Mayıs ayı sonunda TÜSİAD'ın başlattığı ve "Doğan Medya Grubu"nun propaganda ve dezenformasyon faaliyetini yürüttüğü "Avrupa Birliği" kampanyası sağda ve "sol"da "yeni hareketlenmeler" ve "yeni oluşumlar" yarattı.
Sağda ortaya çıkan "hareketlenme", küçük ve orta burjuvazi ile oligarşi arasındaki çelişkinin boyutlarına ve gelişimine bağlı olarak değişken bir seyir izlemiştir. Özellikle AB ülkeleriyle "ithalat ve ihracat" ilişkisi içinde olan ya da olmayı uman küçük ve orta sermaye kesimleri ile AB tekellerinin yerli işbirlikçileri (işbirlikçi adayları) "AB yandaşları" olarak öne çıkmıştır. Bunun en açık görünümü, TOBB, İKV ve TÜSİAD'ın faaliyetlerinde ortaya çıkmıştır. Tek farkla ki, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin "ağır topları", Koçlar, Sabancılar bu süreçte fazlaca ortalıkta görünmemeye çalışmışlardır. Böylece "öncülük" TOBB, İKV ve TÜSİAD içinde yer alan küçük ve orta sermaye kesimlerinin elinde kalmıştır. TOBB başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, İKV başkanı Meral Gezgin Eriş ve TÜSİAD başkanı Tuncay Özilhan, kurumsal ve kişisel olarak ön planda yer almışlardır. "Meral Hanımın Avrupa ordusu"na bakıldığında AB "yandaşları"nın sınıfsal yapısı daha belirgin görülmektedir.
6 Haziran 2002 günü İKV (İktisadi Kalkınma Vakfı) çatısında kotarılan gazete ilanına imza atan 175 "sivil toplum örgütü" içinde şunlar yer almıştır:
İKV (Meral Gezgin Eriş, Başkan; Davut Ökütçü, Başkan Yardımcısı; Yılmaz Kanbak, Başkan Yardımcısı; Rıfat Hisarcıklıoğlu, Muhasip Üye); Ege Bölgesi Sanayi Odası, İstanbul Hazır Giyim ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası başkanı Osman Birsen, İstanbul Ticaret Borsası, İzmir Ticaret Borsası, İzmir Ticaret Odası, Türkiye Bankalar Birliği, Türkiye İhracatçılar Meclisi, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (Refik Baydur), Türkiye Sigorta ve Reasürans Şirketleri Birliği, Türkiye Ziraat Odaları Birliği, Çimento Müstahsilleri İşverenleri Sendikası.
Aynı bildiriye "imza atan" diğer "sivil toplum örgütleri" temsilcileri ve "Türkiye-AB ilişkilerine katkıda bulunmuş bazı kişiler, üniversite ve medya mensupları"nın belli başlıları ise şunlardır:
Akşam Gazetesi: Ali Genç, Arı Hareketi, ATV: Fatih Edipoğlu, CNN Türk: Nuri Çolakoğlu, Cumhuriyet Gazetesi: İbrahim Yıldız, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği: Prof. Dr. Türkan Saylan, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu: Rona Yırcalı, Cem Duna, Dünya Gazetesi: Osman Arolat, Habertürk: Serdar Athinan, HAK-İŞ: Salim Uslu, Helsinki Yurttaşlar Derneği: Murat Belge, Hürriyet Gazetesi: Ertuğrul Özkök, IBS Research: Emine Uşaklıgil, İstanbul Bilgi Üniversitesi: Prof. Dr. İlter Turan, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı: Şakir Eczacıbaşı, KADER: Ayşe Bilge Dicleli, Kalite Derneği (KALDER): Hasan Subaşı, Kanal 7: Mustafa Çelik, Kanal D: Murat Saygı, Radikal Gazetesi: İsmet Berkan, Sabah Gazetesi: Tayfun Devecioğlu, Show TV: Engin Aras, Siyasi ve Sosyal Araştırmalar Vakfı: Memduh Yaşa, Star TV: Faruk Bayhan. TEMA: Nihat Gökyiğit, Türk Tanıtma Vakfı: Güneri Civaoğlu, Türkiye-AB Derneği: Prof. Dr. Haluk Günuğur, DİSK: Süleyman Çelebi, Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı: Nuri Çolakoğlu. Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı: Dr. Can Paker, Türkiye Seyahat Acentaları Birliği (TURSAB): Başaran Ulusoy.
