimler, yani "durum ve koşullara göre" seçimleri boykot etme ile seçimlere katılma arasında sürekli gidip gelen, hemen her durumda "bağımsız adaylar çıkarma" ile "bağımsız adayların bulunmadığı yerlerde demokrat, ilerici ve yurtsever adayları destekleme" söylemini hiç terketmeyen bu kesimler, kendi içlerindeki çizgi tartışmalarına ve legalistlerin tutumlarına benzer tutumla birşeyler elde edebileceklerini umut etme düzeylerine göre tavır belirlemektedirler. Hemen hemen soldaki "seçimlerde devrimci tavır ne olmalıdır?" etrafında toplanan tartışmaların zemini de bu kesimlerce belirlenmektedir. Bunlara kimi çevreler (nerede durduklarına bağlı olarak) "utangaç oportünistler" ya da "utangaç boykotçular" demektedirler.
Oysaki bunlar, ülkemiz solundaki klâsik oportünist çizginin takipçileridirler.
Oportünisttirler, öncelikle soldaki rüzgarların ne yönde estiğine göre tavır belirlerler.
Oportünisttirler, çünkü ikide bir tavır değiştirirler. 27 Mart 1994 yerel seçimleri öncesinde görüldüğü gibi, bu tavır değişikliği, on gün içersinde üç değişik tutum olarak ortaya çıkabilmektedir.
Oportünisttirler, çünkü "fırsatlardan yararlanmayı" devrimci bir tavır, uyanıklık olarak düşünürler. Bu nedenle, kendilerini "ağırdan satarlar".
Oportünisttirler, çünkü bir yandan kitleleri kendilerine oy vermeye çağırırken, diğer yandan seçim ortamında düzeni teşhir ederek, devrim yapacakları sanısını yayarlar ve buna uygun bir söylem tuttururlar.
Oportünisttirler, çünkü seçimlere katılamadıkları koşullarda "boykot" çağrısı yaparlar ve seçimlerde oy kullanmayan tüm kesimleri kendi çağrılarına uymuş bir kitle olarak sunarlar.
İşte bu çevrelerin genel durumu böyledir.
Yukarda da belirttiğimiz gibi, bu kesimler, kimi zaman seçimleri "boykot" etmek durumundadırlar. Ancak seçimleri boykot etmek zorunda kaladıklarında, seçimlerde oy kullanmayan her kişiyi kendi hanelerine yazmaktan da geri kalmazlar. Bu konuda 1991 Genel Seçimleri sonrasında solda yapılan değerlendirmeler, bu kesimlerin kavrayışlarını göstermesi açısından oldukça eğiticidir. 20 Ekim 1991 Genel Seçimleri sonrasındaki soldaki durum, THKP-C/HDÖ'nin yayın organı KURTULUŞ'un 6. sayısında şöyle değerlendirilmiştir:
"20 Ekim seçimlerinde kayıtlı 29 milyon 800 bin seçmenden 25 milyon 274 bini oy kullanmıştır. Buna göre katılım oranı %84.72 olmuştur. Bir başka deyişle 4,5 milyon seçmen bu seçimlerde oy kullanmamıştır. Bundan önceki genel seçim sonuçlarıyla karşılaştırıldığında, bu katılım oranının düşük bir rakam olduğu, dolayısıyla halkın bir kesiminin, yani 4,5 milyon seçmenin seçimlerden herhangi bir şey beklemedikleri söylenebilir.
Nitekim seçim sonrasında yayınlanan pekçok sol dergide bu yorumu görmek mümkündür. Hatta kimilerine göre, bu düşük katılım oranı, kitlelerin düzen partilerinden umutlarını kestiklerinin bir göstergesidir!
Ancak bu tahlillerin kendi içinde tutarlı bir temele dayandığını söylemek de olanaksızdır. Bir çeşit 'moral' unsur olarak kullanıldığını düşünmek için pekçok neden bulunmaktadır.
