Her seçim sonrasında olduğu gibi referandum sonrasında da CHP içten içe kaynamaya, yer yer “rahatsızlıklar” dışa vurulmaya ve “kariyer” hesapları yapılmaya başladı.
Deniz Baykal’ın “çıkışı”, Muharrem İnce’nin 2019 Cumhurbaşkanlığına “aday” olacağına ilişkin açıklaması ve nihayetinde Fikri Sağlar’ın doğrudan Kılıçdaroğlu’nu hedef alan “beyanatları” CHP içindeki kaynayan kazanın fokurtuları olarak ortalığa dağıldı.
Ama “CHP sorunu”, parti içindeki kariyeristlerin ortaya attıkları ve kendilerine taraftar bulmaya çalıştıkları bir “iç sorun” olmanın çok ötesindedir.
Herşeyden önce CHP’nin 16 Nisan referandum sürecinde izlediği “politika”, daha tam ifadesiyle, “politikasızlık”, referandum akşamı Kılıçdaroğlu’nun “masaya yumruğunu vurmayışı”, buna rağmen geniş sol kitlenin CHP’nin çatısı altında kalmayı sürdürmesi “CHP sorunu”nu “solun sorunu” olarak gündeme getirmiştir.
“Sol”un, yani legalist solun, kendince, gelişememesinin en önemli engeli CHP’dir. On yıllar boyunca CHP’yi eleştiren, teşhir eden, yer yer suçlayan “sol” yaklaşım bir türlü istediği sonucu alamamıştır. Böyle olunca da, seçimlerde ya da referandumda ortaya çıkan “başarısızlık” sonrasında CHP’nin “edilgen”, “pasif”, “devletçi”, “ulusalcı” vs. politikaları yoğun bir eleştiriye maruz bırakılmaktadır.
Hiç kuşkusuz referandum sürecinde CHP, daha tam ifadeyle, Kılıçdaroğlu yönetimi, olabildiğince “parti propagandası” yapmayan, referandumda CHP’yi öne çıkartmayan bir politika izlemiştir. Bu politika kimi sol unsurlar tarafından “olumlu ve akıllı” bir politika olarak değerlendirilirken, kimi sol unsurlar açısından referandum sürecinde “öncülüğü” ele geçirmenin bir alameti olarak kabul edilmiştir. Böylece CHP’nin adının geçmediği, ama ana gövdesini oluşturduğu bir “hayır cephesi” ortaya çıkmıştır.
Sonuçta “hayır cephesi”, gayrı-kanuni referandumda %48,6 oy oranıyla “istenilen” sonucu alamamıştır. Ve bir kez daha “başarısızlığın” sorumlusu aranmaya başlanmıştır.
Referandum akşamı Kılıçdaroğlu’nun sonuçlara ilişkin açık bir tutum almaması, hatta “hayır cephesi”nin kitlelerini “sokağa” çağırmaması üzerine aranan sorumlu bulunmuştur: Kılıçdaroğlu.
Böylece de Kılıçdaroğlu “ipe” çekilirken, CHP içindeki “muhalefet”te kendileri için uygun bir zeminin ortaya çıktığını düşünmüştür.
Yukarda ifade ettiğimiz gibi, burada bizi ilgilendiren “sol”un, legalist solun “CHP sorunu”dur.
Yaklaşık 50 yıldır “sol”, legalist sol’un hedef kitlesi, CHP kitlesi olagelmiştir. Pek çok durumlarda da görüldüğü gibi, legalist solun “hedef tabanı” da, CHP’nin “tabanı” da bir ve aynı kesimlerdir. Dolayısıyla birisinin genişlemesi ve etkin olması diğerinin gerilemesi ve etkisizleşmesi anlamına gelmektedir. Böyle olunca da “sol”, her durumda CHP’nin politikalarının yanlışlığını esas alan bir eleştirel çizgi izlemiştir. Amaç, CHP’nin ve yönetiminin politikalarının tutarsızlığını göstermek ve bu yolla CHP’li kitlenin kendi saflarına katılmasını sağlamaktır. Ama 50 yıldır izlenen bu çizgiye rağmen CHP olduğu gibi kalmayı sürdürmüştür.