"Meral Hanımın Avrupa ordusu"nda yer alan "Türkiye-AB ilişkilerine katkıda bulunmuş bazı kişiler, üniversite ve medya mensupları" bir yana bırakıldığında, hemen tümü küçük ve orta sermaye kesimlerinden oluşmaktadır. Bu kesimler, 1990'lara kadar ağırlıklı olarak işbirlikçi tekelci burjuvazinin "yan sanayi" olarak faaliyet yürütmüşlerdir. Gelişen teknolojiyle birlikte önemli ölçüde tasfiye olan bu kesimin "ihracata yönelik" üretim yapan kesimleri ayakta kalabilmiştir. Ancak gelişen dünya ekonomik buhranı ve ülkedeki kriz koşulları bu kesimleri hızla iflasa sürüklemiştir. Özellikle yüksek faizle aldıkları krediler bu kesimlerin yıkımında belirleyici yere sahip olmuştur.
Bugün bu küçük ve orta sermaye kesimlerinin AB "yandaşı" olanlarının bütün umudu AB pazarına ihracat yapabilmek ve AB şirketlerinin yerli işbirlikçileri olarak yeni koşullarda gelişmek ve büyümektir. Dolayısıyla bu kesimler, AB'ye girilmesiyle birlikte ihracat "patlaması" olacağı ve büyük bir AB sermayesinin doğrudan yatırım için geleceği beklentisi ve umudu içindedirler. Yaşanılan ekonomik kriz, bunlar için bir "varlık" sorunu ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle, AB üyeliğiyle sağlanacak "avantajlar"a ilişkin söylenen her söze inanma eğilimindedirler. Bu yüzden de, çok kolaylıkla manipüle edilebilmektedirler.
Bunların arasında "Türki cumhuriyetler"e ihracat yaparak daha da zenginleşeceği umuduna kapılarak MHP saflarında yer alanlar da, "islam ülkeleri pazarlarına" ihracat yapabileceklerini ve "islam sermayesinin" işbirlikçisi olabileceğini düşünüp Refah Partisi çizgisinde yer alanlar da bulunmaktadır.
Ülkemizde oligarşinin temelini oluşturan işbirlikçi-tekelci sanayi burjuvazisinin 1980'lerde oluşturduğu "konsensus" içinde yer alan ve bunun bir sonucu olarak T. Özal'ın "dört eğilimi" birleştiren ANAP'a angaje olan küçük ve orta sermaye kesimleri, 1990 sonrasında "konsensus"un bozulmasına paralel olarak politik arenada oradan oraya savrulmuşlar, küçük gruplar halinde TBMM içinde güç olmaya çalışmışlardır. "Merkez sağda parçalanma" olarak sunulan bu durum, 1995 seçimlerinde Refah Partisi'nin, 1999 seçimlerinde MHP'nin "oy patlaması" yapmasında da belirleyici olmuştur. 1995 seçimleri öncesinde "islam sermayesi ve islam ülkeleri ortak pazarı" hayalleriyle Refah Partisi'ne yönelen, 1999 seçimlerinde "Türki cumhuriyetler pazarı" hayalleriyle MHP'ye dönen bu sermaye kesimleri bugün "AB yandaşlığı"na soyunmuşlardır. Her durumda oligarşi tarafından yönlendirildiklerinden, temel çelişkilerinin oligarşi ile olduğunu görememektedirler. Bugün oligarşinin ideologları ve "medya"sı tarafından AB'ye doğru yönlendirilirken, neden oligarşinin önde gelenlerinin ortalıkta görünmediğini düşünemeyecek kadar körleşmişlerdir. Bu yüzden İSO (İstanbul Sanayi Odası) başkanlığına aday olup, sadece Teneke Kutu ve Eşya Sanayi Meslek Bölümü Başkanı babasıyla yetinen, eski İSO başkanı Nurullah Gezgin'in kızı, Hilal ve Kapsan Ambalaj şirketinin işbirlikçi-tekelci sanayi burjuvazisinden aldığı teneke kutu siparişleriyle geçinen ve kocası da ithalat-ihracat işleri ile uğraşan Meral Gezgin Eriş'in arkasında kolayca saf tutabilmişlerdir.