Öncelikle 20 Ekim seçimlerinde, daha önceki seçimlere kıyasla solda 'boykotI önerisi ve eylemi çok daha cılız olmuş ve hatta yer yer bunun tersi tutumlar ortaya çıkmıştır. Özellikle PKK' nin seçimler karşısındaki tutumu, etkin bir biçimde HEP'li adayların desteklenmesi yönünde olması, 'boykot' yönünde bir hareketin etkinliğini peşin olarak ortadan kaldırmıştır. Bu açıdan bakıldığında oy kullanmayan %15,28'lik kitlenin düzenden umutlarını kestikleri, dolayısıyla seçimlerde oy kullanmadıklarını ileri sürmek yanlış olmaktadır.
Oy kullanmayan kesimin çok küçük bir bölümü seçeneksizlik ya da düzenden umutlarını kestikleri için oy vermedikleri kesindir. Ama bunu oy kullanmayan tüm kesim için genelleştirmek hatalı olacaktır.
Özellikle 12 Eylül sonrasındaki genel seçimlere bakarak ve bunlardaki katılım oranlarını ele alarak bir değerlendirme yapmak, temel bir yanılgı oluşturmaktadır. 12 Eylül askeri yönetiminin getirmiş olduğu ve ANAP tarafından etkin bir biçimde korunan ve kullanılan 'zorunlu oy kullanma' yasası, geçmiş dönemlerdeki katılımın yüksekliğinin temelini oluşturmaktadır. 12 Eylül askeri yönetiminin yaratmış olduğu terör ortamı içinde insanlar oy kullanmadıkları koşullarda 'cezalandırılacaklarını' düşünerek -ki yasa gereği enflasyona göre değişen para cezaları bulunmaktadır- oy kullanmışlardır. Bu açıdan ele alındığında, 20 Ekim seçimlerinde katılımın düşmesinin, kitlelerin gözünde oy kullanmama karşısında devletin 'cezalandıracağı' düşüncesinin eski etkinliğini yitirdiğini söylemek çok daha doğru olacaktır. Ancak, aynı şekilde, bu durum, yıllar içinde sürekli olarak politika dışında bulunan belli bir nüfusun yeniden politika dışına çıktığı anlamına da gelmektedir.
Bu açıdan son yirmi yılın seçmen sayısı ve katılımına bakalım:
Örneğin Adana'da 1969 genel seçimlerine katılım oranı % 68.6 iken; 1973'de %79'a yükselmiştir. 1977 genel seçimlerinde Adana'da katılım oranı %68.7 olmuştur. Ancak 1983 genel seçimlerinde bu oran %91.5'a ve 1987 genel seçimlerinde %93'e yükselmiştir. 20 Ekim seçimlerinde ise bu oran %79.4 olmuştur.
Ama görülen diğer bir olgu da, Adana'da 'sol' oylar olarak tanımlanan CHP yada SHP"DSP oyları %5 ile %7 arasında azalmıştır...
Görüldüğü gibi, eğer seçimlere katılım oranları doğru bir biçimde değerlendirilmezse, 12 Eylül sonrasında askeri yönetimin etkinliğini sürdürdüğü 1983 ve hatta 1987 seçimlerindeki yüksek katılım halk kitlelerinin askeri yönetimi desteklediği şeklinde yorumlanacaktır ki, bu temelden yanlıştır. Söz konusu olan, askeri yönetimin yaratmış olduğu terör ortamıyla kitlelerin sindirilmiş olmasıve buna bağlı olarak 'emredilen' şeyleri yerine getirmeye zorlandıklarıdır.
Son otuz yıldaki katılım oranları şüphesiz bazı sonuçlar vermektedir. Örnek olarak 1969 yılında görülen önemli düşüşün 1973 ve asıl olarak 1977 seçimlerinde önemli bir artış göstermesidir. Bu da CHP'nin ve Ecevit'in 'umut' olduğu yıllardır. Ve aynı zamanda bu yıllar kitlelerin yoğun bir biçimde politikaya katıldıkları, kitlelerin politize olma düzeyinin, ülke tarihinin en üst boyutuna uluştığıyıllardır.
