Kaba dayaktan falakaya, Filistin askısına kadar pek çok işkence yöntemi Türkiye’de her zaman “olağan uygulama” olmuştur. Genellikle “suçluyu konuşturma”, “suçu kabul ettirme” vb. amaçlara doğrudan polis tarafından yapılan işkenceler, zaman içinde özel “uzmanlık” alanı haline gelmiş ve sonuçta “anarşistlere, teröristlere” karşı “Siyasi Şube” ya da “Terörle Mücadele Şubesi”nin “olağan uygulaması” haline dönüşmüştür.
Bu “olağan” işkenceler sadece “sanıklara” (yeni adıyla “şüpheli”lere) polis ve jandarmada yapılan sistematik işkence olmanın ötesinde cezaevlerinde de sürüp gitmiştir.
AB üyelik süreciyle birlikte yasalarda yapılan “makyaj”la, “işkenceye sıfır tolerans” söylemleriyle bir dönem açık işkence yöntemlerinden vazgeçilmiştir. Gözaltı süresinin kısaltılması, gözaltında avukatla görüşme hakkı vb. düzenlemelerle neredeyse işkence bir yana itilmiştir. Bu dönemde “fiziki işkence”nin yerini “manevi işkence” almıştır. “Terör örgütü üyele-ri”nin birkaç günlük sorgunun ardından tutuklandıkları bir dönem yaşanmıştır. Ve hemen belirtelim ki, bu dönemde PKK’ye yönelik operasyonlarda, özellikle kırsal alanlarda her türlü işkence yöntemi aralıksız sürdürülmüştür.
Bu süreçte toplumsal olaylarda gözaltına alınanların (bazı istisnalar dışında) fiziki işkenceye maruz kalmamaları, giderek işkence kavramının unutulmasına yol açmıştır. Neredeyse Türkiye Cumhuriyeti devleti “insanlık onuruna saygılı” ve “insan haklarına hükmet eden” bir devlet görünümüne bürünmüştür.
Gecenin bir yarısında ya da sabahın ilk ışıklarında basılan evler, gözaltılar ve tutuklamalar işkencenin yerini almıştır. Böylece işkencenin ortaya çıkardığı boşluk gözaltı ve tutuklama terörüyle doldurulmuştur. İşkenceyle “şüpheli”nin konuşturulmasının yerini de olağanüstü yaygınlaştırılmış “elektronik takip” ve her türlü iletişimin dinlenmesi almıştır.
Bu durum, AKP’nin iktidar olmaktan muktedir olmaya geçiş yaptıkça değişmeye ve yer yer eskiye dönmeye başlamıştır. Ama en temel dönüşüm 15 Temmuz “darbe girişimi”yle birlikte başlamıştır.
Sıradan askerlerin Boğaziçi Köprüsü’nde linç edilmeleri, alabildiğine dövülmeleriyle başlayan bu dönüşüm, “darbeci general-ler”in ve “rütbeli askerler”in gözaltında alenen dövülmeleriyle ve dövülmüş haldeki fotoğraflarının “medya”ya servis edilmesiyle pervasızlaşmıştır.
OHAL çerçevesinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “askıya alınması”yla birlikte her türden “şüpheliler”, yakalandıkları ilk andan itibaren işkence görmeye başlamışlardır. AKP kitlesinin olağanüstü mobilize edildiği haftalar içersinde bu işkence görüntüleri “oh olsun”larla karşılanırken, giderek “olağan uygulama”ya dönüşmüştür. Bu dönüşüme rağmen sol örgütlere yönelik operasyonlarda gözaltına alınanlara ilişkin görüntülerden “imtina” edilmiştir.
Recep Tayyip Erdoğan rejiminin başlı başına intikam ve öç alma aracı haline dönüşen, ilk gözaltı sırasında “dayak” olarak icra edilen işkencelerin görüntüleri “medya”ya servis edilerek “eden bulur” anlayışı toplumun belleğine kazınmaya çalışılmıştır. Reina katliamını gerçekleştiren kişinin yakalanma görüntüleri bu konuda pervasızlığın doruk noktası olmuştur. Hemen ardından DHKP-C’li Şerif Tunç’un görüntüleri servis edilmiştir.
Gerek “darbeci generaller”in dövülme görüntüleri, gerek Reina katliamcısının yakalanma görüntüleri, gerekse Şerif Tunç’un görüntüleri birleştirildiğinde neredeyse bu aleni işkence uygulamalarına karşı çıkılamaz bir ortam oluşturulmuştur. “Darbeci generallere” işkence yapılmasına karşı çıkmak “darbeci” suçlamasına maruz kalmaya yol açarken, Reina katliamcısının “devletin ayakları altında” dövülmesine (demokrasi ve hukukun üstünlüğü bağlamında da olsa) karşı çıkmak “katliamı onaylamak” olarak sunulabilmektedir. Şerif Tunç’un dövülmüş görüntülerini işkence olarak nitelemek de “kızıl gomünist”likle özdeşleştirilmek istenmiştir.
En sıradan bir “tivit” yüzünden insanların gözaltına alındığı bir dönemde, kime ve neden yapılırsa yapılsın işkenceye karşı çıkmak da “kolay” bir şey olarak görülmemektedir.
Bütün bunların sonucunda gözaltında insanların dövülmesine, işkence görmesine tepkiler görülmez olmuştur. “İnsanlık onuru işkenceyi yenecektir” sloganları bile pek seyrek görülmektedir.
Burada en önemli nokta, Recep Tayyip Erdoğan iktidarının gözaltında “şüpheli”lerin dövülmesini kendi tabanına mesaj vermek amacıyla kullanmasıdır. Tıpkı idam cezasını geri getirme ve hatta geçmişe uygulama (makable şamil) söylemlerinde olduğu gibi, işkence konusunda da yalın bir popülizm yapılarak gözdağı verilmektedir. Böylece kendi tabanını en vahşi ve en insanlık dışı davranışları bile onaylayan ve hatta bunları kolayca yapabilecek duruma gelen bir yığına dönüştürmektedir. Artık işkence, toplumun bir kesiminin kin ve nefretinin basit bir dışavurumu haline getirilmiştir. Bu yolla da işkence bir intikam aracı olmuştur.
Bu koşullarda, hangi kesime ve kime karşı yapılırsa yapılsın her türlü işkenceye karşı çıkmak bir insanlık görevi olmanın ötesinde, Recep Tayyip Erdoğan iktidarına karşı mücadelenin bir parçasıdır. Bu da, “kinine, davasına sadık bir nesil”in nasıl bir şey olabileceğini göstermektedir.