İSO, "İstanbul Dükalığı"nın en önemli kurumlarından birisidir. Kendilerinin de çok iyi bildiği gibi, bu "dükalık", işbirlikçi-tekelci sanayi burjuvazisinin İstanbul kanadı tarafından yönetilir. Bugüne kadar onların onaylamadığı hiç kimse İSO başkanlığına seçilebilmiş değildir.
Ancak küçük ve orta burjuvazinin sınıfsal niteliği, popüler dilden ifade edersek, "can çıkmayınca umut çıkmaz" özelliklere sahiptir. Her zaman "büyük" burjuva olmayı arzulayan bu kesimler, ellerindeki sermayenin boyutuna ve kapitalizmin yasalarına aldırmaksızın bu arzularıyla kendisini "dev" aynasında görür. Ülkemizde işbirlikçi-tekelci sanayi burjuvazisinin elinde bulunan temel sanayi kollarının yan ürünlerinin üreticisi olduğu halde, "kendileri olmaksızın ana sanayinin üretim yapamayacağı"nı düşünürler. Bu yüzden, özellikle metal iş kolunda işbirlikçi-tekelci sanayi burjuvazisinden daha güçlü oldukları düşüncesiyle, ülkenin ekonomik ve siyasal ilişkilerini yönlendirmeye çalışırlar. İşbirlikçi-tekelci sanayi burjuvazisinin "uzlaşmacı" politikalarına bakarak, kendileri olmaksızın varolamayacaklarına inandıkları için, her politik gelişmenin kendilerinden sorulduğunu sanırlar.
Aynı kesimin tekstil alanında faaliyet gösterenleri ise, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin dışa bağımlılığı nedeniyle ortaya çıkan döviz gereksinmesini kendilerinin ihracatıyla sağladıklarını düşündüklerinden, her durumda pazarlık güçlerinin "yüksek" olduğu sanısıyla hareket ederler.
Oligarşinin değişik işveren örgütlenmelerinde bu kesimlerin temsilcilerine "ayrıcalıklı" yer vermesi, onların gücünün bir kanıtı gibi algılanır. Hiç bir zaman "kullanıldıklarını" düşünmezler, çünkü onlar kendilerini kullandırtmayacak kadar "akıllı"dırlar.
Ülkemizde kent ve kır küçük-burjuvazisinin nüfus olarak çoğunluğu oluşturması, bu kesimlerin "politikaya" olan ilgilerinin maddi temelini oluşturur. Oligarşi ile çelişkilerinin keskinleştiği aşamalarda bu çoğunluğu kullanarak devlet gücünü denetleyebileceklerini göstermek için ileri hamleler yaparlar. Genellikle siyasal partiler düzeyinde ortaya çıkan "transfer" ve yeni partileşmelerde bu kesimin politik faaliyetleri belirleyici bir yere sahiptir. Düzen partilerinin "Anadolu örgütleri"nin kurucusu ve parasal destekçisi olarak siyaset içinde yer aldıklarından, isterlerse her şeyi değiştirebileceklerini düşünürler.
1990 sonlarına kadar "maganda" işadamı olarak İstanbul "gece hayatı" içinde yer alan küçük ve orta sermaye kesimleri, 1994 ve 1999 ekonomik krizlerinin etkisiyle iflas noktasına geldiklerinden, tümüyle varoluş sorunuyla yüzyüzedirler. İşte bu aşamada borsa, hazine bonoları ve repo bu kesimlerin son para-sermayelerinin "değerlendirildiği" alanlar olarak ortaya çıkmıştır. Artık "piyasalar" onlar için olmaz-sa-olmaz koşul haline gelmiştir.
