Herşey Recep Tayyip Erdoğan iktidarının formel hukuku, yazılı anayasa ve yasaları bir yana bırakarak, bu hukuka ve varolan anayasanın ve yasaların kendisine vermediği yetkiyi fiilen kullanarak, kendine özgü bir hukuk ve bu özgünlük içinde meclis çoğunluğuna dayanarak yasalar yaratmasıyla başladı. Böylece Recep Tayyip Erdoğan, formel hukuku ve anayasayı işlemez hale getirerek, bunlardan doğan meşruiyetini yitirmiştir, gayrı-meşrudur.
17-25 Aralık günlerinde başlayan bu gayrı-meşrulaşma, 28 Haziran 2014’de yürürlüğe giren Sulh Ceza Hakimliği yasasıyla “kanunileştirilmiş”tir. Kendi içinde kapalı devre çalışan bu sulh ceza hakimliği “müessesesi” yoluyla, iktidarın her türlü gayrı meşru icraatına karşı tutumların resmen engellendiği ve bu tutumu alanların neredeyse hiçbir gerekçe gösterilmeksizin tutuklandığı bir sürece girilmiştir.
Şu “allahın lütfu olan” 15 Temmuz “darbe girişimi” sonrasında bu gayrı meşru süreç “zirve” yapmıştır. Daha açık ifadeyle, 15 Temmuz sonrasında gayrı-meşru iktidar fiili bir durum oluşturmuştur. Devlet Bahçeli bu durumu, anayasa değişikliği gerekçesinde şöyle ifade etmiştir:
“Başkanlık sistemine geçme arzusu taşıyanlar bir fiili durum yaratmışlardır. Bu çarpık durumun anayasal meşruiyetinin olmadığı da ortadadır. Net olarak söylemek isterim ki, şu anda anayasa çiğnenmekte ve suç işlenmektedir. Bu fiili durum, bu şekilde devam ederse Türkiye bir kriz ve kaos ortamına sürüklenebilir.”
Ama bu “noktaya” birden ve birkaç yıl içinde gelinmemiştir.
Recep Tayyip Erdoğan iktidarının gayrı meşrulaşması neredeyse AKP’nin iktidara geldiği tarihte başlamıştır. Deyim yerindeyse, “sarı öküz” başlangıçta feda edilmiştir.
“Sarı öküz”, 2002 seçimlerinden sonra AKP ve CHP’den oluşan meclisin “iki lideri”, Recep Tayyip Erdoğan ile Deniz Baykal’ın Boğaz’daki “balıkçı lokantası”nda vardıkları “mutabakat”la verilmiştir. Ve bu “mutabakat”, mevcut anayasanın fiilen çiğnenmesini ve “hülle” yoluyla aşılmasını sağladı. Böylece seçim yasası hükümleri nedeniyle milletvekili olamayan ve milletvekili olamadığı için başbakan olması olanaksız olan Recep Tayyip Erdoğan’ın Siirt’ten milletvekili seçilmesinin yolu açıldı. “Anayasayı bir kez çiğnemekten bir şey olmaz” olduğu böylece görüldü.
İkinci büyük gayrı-meşrulaşma adımı, 2007 yılında yapılan ve cumhurbaşkanının “halk tarafından” seçilmesi hükmünü getiren anayasa değişikliğiyle atıldı. Anayasa değişikliği meclis tarafından kabul edilmiş ve 21 Ekim 2007’de referanduma gidilmesi kararı alınmış olmasına rağmen, Abdullah Gül, “eski anayasa hükmü” uyarınca, 28 Ağustos 2007’de meclis tarafından cumhurbaşkanı seçilmiştir.
Buna rağmen, tümüyle “kadük” olması gereken değişiklik için referanduma gidilmiş ve “halkın” %68,95’inin “evet” oyuyla kabul edilmiştir.
Bu iki büyük gayrı-meşrulaşma adımı karşısında Deniz Baykal’lı CHP ve onun yörüngesinde hareket eden toplumsal muhalefet ve sol tam bir aymazlık içinde atılan adımları “demokratik gelişme” olarak değerlendirme gafletine düşmüştür.