20 Ekim seçimlerinde her ne kadar para cezası öngörülmüşse de, seçmenlerin kendi yaşam deneyimlerinden gördükleri gibi, oy kullanmama karşısında karşılaşacakları cezalandırma olasılığı en alt düzeye inmiştir. Dolayısıyla pekçok seçmen günlük yaşantısını değiştirmemeyi tercih etmiştir.
Tüm bunlardan, katılım oranının %84.72'ye düşmesinin hiçbir anlamı olmadığı sonucu elbette çıkartılamaz. Ancak söylemek istediğimiz, bundan olmadık sonuçlar çıkartmanın yanlış olduğudur. Aynı verilerin değişik yaklaşımlarla farklı sonuçlarıgösterebileceği unutulmamalıdır. Devrimci politika gerçek olgulardan yola çıkar, ancak bunların materyalist yorumu, öznellikten arınmış olmayı zorunlu kılar."
Yine bu kesimlerin yayınlarına bakılacak olursa, hepsinin ülkemizde "faşist diktatörlüğün" olduğunu ilan ettikleri görülecektir. Aynı şekilde, bu kesimlerin ülkenin ekonomik, sosyal ve siyasal yapısına ilişkin değerlendirmeleri, ülkemizin geri-bıraktırılmış, emperyalizme bağımlı bir ülke olduğu belirlemelerine yakın değerlendirmelerdir. Bu değerlendirmelerinin doğal sonucu, oligarşik yönetimin her türden seçim politikalarına ve seçimlerine karşı sürekli ve kalıcı bir politika belirlemeleri ve buna uygun olarak kendilerini örgütlemeleri gerekirken, ne legalistler gibi bir yapılanmaya, ne de silahlı devrimci örgütlenmeler gibi bir yapılanmaya sahip değillerdir. Niteliği ve stratejik çizgisi belirsiz olan bu kesimler, böylesine bir garip, belirsiz ve ne olduğu bilinmeyen ilişkileri ile varolurlarken, "çokyönlü", "her duruma uygun" olmakla övünürler. Lenin, "koşullar değiştiğinde, taktiklerde 24 saatte değişmelidir" değerlendirmesini tahrif ederek, kendi oportünist tutumlarına kılıf olarak kullanırlar. Bu yüzden de, Marksist-Leninist teoriyi tahrif etmekten çekinmezler. Oysa Lenin şöyle demektedir:
"Özel bir soruna ilişkin ajitasyon taktiklerini ya da parti örgütüne ilişkin herhangi bir ayrıntıdaki taktikleri 24 saat içinde değiştirmek mümkündür. Ama 24 saat içinde demeyeceğim, 24 ay içinde bile, insanın bir mücadele örgütünün ve yığınlar içinde siyasal ajitasyonun genel, sürekli ve mutlak zorunluluğu konusundaki görüşünü değiştirebilmesi için her türlü ilkeden yoksun olması gerekir." [3*]
Bu oportünist kesimlerin sürekli propagandasını yaptıkları ve her türlü politik tutumları için kullandıkları temel Leninist belirlemelerden bir diğerini anımsatalım.
Lenin "Ne Yapmalı?"da şöyle yazmaktadır:
"Sosyal-demokrasi (Marksizm-bn.) kendi elini-kolunu bağlamaz, eylemlerini daha önceden tasarlanmış herhangi bir planla ya da siyasal mücadele yöntemiyle sınırlandırmaz, partinin elinde bulunan güçlere denk düştüğü sürece bütün mücadele araçlarını benimser." [4*]
İşte oportünistlerin tutarsız ve ilkesiz politikaları için kullanabilecekleri belirleme böyledir.