Özellikle 1994 sonrasında, "ihracat"a yöneltilmiş olanlar, ihracatta meydana gelen büyük düşüş karşısında borsa, repo ve hazine bonosu gelirleriyle ayakta durabilmişlerken, 1999 Aralık ayında IMF ile imzalanan stand-by anlaşmasıyla bu gelirleri de kaybetmek durumuna gelmişlerdir. İşte bu aşamada Avrupa Birliği "kapısı" bunlar için yeniden umut haline gelmiş ve tüm geleceklerini buna bağlamışlardır. Bu kesimlerin Kemal Derviş'e bağladıkları "umut" da aynı nedenden kaynaklanmaktadır.
Bugün bu kesimlerin sözcülüğünü Rıfat Hisarcıklıoğlu ve Meral Gezgin Eriş yapmaktadır. Dünden farklı olarak kendilerini temel alan bir ekonomi-politika üreticisi küçük-burjuva ekonomistine sahip değillerdir. Bu da, Kemal Derviş'in arkasında saf tutmalarının bir başka nedenidir.[*] Bugün "sağ" kesim tam bir belirsizlik içindedir. 1995 seçimleri öncesinde olduğu gibi değişik partilere dağılmış olmaktan öte, ne yapacağını bilememenin dağılmışlığı içinde bulunmaktadırlar. Dünya ekonomi-sinde meydana gelen gelişmeleri ve değişmeleri kavrayamadıkları için, geçmişin politikalarına ve düşüncelerine dönme iradesine de sahip değillerdir. T. Özal döneminde "ihracata yönelik sanayileşme" propagandasının sonuçlarını yaşadıkları gibi, "islam ülkeleri pazarı" ya da "Türki Cumhuriyetler" pazarı "vizyonları"nın da işe yaramadığını görmüşlerdir. Bir dönem için ABD pazarından bir şeyler çıkartabilirmiyiz arayışlarına girmişlerse de, bu pazarda iş yapabilmenin olanaksız olduğunu kısa sürede görmüşlerdir. Sonuçta, ellerinde sadece "AB vizyonu" kalmıştır. IMF programının mutlak mülksüzleştirme hedefinden kurtulabilmek için "AB" onların tek çıkış yolu olarak görünmektedir. Doğal olarak, tüm ekonomik öngörüleri ve siyasal ilişkileri "AB yandaşlığı" temelinde şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Bu nedenle, bu kesimlere dayanan siyasal partilerin tümü "AB yandaşı" konumunda mevzilenmiştir.
Siyasal planda "merkez sağ"ın dağınıklığı olarak tanımlanan ve hangi partinin "merkez sağda toplanmayı" sağlayacağı üzerine yapılan girişimler ve spekülasyonların temelinde küçük ve orta burjuvazinin içinde bulunduğu ekonomik kriz yatmaktadır. Bu durum, mevcut ve yeni partilerin yapısını belirlemektedir.
ANAP, küçük ve orta sermaye kesimlerinin hala "ihracata yönelik sanayileşme" modeliyle eski gücüne yeniden kavuşacağını düşünen, bu nedenle sürekli "rahmetli Özal" söylemiyle hareket eden küçük bir kesimin desteğine sahiptir. Bu yönüyle ANAP, 1980'lerdeki "refah" döneminin özlemi içinde olanların, ama bu dönemin özgünlüğünü göremeyenlerin desteğine sahiptir. ANAP'ın bazı "vitrin" değişikliği ile eski "vizyonu" ve "misyonu"yla eski gücünü kazanacağını düşünmektedirler.