Böylece mevcut anayasanın ve yasaların fiili davranışlarla aşılabileceğini gören Recep Tayyip Erdoğan (ve elbette onunla birlikte mehteran takımı), fiili durumu Mart 2008’deki “Ergenekon operasyonu”yla bir adım öteye taşımıştır. Çok açıktı ki, “Ergenekon operasyonu”, Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından açılan AKP’nin kapatılması davasına karşı fiili bir tutumdu. Ama “medya”daki neo-liberallerin yaygarası ve “Ergenekon operasyonu”nun gözdağı içinde bu fiili durum da toplumsal muhalefet tarafından “algı”lanmadı.
Üçüncü büyük gayrı-meşrulaşma adımı 2010 anayasa değişikliğiyle atıldı. Özellikle HSYK’ya ilişkin yapılan değişikliklerle Recep Tayyip Erdoğan iktidarı fiili durumlara ilişkin “kanuni” bir temel oluşturmuştur.
Yazımızın başlangıcında belirttiğimiz gibi, dördüncü büyük gayrı-meşrulaşma adımı 17-25 Aralık sürecinde ortaya çıkmıştır. “Paralel devlet yapılanması”nın, bugünkü namıyla FETÖ’nün 2010 anayasa değişikliğiyle sağlanan “kanunilik” içinde yürüttüğü “yolsuzluk operasyonu”, İçişleri Bakanı Efkan Ala üzerinden yapılan ve polise mahkeme kararlarına uyulmaması direktifi veren fiili müdahale ile yok hükmünde sayılmıştır.
Buraya kadar Recep Tayyip Erdoğan’ın “icranın başı” olarak başbakanlık düzeyinde fiili ve gayrı-meşru durum ortaya çıkmıştır. Ama en önemli gelişme, Recep Tayyip Erdoğan’ın 10 Ağustos 2014 tarihinde cumhurbaşkanı seçilmesiyle olmuştur.
Cumhurbaşkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan, seçilir seçilmez yetkilerini fiilen oluşturmaya başlamıştır. Hemen herkesin kabul ettiği gibi, cumhurbaşkanı olarak Recep Tayyip Erdoğan anayasada varolmayan yetkileri fiilen kullanmaya başlamıştır. Ve Türkiye Cumhuriyeti devletinde hiçbir güç bu fiili yetki gaspına karşı çıkmamış ve çıkamamıştır.
15 Temmuz sonrasında OHAL’le birlikte Recep Tayyip Erdoğan’ın gayrı-meşru fiili iktidarı tam anlamıyla pervasızlaşmıştır. Sulh ceza hakimleri aracılığıyla her türlü muhalefet unsuru gözaltına alınmış ve tutuklanmıştır. İşkence, alenileştirilmiş ve yalın bir “ceza biçimi” haline dönüştürülmüştür.
İşte bu “ahval ve şerait içinde” Devlet Bahçeli’nin Recep Tayyip Erdoğan iktidarının meşruluğunu yitirmesinin yaratacağı “kriz ve kaos ortamı”na dikkat çekerek, fiili başkanlığı “kanuni başkanlığa” dönüştürecek anayasa değişikliğine destek vereceklerine ilişkin açıklaması gelmiştir.
Bugün gündemin ilk maddesi haline gelmiş olan başkanlık referandumu, sözcüklerin tam anlamıyla, meşruluğunu yitirmiş bir iktidarın “meşrulaştırılması” amacını taşımaktadır.
Kuşkusuz buradaki sorun, böyle bir anayasa değişikliğinin referandumda kabul edilmesiyle, gayrı-meşru bir durumun ne ölçüde “meşrulaşacağı”dır.
Öncelikle, mevcut iktidarın gayrı-meşruluğu, hukuk dışılığı, hukuk hakkında az çok bilgisi olan herkesin gördüğü ve bildiği bir durumdur. Böyle bir durumda “direnme hakkı” ortaya çıkar. Bu da, tüm bireylerin, toplumun, gayrı meşru iktidara karşı başkaldırma,
zor kullanarak o iktidarı devirme hakkı demektir. Bu zor, mevcut iktidarın gayrı meşruluğundan kaynaklanan bir meşru zordur. İşte Devlet Bahçeli’nin “kriz ve kaos ortamı” olarak ifade ettiği durum da bu “direnme hakkı”nın meşruiyetine ilişkindir.