“Sol”un (ki burada bunun kapsamı içine illegal sol da girmektedir) eleştirisi ve kitlelere göstermeye çalıştığı “gerçek” CHP’nin sol bir parti olmadığıdır. Buna göre, CHP sol bir parti olmadığı gibi, solun (ister sosyalist sol, ister komünist sol, ister başka bir tanımlamalı sol olsun) gelişmesinin en önemli engelidir.
Söylemsel olarak CHP’nin “sosyal-demokrat” bir parti oluşu da “sol”un sosyal-demokrasiye ilişkin genel eleştirilerini yineleyip durmasının koşullarını yaratmıştır. Böylece “sosyal-demokrasi”nin gerçek niteliğini ve anti-komünist niteliğini açığa çıkarma “görevi” tüm “sol”un ortak görevi ve biteviye yineledikleri eleştirileri olmuştur.
Burada CHP’nin tarihine girecek değiliz. Siyasetle az çok ilgisi olan herkesin bildiği bu tarihi yinelemek “CHP sorunu” açısından fazlaca bir öneme sahip değildir.
Evet, CHP, 1960’ların sonundan itibaren (Ecevit dönemi) kendisini “sosyal-demokrat” ya da “demokratik sol” bir parti olarak tanımlaya gelmiştir. Böylece de II. Enternasyonal döneklerinin sosyal-demokrasisi ile CHP özdeşleştirilmeye başlanmıştır.
II. Enternasyonal partileri, her ne kadar kendilerini marksizm içi bir parti olarak tanımlamışlarsa da, III. Enternasyonal’in kurulmasıyla birlikte tüm dünya komünist partileri açısından Marksizm dışı bir siyasal akım olarak kabul edilmiştir.
Almanya’da Spartaküs ayaklanmasının bastırılmasında Alman sosyal-demokrat partisinin rolü ve İtalya’da faşizmin iktidara gelmesinde sosyal-demokratların edilgenliği III. Enternasyonal (Komintern) tarafından sert biçimde eleştirilmeye başlanmıştır. 1923’lerde İtalya somutundan yola çıkılarak sosyal-demokrasi “faşizmin bir kanadı” (Zinovyev) olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Lenin, “Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı” yapıtında ortaya koyduğu İngiliz “sosyal-demokrat” İşçi Partisi ile Fransız “Sosyalist Parti”ye ilişkin eleştirileri ve bu partilerin devrimin önünde en önemli engel olduklarına ilişkin saptamaları, giderek sosyal-demokrasinin “faşizmin bir kanadı”, “sosyal-faşizm” şeklinde tanımlamalara dönüşmüştür.
1929’da yapılan Komintern KEYK 10. Plenumu’nda sosyal-demokrasi açık biçimde “sosyal-faşizm” olarak ilan edilmiştir.
Sosyal-demokrasinin, gerek Zinovyev’in “faşizmin bir kanadı” olarak tanımlaması, gerek 1929 yılında Komintern tarafından “sosyal-faşizm” olarak belirlenmesinin ardından “yukardan birleşik cephe” yerine “aşağıdan birleşik cephe” çizgisi izlenmeye başlanmıştır.
“Aşağıdan birleşik cephe” çizgisi, komünist partilerinin sosyal-demokrat partilerin tabanlarında çalışmaları ve bu tabanı örgütlemeleri olarak belirginleşmiştir. Ve günümüze kadar solda egemen olan anlayış da bu olmuştur.
Her ne kadar Komintern’e bağlı komünist partilerinin böyle bir çizgi geliştirmesi ve günümüze kadar egemen çizgi olarak kalışı bir olguysa da, sonuçta bu çizginin etkin olduğu bir zaman ve yer söz konusu olmamıştır. Her durumda sosyal-demokrat partiler varlıklarını korumuş ve tabanını muhafaza etmiştir. Bugün Batı-Avrupa’nın emperyalist ülkelerindeki sosyal-demokrat partilerin (adları “sosyalist”, “işçi” vb. olsalar da) “tabanı”, sosyal-demokrasi ile komünizm arasındaki ayrımın bilincindedirler. Bu nedenle, çok küçük geçişler dışında önemsenebilecek bir dönüşüm ortaya çıkmamaktadır.
Ama Türkiye’de sosyal-demokrasi hiçbir zaman marksizme dayanmamıştır. CHP’nin sosyal-demokrat bir parti oluşu, “cumhuriyet’in kurucusu” partinin, yani CHP’nin “halkçı, devletçi, inkılapçı, cumhuriyetçi, laik”liğinin gelişen tarihsel süreçte “sol” bir söyleme yönelmesinin ürünüdür. Ancak aynı CHP milliyetçi bir partidir de.