Ancak aynı yerde Lenin'in devam olarak yazdıkları ise şöyledir:
"Her koşul altında ve her an siyasal mücadeleye girişmekte ustalaşmış güçlü bir örgüt olmadan, sağlam ilkelerle aydınlanmış ve azimle yürütülen, taktik diye adlandırılmaya layık o sistemli eylem planından sözedilemez." [5*]
Yine Lenin'in "Ne Yapmalı?"daki şu belirlemesini okuyalım:
"Her sosyal-demokrat gazetenin, sendikal (iktisadi) mücadeleye özel bir sütun ayırmasının gereğini herkes kabul eder. Öte yandan sendikal hareketin büyümesi bizi bir sendika basını kurmayı düşünmeye zorlamaktadır. Ama bize öyle geliyor ki, pek seyrek bir-iki istisna dışında, şu anda Rusya'da sendika gazetelerinin yayınlanması sözkonusu olamaz; bu bir lüks oluyor, oysa biz, çok kez günlük ekmeğimizi bile bulamamaktayız. İllegal çalışmamızın koşullarına uyacak ve şu anda da gerekli olan sendikal basın biçimi, sendikal broşürlerdir." [6*]
Lenin'in bu belirlemesini okuduktan sonra ülkemiz solundaki yayınlara bakmak neyin ne olduğunu göstermesi açısından yeterli olacaktır.
Böylesine oportünist bir kesimin mevcudiyeti, koligarşik yönetimin seçimleri karşısında da kendisini dışa vurması şaşırtıcı değildir.
Seçimler karşısında takınılan tavırların üçüncüsü ise, boykottur.
Ülkemiz solunda tam olarak ne olduğu ortaya konulamamış olan bu tutum, kimi zaman "boykot taktiği" olarak adlandırılmaktadır. Bir kez seçimler karşısındaki tavır (adı isterse boykot olsun) "taktik" düzeyine indirgendiği andan itibaren, sürekli bir politik tutum olarak tanımlanamamaktadır.
Yine seçimlerin boykot edilmesi tavrı, kimi zaman "aktif boykot-pasif boykot" şeklinde ayrıma tabi tutulabilmektedir. Özellikle 12 Eylül sonrasında askeri cuntanın, ister seçimlere karşı, ister referandumlara karşı boykot uygulanmasını engellemek amacıyla çıkarttığı yasalar ve fiili baskı uygulamaları karşısında ortaya çıkan bir ayrımdır. 1994 yerel seçimleri sırasında DEP'in seçimlerden çekilmesinden sonra bir kez daha ortaya çıkmıştır.
İşte bu yönleriyle seçimleri boykot etme tutumu, ister taktik olarak belirlensin, her zaman ülkemiz solunda varlığını sürdürmüştür.
Oysa, söz konusu olan oligarşik yönetimin seçimleridir ve devrimci tutum bu seçimlere ilişkindir. Dolayısıyla, oligarşik yönetimin yıkılmasına ve yerine devrimci bir halk iktidarının kurulmasına ilişkin stratejik belirlemeler olmaksızın, seçimlere ilişkin bir tutum takınmak olanaksızdır.
Sözcüğün tam anlamıyla, söz konusu olan, oligarşik yönetimin seçim politikalarına karşı devrimci tutumun ne olduğudur. Bu bağlamda, sorun, seçimlere katılarak "legal olanaklardan" yararlanmak ya da seçimlere katılmamak, yani seçimleri "boykot etmek" değildir. Bu nedenle, devrimcilerin sorunu, oligarşik yönetimin seçim politikalarını işlemez hale getirmektir. Bir başka deyişle, devrimcilerin görevi, oligarşinin seçimlerden beklediği sonuçları elde etmesini önlemek ve seçimleri kendi iktidarını sürdürmek için bir araç olarak kullanmasını engellemektir. Bu boyutu ile, sorun, oligarşinin kitlelerin yükselen tepkilerini pasifize etmek amacıyla seçimi gündeme getirmesi ve buna karşı takınılacak tutumdur.Ülkemizde yapılan son iki genel seçim ile önümüzdeki 24 Aralık genel seçimlerinin ortak özelliği, 1982 Anayasasında yer alan "Genel seçimler 5 yılda bir yapılır" hükmüne rağmen, 4 yıllık aralıklarla yapılmasıdır. Bu olgunun gösterdiği tek gerçek, oligarşik yönetimin seçimlerle elde ettiği sonuçların kendi istemlerine denk düşmeyecek kadar kısa sürede tüketiliyor olmasıdır. S. Demirel'in Mart ayından itibaren, "bir an önce seçim yapılmalıdır" açıklamalarının gerçekliği de burada yatmaktadır.
