"Fransa her şeyden önce huzur istiyor. ... Yalnızca yeminime bağlı olarak, onun bana çizdiği dar sınırlar içinde kalacağım. Halkın seçtiği ve gücünü sadece halka borçlu olan ben, her zaman onun yasal olarak ifadesini bulan iradesine boyun eğeceğim. Eğer siz, bu çalışma dönemi içinde, anayasanın yeniden gözden geçirilmesine karar verirseniz, bir Kurucu Meclis, yasama gücünün durumunu düzenleyecektir. Yok böyle bir karar vermezseniz, halk, 1852'de kendi kararını görkemle ilan edecektir. Ama gelecekteki çözümler ne olursa olsun, ihtirasın, baskın yapmanın ya da zorun, üyük bir ulusun kaderini belirlemesine hiç bir zaman izin verilmeyeceği konusunda anlaşalım... Benim her şeyden önce dikkatimi gerektiren şey, 1852'de Fransa'yı kimin yöneteceği sorunu değildir, zamanımı, önümüzdeki dönemin çalkantısız, kargaşasız geçmesi için kullanmaktır. İçtenlikle açtım yüreğimi size: benim açık yürekliliğime güveninizle, benim iyi niyetime, işbirliğinizle karşılık vereceksiniz, gerisi Tanrıdan." (Louis Bonaparte, Akt. Karl Marks, Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i)
Herkesin çok iyi bildiği bir tekerleme vardır: "Tarih"i "tekerrür" diye tarif ediyorlar; hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Mehmet Akif'in tarihten ders alınmasına ilişkin bu sözleri, çoğu zaman Marks'ın
18 Brumaire'de söylediği şu sözlerle tamamlanır: "Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak."
Bu sözlerle tarihte, yani geçmişte yaşanılanlardan "dersler" çıkartılması gerektiği belleklere kazınmıştır.
16 Nisan "referandum" ya da "halkoylaması" sürecinde, yer yer bu "tarihten ders çıkarma"ya göndermeler yapılmaya çalışılmışsa da, hangi tarihsel olaydan hangi dersin alınacağı pek bilinemez olduğundan fazlaca önemsenmemiştir. Yine de "sol muhabbetler"de bu sözler yinelenmeyi sürdürüp gitmiştir.
Baştan belirtelim ki, "yaşanılan süreç", neresinden ele alınırsa alınsın herhangi bir tarihsel olayın "tekerrür"ü ya da "yinelenmesi" değildir.
Recep Tayyip Erdoğan'ın yükselişi ve evrimi ile Louis Bonaparte arasında kurulmaya çalışılan tüm "benzeşimler", iyi bir "muhabbet" konusu olabilmişse de, "ders" açısından hiçbir yere oturtulmaz. Her ikisi arasındaki "benzeşim", sadece toplumsal, özellikle de sınıfsal açıdan (o da belli ölçüde) benzeşimdir. Yakından bakıldığında Louis Bonaparte'ın yükselişi ve kendisini imparator ilan edişi (
coup d'état), dönemin Fransasındaki sınıfsal durumla ilgilidir. Doğal olarak Recep Tayyip Erdoğan'ın yükselişi ve evrimi de Türkiye toplumunun sınıfsal durumuyla ilgilidir.
Louis Bonaparte, "10 Aralık Derneği" aracılığıyla
lümpen proletaryayı örgütlemiş, günümüzün kavramlarıyla, kendi "milis gücü" haline getirmiştir. Recep Tayyip Erdoğan ise, "Osmanlı Ocakları" adı altında oluşturduğu "milis gücü"yle iç savaş hazırlıklarına girişmiştir.
Louis Bonaparte "sosisler"le dönemin ordusunu satın alırken, Recep Tayyip Erdoğan Fethullahçılar aracılığıyla orduyu ele geçirmiş ve kendine yararlı olabilecek tasfiyeleri gerçekleştirmiştir.
Louis Bonaparte'ın kitlesel tabanı küçük köylüler
[1*] olurken, Recep Tayyip Erdoğan'ın kitlesel tabanı da küçük köylülerdir.
Louis Bonaparte'ın küçük köylüleri, feodalizmden kapitalizme geçen Fransa'nın köylüleridir; Recep Tayyip Erdoğan'ın küçük köylüleri ise, yukardan aşağıya geliştirilen bir kapitalizme eklemlenmeye çalışılan, feodalizmden tümüyle kurtulamamış köylülerdir.
Louis Bonaparte'ın küçük köylüleri, Napolyon Bonaparte dönemine (imparatorluğa) özlem duyarken; Recep Tayyip Erdoğan'ın köylüleri ise, islamcı-milliyetçi söylemlerle Osmanlı dönemine özlem duyar hale getirilmiştir.