İşte CHP’nin milliyetçiliği “sol”un CHP eleştirilerinde en başat role sahip olmuştur. Ama Kürt ulusal hareketinin gelişmesine paralel olarak ortaya çıkan milliyetçilik rüzgarları bu eleştirileri etkisiz hale getirmiştir.
CHP, ister klasik sosyal-demokrat parti olarak kabul edilsin, ister Türkiye’ye özgü bir olgu olarak kabul edilsin, her durumda “sol” açısından “sosyal-faşist parti” olarak görülmüştür. (Kimi dönemlerde “modern faşist parti” türünden tanımlamalar bile yapılabilmiştir.)
“Sol”un sorunu, CHP’nin hangi dönemde hangi politikayı izlediği ve buna göre “sosyal-faşist”likten “sosyal-demokrat”lığa kadar değişen niteliklerle anılması olarak belirginleşse de, “reel” politikada “CHP sorunu” her zaman belirli bir dönemdeki politikalara bağlı olarak belirlenmiştir.
Bugün, 16 Nisan referandumun sonrasında “CHP sorunu”, gayrı-kanuni referandum karşısında açık ve net bir tutum takınmaması olarak kabul edilmektedir.
16 Nisan akşamı ve ertesinde CHP yönetiminden “beklenen” gayrı-kanuni referandum sonuçlarının kesin biçimde reddedilmesi ve kitlelerin bu durumu protesto etmek için sokağa çıkmaları çağrısı yapmasıydı. Bu olmadığı için neredeyse referandumun sonucundan CHP sorumlu tutulmuştur.
“Sol” açısından “CHP sorunu” her ne kadar aynı tabana hitap etmekten türemiş olsa da, referandum sonrasındaki somut durum CHP’nin parlamentoyu boykot etmemesiyle ilintilendirilmiştir. Açık biçimde CHP’nin parlamentodan çekilmesi ve sokak eylemlerine öncülük etmesi istenmiştir.
Oysa ki, gayrı-meşru bir iktidar koşullarında parlamentonun boykot edilmesine ilişkin çok fazla tarihsel örnek de mevcut değildir. Bu konuda verilebilecek en önemli örnek Mussolini faşizmine karşı 1924 yılında tüm muhalefet partilerinin parlamentoyu boykot etmeleridir.
Olay, 10 Haziran 1924’de, Birleşik Sosyalist Parti’nin genel sekreteri Matteotti’nin faşist milisler tarafından öldürülmesiyle başlamıştır. Olayı sert biçimde protesto eden tüm muhalefet partileri (ki Gramsci’nin genel sekreteri olduğu İtalyan Komünist Partisi’de bunların arasındadır) parlamentodan çekilmişler ve Aventine’de alternatif bir parlamento oluşturmuşlardır. Ancak beş ay sürdürülebilen bu alternatif parlamento girişimi İtalyan Komünist Partisi’nin bir dizi gerekçe ile ayrılması ve mevcut parlamentoya geri dönmesiyle sona ermiştir.
Bu dönemde İtalyan parlamento seçimleri 6 Nisan 1924’de yapılmıştır. Mussolini’nin faşist partisi oyların %60’ını alarak 355 milletvekiliyle mecliste mutlak çoğunluğa sahip olmuştur. İtalyan Komünist Partisi’nin oy oranı ise %3,7’dir ve içlerinde Gramsci’nin de bulunduğu 19 milletvekiline sahiptir.
Bu parlamento boykotunun başarısızlıkla sonuçlanmasından bir yıl sonra Mussolini tüm muhalefet partilerini yasadışı ilan etmiş ve pek çok milletvekili (ki aralarında Gramsci de vardır) tutuklanmıştır.
1919’larda fabrika işgallerine sahne olmuş ve 1922’lerde faşist milislere karşı “Arditi del Popolo” adlı silahlı örgütlenmelerin ortaya çıktığı bir ülkede parlamentonun mutlak çoğunluğuna sahip bir partiye karşı “boykot” uygulamasının başarı şansı hiç olmamıştır.
Gerek İtalyan Komünist Partisi, gerekse Metteotti’nin Bileşik Sosyalist Partisi, faşist milis saldırılara karşı ortaya çıkan Arditi del Popolo hareketinden kendi üyelerini geri çekerek zaten “boykot”un başarısızlığının zeminini hazırlamışlardır.