Bu gerçekler, devrimciler için sorunun, seçimlere katılıp-katılmamak değil, oligarşinin seçim politikalarını nasıl işlemez hale getirileceği şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu ise, devrimci propagandanın düzenin bütünsel eleştirisine yönelik olması gereğinin bir yansısıdır. Bu boyutu ile devrimci tutum, kitlelerin seçimlerde belli bir beklenti içine sokularak pasifize edilmelerinin engellenmesidir. Bu açıdan da, devrimci propaganda, oligarşinin seçim politikalarının teşhirine yönelik olmalıdır ve seçim dönemlerinde daha da yoğunlaştırılmalıdır.
Ancak devrimciler, kendilerini sadece propaganda ile sınırlandıramazlar. Kitlelerin bilinçlendirilmesi tek başına yeterli değildir, aynı zamanda onların devrimci öncünün etrafında örgütlenmeleri ve eyleme sokulmaları da gereklidir. Bu boyutu ile, politik kitle örgütlenmesinin seviyesine ve devrimci mücadelenin gelişim düzeyine bağlı olarak, seçimlerin fiilen yapılamaz hale getirilmesi gündeme gelecektir. Bu da kimi durumlarda, kitlelerin seçimlerde oy kullanmamaları şeklindeki tutumlarından, seçim faaliyetlerinin durdurulmasına ve seçimlerin yapılamamasına kadar bir dizi eylem ve tutum bütünlüğü taşımak durumundadır. Bu konuda 1980 sonrasında El Salvador'da FMLN'nin seçimler karşısındaki tutumu oldukca öğreticidir. (Oldukça öğreticidir, çünkü FMLN içindeki revizyonist KP'nin tutumları, uygulamada önemli sorunlar yaratmış ve eylemlerin etkinliğini sınırlandırmıştır.)
Devrimciler, her durumda, oligarşik yönetimi teşhir ederken, yapılacak seçimlerin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini, bu anlamda oy kullanıp-kullanmamanın hiçbir değer taşımadığını kitlelere anlatmak olmalıdır. Bu düzeyde bilinçlenmiş kitlelerin, bir bütün olarak oligarşinin seçim politikalarına karşı eyleme girmeleri ise, "boykot" sözcüğü ile tanımlanamayacak kadar geniş kapsamlıdır.
Bugün için devrimci güçlerin, oligarşinin seçimlerini bir bütün olarak engellemeleri olanaklı değildir. Ancak bunun nedeni, devrimci güçlerin, kitle örgütlenmesi ile silahlı gücü diyalektik bir bütünlük içinde geliştirememiş olmalarıdır. Bu iki örgütlenmenin gelişmesine paralel olarak, oligarşinin seçimlerinin engellenmesi yönündeki faaliyetler öne geçecektir. Bu konuda dünya devrimci pratiği pekçok deneyime sahiptir.
Dipnotlar
(1*) R. Gott: Guerilla Movements in Latin-America, s: 256
(2*) Bu konuya ilişkin değerlendirme Kurtuluş Cephesi'nin 25. sayısında yer almaktadır.
(3*) Lenin: Nereden Başlamalı?
(4*) Lenin: Ne Yapmalı?, s: 62, I. Baskı, Sol yay.
(5*) Lenin: Ne Yapmalı?, s: 62
(6*) Lenin: Ne Yapmalı?, s: 184