MHP, T. Özal'ın "ihracata yönelik sanayileşme" döneminin ürünü olan yeni "işadamları"nın "Türki Cumhuriyetler"i "arka bahçe" olarak ("hinterland") kullanarak "birinci lige" çıkacaklarını düşünenlerin desteğine sahiptir. Özellikle "Türki Cumhuriyetler"de müteahhitlik faaliyetleri yürüten Yüksel İnşaat bu kesimin başını çekmektedir. MHP'nin hükümet ortağı olmasının getirdiği "devlet olanaklarını" kullanarak IMF politikalarından daha az etkilenmenin yollarını bulmuşlardır. Marmara depremi bu kesime kısa vadeli bazı olanaklar sağlamış olsa da, tüm varoluşları Bakü-Ceyhan boru hattı ve "Türki Cumhuriyetler"e yapılacak ihracat patlamasına bağlıdır. Telekom "direnişi"yle Aycell gibi kimi yeni iş alanları bulmuşlarsa da, "pastanın" küçüklüğü ve pay almak isteyenlerin büyüklüğü karşısında fazlaca bir işe yaramamıştır. Bu da, bazılarının MHP'den uzaklaşmasına neden olmuştur.
RP ya da FP ve bugün SP, küçük ve orta sermayenin "muhafazakar-dinci" kesimlerinin partisi olarak varlığını sürdürmektedir. Erbakan'ın "milli görüş"ü çerçevesinde ve yeni "islam ülkeleri ortak pazarı" "vizyonu" ile 1995 seçimlerinde elde ettikleri "birliği" 28 Şubat "post-modern darbe"siyle kaybetmişlerdir. Erbakan'ın başbakanlığı aracılığıyla gerçekleşebileceğini umdukları "islam ortak pazarı"na göre yaptıkları yatırımlar, 1997 Asya kriziyle birlikte başlayan dünya ekonomik bunalımı sürecinde işe yaramaz hale gelmiştir. Ancak hâlâ umudunu kaybetmeyenler SP'yi desteklemeyi sürdürmektedirler.
Bu üç partinin "vizyon"larının "denenmişliği"yle ortaya çıkan durum, yeni arayışları gündeme getirmiştir. Bunun en fazla ilgi uyandıranı Tayyip Erdoğan'ın AKP'si olmuştur.
AKP, Tayyip Erdoğan'ın İstanbul belediye başkanlığı döneminde çizdiği görüntüye dayanmaktadır. Bugün için, 1980 sonrasında ANAP, MHP ve RP arasında gidip gelen, ancak "umduklarını" bulamayan küçük ve orta sermaye kesimlerinin desteğini almış görünmektedir. "Sakalsız" şeriatçı, "faşist" olmayan milliyetçi, "namuslu" globalci görüntüsü çizen AKP, bu görünümüyle ANAP, MHP ve RP (SP)'den "umutlarını" kesenlerin partisi haline gelmiştir. Diğerlerinden farklı olarak hiç bir ekonomi-politikaya sahip değildir. Bu yönüyle "pragmatizmin" merkezi olmaya adaydır.
"Merkez sağ"da bu tablonun dışında kalan tek parti DYP olmaktadır.
DYP, Demirel'in cumhurbaşkanlığından ayrılmasından sonra ve Demirel'in girişimleriyle yeniden "yapılanma" içine girmiştir. Bu bağlamda, Tansu Çiller "yumuşatılmış", "bencillikten" uzaklaştırılmış, deyim uygun düşerse, 1991'lerdeki konumuna çekilmiştir. Böylece Tansu Çiller'in Demirel sonrası uygulamalarıyla partiye "küsenler" yeniden partiye katılmaya ikna edilmiştir. Ancak işin içinde Demirel olduğundan, işler eskisinden farklı yürütülmektedir. Demirel, Tansu Çiller'in DYP'nin başına getirildiği 1993 sonrasından dersler çıkarmış görünmektedir. Dolayısıyla bir yandan DYP'nin "baş danışmanı" (ombisman) olarak görev yaparken, diğer yandan "tabela partisi" durumundaki DTP'nin başına M. Ali Bayar'ı getirterek Tansu Çiller'e "alternatif" ortaya çıkartmıştır. Böylece DYP içinde Tansu Çiller'in eski tür bireysel çıkışlarının önü kesilmek istenmektedir.