Anayasa değişikliğinin referandumla kabul edildiği koşullarda bile meşruluğunu yitirmiş bir iktidarın meşruiyet kazanması olanaksızdır. Ama böyle bir kabul, gayrı-meşru iktidarın kendi konumunu pekiştirmesi ve referandumdan aldığı güçle ve görüntüsel “meşruiyete” dayanarak çıkaracağı yasa ve kararnamelerle (bugün OHAL’le ve KHK’larla fiilen varolan) tam bir terör yönetimi ortaya çıkacaktır.
Bu açıdan bakıldığında, referandumunda “başkanlık sistemi”ni getiren anayasa değişikliğinin reddedilmesi, “tek kişi”ye dayanan (ve fiilen yürütülen) terör yönetimini engellemeyecektir. Ancak bu terör yönetiminin kendine görüntüsel bir “meşruiyet” kazandırmasının önüne geçilmiş olacaktır. Referandumda “hayır” oylarının çoğunluğu sağlamasının getireceği tek “kazanım” da budur. Ama fiili yetki gaspını ortadan kaldırmayacağı gibi, baskı ve terörü de sonlandırmayacaktır.
Bu nedenle de, referandumda “hayır” oylarının çoğunluğu sağlamasına yönelik çalışmalar, kampanyalar, kitle gösterileri (eğer fiili iktidar tarafından izin verilirse), “hayır” sonucuna bağlı olarak ortaya çıkacak fiili durumu hesaba katmalıdır.
Açıktır ki, anayasa değişikliğinin referandumda reddedilmesi, yani “hayır” oylarının çoğunluğu sağlaması fiili iktidar gaspını ortadan kaldırmayacaksa da, bu gaspa karşı fiili direnme koşulları yaratacaktır. Hemen her fırsatta “halkın %52’sinin oyuyla seçilmiş cumhurbaşkanı” olduğunu yineleyip duran Recep Tayyip Erdoğan anayasa referandumunu kaybetmekle “çoğunluğu” da kaybetmiş olacaktır.
“Halkın çoğunluğunu” kaybetmiş olan Recep Tayyip Erdoğan’ın gayrı-meşru iktidarına karşı, bugüne kadar “çaresiz” kalmış olan “devlet güçleri”nin de “direniş” sergilemesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Gerek halkın “çoğunluğu”nun baskısı, gerekse devlet kurumlarının “direnişi”, Devlet Bahçeli’nin anayasa değişikliğini destekleme gerekçesi olarak gösterdiği “kriz ve kaos ortamı”na yol açacaktır. Ama bu “kriz ve kaos”, popüler dille ifade edersek, “yıkıcı” değil, “yaratıcı” bir kaos olacaktır.
Bu olasılık karşısında Recep Tayyip Erdoğan’ın eli-kolu bağlı oturacağını kimse beklememelidir. Bu bağlamda, fiili iktidar olanakları sonuna kadar kullanacak ve iktidarı kaybetmemek için her yola ve çareye başvuracaktır.
Burada Recep Tayyip Erdoğan’ın uzun süredir hazırladığı ve 15 Temmuz’da “tatbikat” yaptırdığı iç savaş güçlerini referandum sürecinde de harekete geçirmesi beklenmelidir. Numan Kurtulmuş’un “’Aman şu referandumda evet çıkmasın’ diye terör örgütlerini de kullanarak Türkiye’de bir korku atmosferi oluşturabilirler, halkı canından bezdirecek bir noktaya getirebilirler. Bununla ilgili her türlü tedbirlerimizi alıyoruz. Allah’ın izniyle referandumda büyük oranda ‘evet’ çıktıktan sonra da bu terör örgütleri, hiçbir şekilde sesi soluğu çıkmayacak noktaya gelirler. Bu motivasyonlarını da kaybederler.” sözleri de bu bağlamda yerine oturmaktadır.