Louis Bonaparte, Fransız Ulusal Meclisi karşısında tek adama (imparator) dayanan yürütmenin güçlendirilmesini sağlarken, Recep Tayyip Erdoğan da, TBMM karşısında tek adama (kendisine) bağlanmış bir mutlak yürütme gücünü temsil etmektedir.
Bu ve buna benzer "benzeşimler", bir başka tarihsel olayla/olaylarla da kurulabilecek benzeşimlerdir.
Örneğin, Almanya'da Nazi'lerin iktidara gelişi ve yükselişi ile AKP'nin iktidar oluşu ve yükselişi arasında bir dizi benzeşimler kurulabilir. Aynı biçimde İtalya'da Mussolini'nin iktidar oluşu ve yükselişi ile Recep Tayyip Erdoğan arasında "benzeşimler" ortaya konulabilir. Hatta tarihin çok daha eskilerine gidilerek Jul Sezar ile Recep Tayyip Erdoğan arasında "benzeşim" oluşturulabilir.
Bu yoldan gidildiğinde, zorunlu ve kaçınılmaz olarak, Marks-Engels'in "Bonapartizm"ine (bir yere kadar Gramsci'nin "Sezarizm"ine
[2*]) ulaşılır. Bu bile "tarihten ders alma"ya ilişkin tekerlemelerin ne kadar yanlış sonuçlara ulaştırabileceğini açıkça gösterir.
Bilinebileceği gibi, Engels "
Bonapartizm"i şöyle tanımlar:
"Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme gereksinmesinden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, iktisadi bakımdan egemen olan, ve bunun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir. İşte bundan ötürüdür ki, antik devlet, her şeyden önce, köleleri boyunduruk altında tutmak için, köle sahiplerinin devletiydi: tıpkı feodal devletin, serf ve angaryacı köylüleri boyunduruk altında tutmak için soyluların organı, ve modern temsili devletin de ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesi aleti olması gibi. Bununla birlikte, istisnai olarak savaşım durumundaki sınıfların denge tutmaya çok yaklaştıkları öyle bazı dönemler olur ki, devlet gücü sözde aracı olarak, bir zaman için, bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık durumunu korur. 17. ve 18. yüzyıl mutlak krallıkları soyluluk ile burjuvazi arasındaki dengeyi böyle kurdu; I., ve özellikle II. Fransız İmparatorluğu'nun proletaryaya karşı burjuvaziyi, burjuvaziye karşı da proletaryayı kullanan Bonapartçılığı, bu sınıflar karşısındaki bağımsız durumunu böyle korudu. Bu konuda, egemen olanlarla baskı altında tutulanların aynı derecede komik bir figür oluşturdukları yeni örnek, Bismarck ulusunun yeni Alman İmparatorluğudur: burada, terazinin bir kefesine kapitalistler, bir kefesine de emekçiler konmuş ve ikisinin sırtından da, ahlaksız Prusyalı toprak ağalarına çıkar sağlanmıştır."[3*]
Görüldüğü gibi, "Bonapartizm" (özellikle II. Fransız İmparatorluğu'nun), en yalın biçimde, "savaşım durumundaki sınıfların
denge tutmaya çok yaklaştıkları" "bazı dönemlerde… devlet gücü sözde aracı olarak, bir zaman için, bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlığı"nı koruduğu durumdur. Buradan bakıldığında, Recep Tayyip Erdoğan iktidarının "Bonapartizm"le uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bu da tüm "benzeşimler"in temelsiz olduğunu kanıtlar.
Ama amaç ya da niyet tarihsel olaylardan
dersler çıkartmaksa, öncelikle "benze-şimler"den uzak durmak gerekir. Özellikle de Marks'ın Hegel'e gönderme yaparak söylediği "Bütün tarihsel üyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir... birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak." sözleri olmadık yerde ve olmadık işlerde yinelemekten uzak durmak.
Ancak politikada aymazlıklar ve sapkınlıklar tüm bu "benzeşimler"in dışındadır.
Yakından bakıldığında, bir tarihsel dönemde ortaya çıkan tüm politikalar, hemen her zaman sınıfsal bir temele sahiptir. Dolayısıyla dünyanın herhangi bir yerinde ve herhangi bir dönemde bir sınıfa ilişkin politikalar bir başka yerde ve dönemde birbiriyle benzeşirler. Bu benzeşimin nedeni, politikalarda değil, bu politikaların temsil ettiği sınıfların benzeşliğidir.
Evet, Louis Bonaparte'ın iktidarı, 1848 devrimlerinin ardından gelen bir
coup d'état'nın, bir hükümet darbesinin ürünüdür. Bu darbe sürecinde izlenilen yol, o dönemdeki Fransız Ulusal Meclis'inde temsil edilen sınıfların politik tutumlarıyla doğrudan bağlantılıdır. Özellikle kent küçük-burjuvazisinin "demokrat" ve "liberal" kesimlerinin ikircikliği, 1848 devrimlerinden duydukları korku tarafından biçimlendirilmiştir. Bu nedenle de, Louis Bonaparte'ın darbesi, herhangi bir "askeri darbe" türünden devlet iktidarına ordunun el koymasıyla gerçekleştirilmemiştir.