Ancak DYP'nin bugün için "insanları heyecanlandıran" bir "vizyonu" bulunmamaktadır. Sadece geleneksel sağ politikanın (DP çizgisinin) geleneksel ve alışılagelen partisi görüntüsüne sahiptir. Bu yönüyle "medya" nın yaratmış olduğu "yeni oluşumlar"la şekillenen siyasal kargaşa görüntüsü karşısında "makul çoğunluğun" "istikrar ve süreklilik" beklentisine denk düşmektedir. Seçimlerde %1 oy alması bile olanaksız olan M. Ali Bayar'a verilen "medyatik" destek yedek güç olarak bekletilmektedir. Seçim sath-ı maili belirginleştiğinde M. Ali Bayar'ın büyük gösteriyle DYP'ye katılması şaşırtıcı olmayacaktır. Böylece DYP'nin "vizyon" eksikliği kapatılmış olacaktır.
Tüm bunların dışında "sağ"da politik ilişkileri sürdüren küçük ve orta sermaye kesimleri de mevcuttur. Bunlar bölgesel düzeyde faaliyet yürüten sermaye kesimleri olduklarından, "ulusal" ölçekteki politikalarda bir yere sahip değillerdir. Ahmet Özal, Mehmet Ağar gibi "bağımsız" milletvekili seçtirtebilme gücüne sahiptirler. Anayasa Mahkemesi'nin "il barajı"nı iptal etmesiyle birlikte ortaya çıkan bu güç ve olanak, bu kesimlerin meclis içinde yer alarak politik ilişkilerde söz sahibi olmalarını sağlamaktadır. Anayasa Mahkemesi kararı öncesinde doğrudan siyasal partilerle seçim öncesi giriştikleri pazarlıklar ortadan kalkmıştır. Ancak "seçim yasası"ndan yapılacak olası bir değişiklikle "bağımsız milletvekili" seçilmeyi zorlaştıracak hükümler konulması, bu kesimlerin olanağını da elinden alacaktır.
Görüldüğü gibi, kendilerini "merkez sağ" olarak tanımlayan ya da "merkez sağ"a "oynayan" düzen partilerinin politikalarında etkin olan küçük ve orta sermaye kesimleridir ve farklılaşmayı da bunların farklı sektörlerdeki faaliyetleri ve işbirlikçi-tekelci burjuvaziyle olan ilişkileri belirlemektedir.
Ancak "sağ"da meydana gelen ayrışmalarda zaman içinde etkinliğini artıran ve "sağ-sol" ayrımının ortadan kalktığı propagandasını yapan bir başka kesim daha bulunmaktadır.
Bunlar, T. Özal döneminde ortaya çıkmış ve giderek kendilerini güçlendirmiş olan yeni küçük ve orta sermaye kesimleridir. Özal döneminin "işbitirici" kesimleri olarak belli bir sermayeye sahip olmuş bu kesimler, "liberal ekonomi"nin aynı zamanda ideolojik savunucuları olarak ortaya çıkmışlardır. "Çağ atlama" söyleminin ateşli taraftarları ve propagandacıları olan bu kesimler, emperyalist tüketim metaların ülke iç pazarına yoğun bir biçimde sokulmasının ve kitlelerin artan oranda tüketime yöneltilmelerinin ürünüdürler. Önemli bir kesimi turizm ve tekstil alanında faaliyet gösterirken, bir diğer kesimi emperyalist metaların ithalatçısı durumundadırlar. Ancak ortak özellikleri, doğrudan tüketime yönelik alanlarda faaliyet göstermeleridir. Bu yanlarıyla kendi içlerinde hazır giyim alanında (konfeksiyon) faaliyet gösteren kesimleri de kapsamaktadır. Bir dönem hızlı birer Özalcı olan bu kesim, Özal'ın siyasal etkinliğini yitirmesi ve ardından da ölmesiyle kendilerine yeni kimlik bulmaya yönelmişlerdir. Bir dönem YDH bünyesinde ve Cem Boyner'in çevresinde toplanma eğilimi içine girmişlerse de, bu hareketin seçimlerde hiçbir varlık gösterememesi üzerine, partili siyasal ilişkiler alanının dışına çıkmışlardır.