“Kamuoyu anketleri” bağımlısı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın referandumdan “evet” oyu çıkartabilmek amacıyla iç savaş güçlerini devreye sokmaya çalışması hiç şaşırtıcı olmayacaksa da, bu iç savaş güçlerinin devreye sokulması hiç de zor değildir. Yapılacak bir ya da iki provokatif eylemle, özellikle “dindarlara” yönelik eylemle bu güçler hızla ve dizginlenemez biçimde devreye sokulabilir.
Böylesi olasılıklar içinde, “Hayır’ım başka hayırlara benzemez” türünden zırvalıklar, yer yer “hayır” sonucunun “hiçbir şeyi değiştirmeyecek” olduğuna ilişkin beyanlar sadece aymazlık değil, aynı zamanda referandumun sonuçlarını önemsizleştirmeye yönelik çabalar olarak kabul edilmelidir.
Referanduma ilişkin diğer bir yaklaşım da, gayrı-meşru bu iktidar koşullarında yapılacak bir referandumun da “gayrı-meşru” olacağına ilişkindir. Dolayısıyla “gayrı-meşru” olan bir referanduma “hayır” demek için bile olsa katılmak, Recep Tayyip Erdoğan iktidarına “meşruiyet sağlayacağı” düşünülebilir. Bunun mantıki sonucu olarak da referandumun “boykot” edilmesi gündeme gelir.
Böylece bir kez daha mevcut düzen içinde seçimlerin meşruiyeti tartışmasına, seçimlerin bir “aldatmaca” olduğuna ilişkin tartışmaya geri dönülmektedir.
Bu tartışmanın “öteki” tarafının, yani hemen her koşulda seçimlere katılmayı kabul eden legalist sol olduğu göz önüne alınırsa, sorunun “sol içi” bir sorun olarak kaldığı açıktır.
Halkın büyük bir çoğunluğunun seçimlere katılması, seçimlerin (ya da referandumun) “meşruiyeti”yle ilgili değildir. Bu katılım, halkın büyük bir çoğunluğunun mevcut düzenden umutlarını kesmediğinin ve mevcut düzenin çerçevesi içinde bir şeylerin değişeceği ya da değiştirilebileceği beklentisi içinde olduğunun göstergesidir.
Anayasa referandumu, bu açıdan, halk kitlelerinin umut ve beklentilerinin değişmesi ve dönüşmesi için bir fırsat yaratabilir. Referandumda anayasa değişikliğinin reddedilmesi (“hayır” oylarının çoğunluğu sağlaması) Recep Tayyip Erdoğan iktidarına karşı olan kitlelerin moralini yükselteceği gibi, fiili iktidarının sona erdirilmesi gerektiğinin de bilincini yaratacaktır. Bu nedenle “hayır” kampanyaları önemlidir ve önemsenmelidir.
Öte yandan, Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının iç savaş tehdidi ve bunu pratiğe geçirme yönündeki tutumu gözden kaçırılmamalıdır. Aynı biçimde, referandumu kaybeden Recep Tayyip Erdoğan iktidarının baskı ve terörü tırmandırabileceği de hesaba katılmalıdır. İster iç savaş güçleri harekete geçirilsin, ister devletin resmi zor güçleri aracılığıyla baskı ve terör tırmandırılsın, her durumda, hiçbir bedel ödenmeksizin önemli toplumsal değişimlerin ve dönüşümlerin gerçekleşemeyeceğinin bilincinde olunmalıdır.
Türkiye devrimcileri ve düzen sınırları içinde de olsa toplumsal muhalefet bu bedeli ödemekten kaçınmamalıdır.
Bilinmelidir ki, yapılacak anayasal ya da yasal değişikliklerle meşruiyetini yitirmiş bir iktidarı “meşrulaştırmak”, hukuken olduğu kadar tarihsel ve toplumsal ölçekte de olanaksızdır. Meşruiyetini yitirmiş iktidarlar da uzun süre iktidarda kalamazlar.