Bu gerçek bir yana bırakılarak, Gramsci’nin, “Eğer yönetici sınıf onayı yitirmişse, yani artık ‘yöneten’ değil, yalnızca ‘egemen’ ise, yalnız açık zor kullanıyorsa, kesin olarak bu demektir ki, büyük kitleler geleneksel ideolojiden kopmuşlardır ve eskiden inandıklarına inanmamaktadırlar.” (abç) (Gramsci, Selection from Prison Notebooks, s. 275) türünden “devrimci durum” belirlemeleriyle teselli bulmak elbette ki mümkündür. Ama sonuçta Mussolini’nin faşizmine karşı mücadele başarısızlığa uğramış ve Mussolini hiçbir muhalefetle karşılaşmaksızın 20 yıl iktidarda kalmıştır.
Özcesi, parlamentoyu “boykot” etmek ne kadar parlak bir fikir olarak görünürse görünsün, mevcut düzenin yasallığının içinde varlığını sürdüren partilerin ve siyasal çizgilerin bunu başarıya ulaştırması olanaksızdır. “Parlamentoyu boykot”, her durumda mevcut düzenin yasallığı çerçevesinde boykot edilen parlamentonun “yasama meclisi” olarak faaliyet göstermesini engelleyemez. “Boykot” koşullarında çoğunluk partisi, mevcut yasalar nedeniyle, isteği yasaları meclisten geçirebilmektedir. “Boykot”cuların böyle bir yasama faaliyeti karşısında çaresiz ve etkisiz kalmaları da kaçınılmaz olmaktadır.
1924 İtalyan “parlamento boykot”undan çıkarılacak tek ders, kitleleri baskı ve teröre karşı koruyacak bir silahlı gücün varlığı olmaksızın gayrı-meşru iktidara karşı mücadele edilemeyeceğidir.
Referandum sonrasında CHP’den istenen ve beklenen “parlamentoyu boykot” ve “sokak direnişini” örgütlemesi uzun dönemli düşünülmüş bir programa bile sahip değildir. AKP ve MHP’nin meclisteki “yasama faaliyeti” nasıl engellenebileceği bile bilinmezken, “sokak direnişi”nin Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş çetelerine karşı nasıl korunacağı bile düşünülmemiştir.
Bu plansız, programsız ve düşüncesiz “istek”, bir noktadan sonra Ukrayna ve Gürcistan’da başarılı olan “Turuncu Devrimleri”nin taklit edilmesi isteminden başka bir şey değildir. Hatta Mısır’daki Tahrir Meydanı eylemlerine benzer bir durumun yaratılarak AKP iktidarının devrileceği beklentisidir.
Ama ne “Turuncu Devrimleri”nde olduğu gibi parlamentoyu kuşatan bir kitle, ne de Tahrir Meydanı’ndaki gibi her türlü saldırıya karşı meydanı terk etmeyen bir kitle mevcuttur. Bu açıdan bakıldığında CHP’den istenen ve beklenen tüm bu eksikliklerin giderilerek “bir şey” yapmasıdır. Yapılmayınca da her türlü eleştiri silahını CHP’ye yöneltmek de siyaset değildir.
Herkes bilmeli ve kabul etmelidir ki, CHP, küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesimlerinin milliyetçiliği ile halkçı, devletçi, laiklik yanlısı bir partidir. Küçük-burjuvazinin en sol ve en radikal kesimlerinin (genel olarak “Kemalistler” olarak tanımlanır) etkinliğinin azalışına bağlı olarak yalın bir Türk milliyetçiliğinin CHP’de egemen olması kaçınılmazdır.
CHP tabanına gelirsek.
CHP tabanı, kesinkes ilerici, demokrat, laik bir sistemden yanadır. Onların milliyetçiliği değil, ilerici, demokrat ve laik yanları öne çıkartılmalıdır. Bu yanlar, aynı zamanda devrimci mücadelenin temel özellikleriyle çakışır. Bu bağlamda da CHP tabanı (ki geçmişte değişik zamanlarda görüldüğü gibi) devrimci mücadelenin tabanı olmak durumundadır. CHP tabanının bu niteliğini küçümseyerek, CHP yönetiminin “aktif politika”sından medet ummak “sol”un müzmin hastalığıdır.