Kimilerinin "beyaz türkler" olarak tanımladığı bu kesimler, 1980 dünya ekonomik buhranı koşullarında ABD'de moda olan "yuppi" işadamı tipinin ülke içindeki uzantıları durumundadırlar. Bunlar, kendilerini "realist" ve "pragmatist" olarak tanımlayan, önlerine çıkan her "fırsatı" değerlendiren, hiç bir ahlaki, hukuki, ekonomik ve siyasal kural ve ilke ile kendisini bağlı hissetmeyen (bu nedenle "tabular"ın "yıkıcısı" olarak görünmekten hoşlanan) bir "post-modern burjuva" tipi çizmektedirler. Düşüncede "sol"cu, uygulamada "sağcı" olmakla övünen bu yeni küçük ve orta sermaye kesimleri, küçük-burjuva aydınlarının transformasyonu ile ortaya çıkmışlardır. Bu nedenle, belirgin bir siyasal çizgiye sahip olmadıkları için, "sağ"dan "sol"a her siyasal parti ve oluşumla yakın ilişki içindedirler. Ertuğrul Özkök gibi "gazeteci-işadamı" olabildikleri gibi, Murat Karayalçın gibi "sol-liberal" de olabilmektedirler.
Feodal üretim ilişkilerinin yukardan aşağıya tasfiye edilmesinin bir ürünü olan burjuvalaştırılmış toprak ağaları ve tefeci-bezirganların "torunları" olan bu kesimlerin ortak özelliği Avrupa ve Amerika'da eğitim görmüş olmalarıdır. Bu yüzden gençliklerinde "sol"a bulaşmışlardır ve kendilerini "68'li" olarak göstermekten hoşlanırlar.
İyi eğitim görmüş "akıllı" insanlar olduklarını düşündüklerinden, yaptıkları işlerde ve ilişkilerde "açık" vermezler. Kimi zaman "entel" görünüm altında ve küçük bir hisse karşılığı ithalat ve ihracat işlerinde aracılık yaparlar. Aya İrini'de klasik müzik konserlerinin müdavimi oldukları gibi, Münir Nurettin Selçuk hayranıdırlar. "Mavi yolculuğu", "tarih gezileri"ni keşfedenler ve bunları birer iş haline dönüştürenler onlardır. Nuri Çolakoğlu gibi ailenin "küçük ve yoksul" çocuğu olabilecekleri gibi, Kavala ve Cem Boyner gibi "veliaht" da olabilirler. Serdar Turgut gibi, ABD'de gazetecilik yaparken, aynı zamanda "ticaret ataşesi" gibi çalışırlar. Tüm hizmetlerinin karşılığında yüksek "maaş" ve küçük bir "yüzde" ile yetinirler. En gözde mekanları Paris'tir. Bu nedenle Paris büyükelçisi Sönmez Köksal'nin MİT müsteşarı olmasını hararetle desteklemişlerdir.
Bu yeni "burjuva"lar için en ideal siyasal parti, "siyaset yapmayan" partidir. "Sağ"ın, "radikal sağ"ın ve "sol"un, "radikal sol"un "merkez"de buluşmasını isterler. Böylece düzen partileri arasındaki farklılıkların ortadan kaldırılmasıyla, siyasal iktidarın "teknokrat ve elit" bir grup tarafından daha iyi yönetileceğini savunurlar. Her ne kadar içlerinde "Bağdat caddesi magandaları" ve Laila sosyetesi mensupları bulunuyorsa da, bunu "hayatın çok renkliliği" olarak sunarlar. "Medya plaza"lardan ülkeyi yönetmekle uğraştıkları için, gün boyu iş ile politika arasında gidip gelirler. Kendi dışlarında kalan küçük ve orta sermaye kesimleri, bunların "yurtdışı" ilişkilerine bakarak, bunlar aracılığıyla "lobi"cilik yaparak kendilerine yeni pazarlar bulacaklarını düşündüklerinden, zaman zaman bunların kuyruğuna takılabilmektedirler. Bu da, düzen partilerinin "sağ" kesiminde sürekli bir hareketliliğin bir başka nedeni olmaktadır.