Louis Bonaparte, 1848 devrimlerinin yenilgisinin ardından yapılan 10 Aralık 1848 cumhurbaşkanı seçimlerinden 2 Aralık 1851 yılındaki hükümet darbesine kadar geçen sürede sınıfsal çelişkileri kullanarak Ulusal Meclisi adım adım etkisizleştirmiştir. Marks'-ın deyişiyle, 1848 Şubatının
coup de main'ine
[4*] 1851 Aralığının
coup de tête'i
[5*] karşılık verilmiştir. "Kolay kazanılan kolay yitirilir."
Burada esas olan, Louis Bonaparte'ın cumhurbaşkanı seçildikten sonra mutlak iktidarına kadar geçen üç yıllık süre içinde yapılan politik oyunlar (Marks bunlara "hokkabazlık" demektedir), Ulusal Meclis'teki değişik sınıf temsilcilerinin etkisizleştirilmesi ve her seferinde kendi mutlak iktidarına giden yolu açan "yasal değişiklikler" gerçekleştirmiş olmasıdır.
Bu yönden bakıldığında, Recep Tayyip Erdoğan'ın iktidara gelişi ve yükselişi yıllarında (ki on beş yıllık bir süreçtir) yaşanılan siyasal olaylar sınıfsal nitelikleriyle çok açıktır.
Bunun en tipik örneği, Nisan-Temmuz 2007 arasında yaşanılan siyasal olaylar ve cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine ilişkin 21 Ekim 2007 anayasa referandumudur.
Anımsanacağı gibi, Nisan-Temmuz 2007 döneminde, bir yandan (14 Nisan'da başlayan) "Cumhuriyet Mitingleri" yapılırken, diğer yandan 27 Nisan akşamı ünlü "e-muhtıra" yayınlanmıştır. Ardından görev süresi biten Ahmet Necdet Sezer'in yerine "yeni cumhurbaşkanı" seçiminin "367 krizi"yle kesintiye uğraması ve bunu "aşmak" için MHP'nin devreye girerek "krizi" çözmesi gelmiştir.
"Çözüm", daha doğru ifadeyle, AKP ve MHP arasında varılan "mutabakat" çerçevesinde cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesini öngören anayasa değişikliği ile bulunmuştur. Ve aynı anda genel seçimlerin erkene alınmasına karar verilmiş ve 22 Temmuz 2007'de seçimler yapılmıştır.
22 Temmuz seçimlerine %84,25 oranında yüksek bir katılım olmuş, AKP, oyların %46,58'ini alarak anayasa değişikliği için gerekli çoğunluğa (341) ulaşmıştır. Seçimde CHP'nin oyları %20,88 olurken, MHP oyların %14,27'sini alabilmiştir.
"Yeni meclis" 28 Ağustos'ta mevcut anayasaya uygun olarak cumhurbaşkanını (A. Gül) seçmiştir.
Bir yandan cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine ilişkin anayasa değişikliği gündemdeyken, diğer yandan mevcut anayasaya hükmüne uygun olarak cumhurbaşkanı seçilmiştir. Böylece "cumhurbaşkanlığı sorunu" çözülmüştür. Çözülmeyen, daha tam ifadeyle, gündemde kalan ise cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesine ilişkin anayasa değişikliğidir.
Sonuçta, cumhurbaşkanı seçilmiş olmakla birlikte referandum "takvimi" işlemiş ve 21 Ekim 2007'de referandum yapılmıştır.
Seçmen sayısı
|
42.690.252
|
|
Kullanılan oy
|
28.819.319
|
|
Katılım oranı
|
%67,51
|
|
Evet
|
19.422.714
|
%68,95
|
Hayır
|
8.744.947
|
%31,05
|
Böylece referanduma katılım oranı, 22 Temmuz seçimlerine göre, 16,74 puan azalmıştır. 22 Temmuz seçimlerine göre yaklaşık 7 milyon seçmen referandumda sandığa gitmemiştir. Ama cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine ilişkin anayasa değişikliği kabul edilip yürürlüğe girmiştir.
Burada ortaya çıkan "manzara-i umumiye", "zaten cumhurbaşkanı meclis tarafından seçildi" kayıtsızlığı ve anayasa değişikliğinin "bir biçimde kadük olduğu" sanısıdır. Diğer bir ifadeyle, AKP'li seçmenler dışında hiç kimse referandumu önemsememiştir. Bunun temelinde yatan ise, CHP'nin kayıtsızlığı ile MHP'nin "söz konusu vatansa gerisi teferruattır" türünden "hassasiyeti"dir.