Seçim sath-ı mailine girilirken "sağ"da ortaya çıkan bu tablo, oligarşinin, özellikle de işbirlikçi-tekelci burjuvazinin siyasal etkinliğini yitirdiği anlamına gelmemektedir. Oligarşi, geçmiş dönemlerde olduğu gibi, sömürücü sınıflar arasında meydana gelen bölünmeler ve ayrışmalar karşısında "tarafsız" ve "sessiz" bir konumda kalmayı yeğlemektedir. Zaman zaman TÜSAD aracılığıyla "yörünge düzeltmesi" yaparak, gelişmelerin kendi lehine sonuçlanmasını garanti altına alırken, "sağ"daki parçalanma ve ayrışmanın sonal olarak kendi lehine olduğunu çok iyi bilmektedir. Meydana gelebilecek "hesap dışı" gelişmeler ve oluşumlar karşısında, "sol"u ve genelkurmayı cepheye sürerek "balans ayarı" yapabildiğinden, "tarafsız" ve "sessiz" konumunu sürdürme eğilimindedir.
Özellikle IMF'yle yapılan stand-by anlaşmasıyla başlatılan mülksüzleşme sürecinde, küçük ve orta sermaye kesimlerinin büyük ölçüde tasfiyesi sözkonusu olduğundan, oligarşinin "tarafsızlık" ve "sessizlik" politikasını terk etmesi sözkonusu değildir. Sömürücü sınıflar arasında birliği sağlayacak bir "consensus" arayışı içine girmemesinin nedeni de budur. Bir başka deyişle, oligarşinin bugünkü politikası, ekonomik istikrar tedbirleri aracılığıyla ekonomik tasfiyeyi tamamlamak ve buna bağlı olarak siyasal parçalanmayı ortadan kaldırmaktır. Bu nedenle de, IMF ile yapılan stand-by anlaşmasının "gereklerinin yerine getirilmesi"nden başka bir konuyla uğraşmamaktadır. Onların Kemal Derviş "sevgisi"nin ardında yatan gerçek de budur.
Böylece Sakıp Sabancı'nın ortalıkta görünmediği bir seçim sath-ı mailine girilmiştir.
[*] Geçmiş dönemde küçük ve orta sermaye kesimleri "entelektüel" yönden böylesine zayıf değillerdi. 1980 öncesinde doğrudan kendileri politika içinde yer aldıklarından, değişik politikacılar aracılığıyla "düşünce" sahibi olabiliyorlardı. Halit Narin, Nurullah Gezgin, Murat Sancak, Gün Sazak gibi politik-işadamları ve bunların parti ilişkileri işleri doğrudan yürütmelerine olanak sağlıyordu. 1980 dünya ekonomik buhranıyla birlikte ortaya çıkan "yeni" durum, özellikle de "monetarist" politikalar, bu geleneksel işadamı-politikacı ilişkilerinin "ufkunu" aşmıştır. Ne olduklarını bilmedikleri ve anlayamadıkları bu yeni "monetarist" politikalar karşısında "uzman ekonomist" ihtiyacı ortaya çıkmıştır. T. Özal'ın büyük "vizyonu"yla büyülenmelerinin temel nedeni de budur. Aynı süreçte Tansu Çiller, bu kesimlerin yeni "uzman ekonomist politikacısı" olarak sahneye çıkmıştır. Ancak 1994 Nisan krizi Tansu Çiller'in "ekonomist"liğine olan güvenlerini sarsmıştır. "Sol"dan sağa büyük sıçrama yapan Asaf Savaş Akat gibi "televoleci" yeni kuşak "uzman ekonomistler"e ise güvenmemektedirler. Bugün belirgin bir ekonomik ideologa sahip değillerdir. Bir o yana, bir bu yana savrulup durmaktadırlar.