Sonuçta 21 Ekim 2007 referandumu unutulup gitmiştir. Ta ki, 2014 yılında "11. cumhurbaşkanı" A. Gül'ün görev süresinin sonuna gelene kadar.
Ağırlıklı olarak kent küçük-burjuvazisinin partisi olarak CHP, bu sınıfın özelliğine uygun olarak tüm zamanı referandumu unutarak geçirmiştir. Ne anayasa değişikliğini ortadan kaldırmak için girişimde bulunmuştur, ne de kaçınılmaz hale gelen cumhurbaşkanlığı seçimine hazırlanmıştır. Sonuçta, MHP'nin "önerdiği" Ekmelettin İhsanoğlu'yla 2014 cumhurbaşkanlığı seçimine gitmek zorunda kalmıştır.
Bunun tam karşılığı, kayıtsızlık ve politikasızlıktan öte "anı yaşama", daha bildik ifadeyle, "soyut gelecek için somut bugünden vazgeçmeme" tutumudur. Bu da kent küçük-burjuvazisinin sınıfsal niteliğiyle uyum içindedir.
Oysa cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine ilişkin anayasa değişikliği konusunda Kurtuluş Cephesi'nin Eylül-Ekim 2007 tarihli 99. sayısında yayınlanan "Unutulmuş Referandum, Tayyip-Bonaparte'ın 'Coup de Téte'si" başlıklı yazımızda şunları söyledik:
"Her an, her şeyin olabileceği; neyin, neden olduğunun önemsenmediği; ilerici, demokrat, yurtsever ve devrimci insanların 'bozgun' havası içinde 'bu ülke benim için bitti artık'larla kendilerini teselli etmeye çalıştıkları bir ülkede, 'sanal muhtıra' gölgesinde, Erkan Mumcu operasyonuyla yapılan anayasa değişikliği için 'halk oylaması' (referandum) sesiz sedasız 21 Ekim gününü bekliyor.
Mayıs ayında cumhurbaşkanını seçemediği için 'anayasa gereği' fesh olması gereken meclisin 'çoğunluğunun', 'cumhurbaşkanını halk seçsin' demagojisiyle 'son dakika golü' atarak gerçekleştirdiği 'anayasa değişikliği' için referanduma (halk oylaması) birkaç hafta kalmasına karşın, neyin referandumu yapılacağı dahi bilinmemektedir.
Ne denli unutulmuş, ne denli bilinmez, ne denli önemsenmez olursa olsun, 21 Ekim günü 'Cumhur-başkanının halk tarafından seçilmesini de öngören Anayasa değişikliği paketi için halk oylaması yapılacaktır.
Bu unutulmuşluk havası içinde referanduma günler kalmışken, 'anayasa değişikliği'nin nasıl yapıldığı, kimin kime 'gol attığı'nın da anlamı kalmamıştır. 'Kuvvetler ayrılığı' çerçevesinde elindeki gücü parça parça kaybeden ve her kaybedişinde 'sevinç çığlıkları' atan bir yasama organının (parlamento) var olduğu bir ülkede bunlarla da kimsenin ilgilenmeyeceği açıktır."
Ve 2007 referandumun hemen arifesinde yayınlanan bu yazının sonunda şu uyarıyı da yapmak durumunda kalmıştık:
"'Yasalara saygılı' yurttaşlar, 12 Eylül döneminde bu 'yasa'lara uymayı nasıl 'hukuk devletinin gereği' olarak boyun eğmişlerse, bugün de aynı nedenlerle, aynı gerekçelerle 'yasa'lara uymayı 'boyunlarının borcu' olarak kabul edeceklerdir.
Bu durum, ne denli hukuk devletinin, anayasa hukukunun sonu olursa olsun, aynı zamanda yasama organının tüm gücünü yitirmesi, yürütmenin yasama karşısında mutlak iktidarıdır. Sözcüğün Fransızca anlamıyla Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının 'coup de téte'sidir (kafa darbesi)."
Evet, Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'den "tarihi dersler" çıkarmaya meyilli yurttaşlar olarak pek bir "ders" çıkaramamışsak da, kendi yaşadığımız süreçlerden de bir "ders" çıkarmak durumda da değiliz. Şimdi bütün bu yaşanılan süreçte nasıl olup da olayların nasıl geliştiğini görememiş ve görmek istememiş yurttaşlar olarak 16 Nisan referandumuna gidiyoruz. "Bu kez" işi sıkı tutuyor görünüyoruz. Sonuçların "hayır'lara vesile olması"nı bekliyoruz. Ama "içinde bulunulan an"ı yaşamaktan başka şey yapmayarak nelere vasıl olunacağı ise belirsizdir.