“Oportünizmde ilke istikrarı diye birşey yoktur. Düne kadar savunduğu ilkelerin niteliği kitlelerin gözünde açıklığa kavuşunca, o bu ilkeleri en ağır suçlamalarla karalar. Onun için tek şey önemlidir: ‘Herşeye rağmen proletaryanın devrimci hareketini nasıl pasifize edebilirim?’. Bu eyleminde Marksist ilkeler sadece basit birer araçlardır.” (Mahir Çayan, Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine)
“Oportünizm, her yerde ve her zaman bilimsel sosyalizmi tahrifte iki metoda başvurur. Ya zaman ve mekan kavramlarını dikkate almadan, Marksizmin ustalarının başka tarihi şartlar için ileri sürdükleri ve yaşanılan dönemde eskimiş olan tezlere dört elle sarılır ve bu tezleri kendi sapmasına dayanak yapmaya çalışır. Veya Marksizm-Leninizmin her şart altında geçerli tezlerini ‘zaman ve mekan değişmiştir, o yüzden geçerli değildir’ diyerek, Marksizmi revize eder.” (Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim-I)
Evet, bir zamanlar oportünizmin Mahir Çayan yoldaşın ifade ettiği gibi, marksizm-leninizmi (zaman ve mekan kavramlarını farklılaştırarak)
tahrif eden ve yer yer onu bozan, değiştiren, yani revize eden bir siyasal çizgiydi.
O zamanlarda oportünistler, legalizmin dışında bir “yol” görmezlerken, bunu teoriyi
tahrif ederek (bozarak), değiştirerek kendilerine dayanak yaparlardı. Ama “o zaman-lar”ın üzerinden çok zamanlar geçti. 12 Eylül askeri darbesiyle devrimci mücadele güçten düştü, ortalık “sol birlikçiler”in, legalistlerin egemenliği altına girdi. Artık yepyeni oportünist-legalist kesimler ortaya çıktı.
Bu kesimler, artık marksizm-leninizmi tahrif etmek (bozmak, değiştirmek) yerine, teorik düzeyin olağanüstü düşmesinden yararlanarak “köşe yazarlığı” paravanası altında ulu orta akıl vermeye, söylediklerinin marksizm-leninizmle ilişkisini kurmaksızın “aklına geleni” aklına geldiği gibi yazıp söylemeye başladı.
Söylenenler, en yalın ve en çok bilinen bir konuda bile olsa (örneğin Kolombiya) hiçbir gerçekliği olmayan tumturaklı sözlerle ifade edilir.
Kolombiya’daki “barış anlaşması” vesilesiyle Kolombiya’daki gerilla mücadelesini “değerlendiren” yeni tip oportünizmin ürünü olan bir “yazar” (Can Önen) şunları yazabilmektedir:
“Yoksul köylü hareketinin Küba devriminin rüzgarının da etkisiyle yüzünü liberalizmden marksizme döndüğü 1960’lı yılların ortasında doğan FARC, hem varlığını hem de bugün kendisini tasfiyenin eşiğine getiren karakteristik özelliklerini bir anlamda Küba devriminin özgünlüğüne borçludur. Küba devrimi bir gerilla hareketinin iktidara gelirken işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını program haline getirmiş bulunan komünist partiyle buluşmasıyla başarıya ulaşmıştı. FARC’ın bu rüzgarı arkasına alması, hareketi sola çekti, ancak kıtanın bu bölgesinde devrim rüzgarının dinmesi ve hareketin işçi sınıfı partisiyle buluşmamış olması, zamanla onu hakimiyeti altında bulundurduğu kırsal lokalliklerde üretim ilişkilerinin kapitalistleşmesini yavaşlatan bir güç haline getirdi. FARC’ı 52 yıllık savaşın ve ara ara gündeme gelen “barış” denemelerinin muhatabı haline getiren işte bu özelliğidir.” (abç) (Bu yazı “Boyun Eğme” dergisi, Sayı: 51)
Bu “yazar” marksist-leninist bir savdan ya da saptamadan söz etmiyor. Yani teorik bir konuyu ele almıyor. Somut-tarihsel bir olayı, kendi sözleriyle söylersek, “romantize edici biçimsel bir bakış açısıyla okumaya çalışmaktan” çok öte bir “yerden” konuşmaktadır. Sonuçta, FARC hareketini “ikinci bir Küba olamayan hareketin çelişkileri” alt başlığında “liberal” bir harekete indirgiyor. Yani düzedüz
yalan söylüyor.
En tipik
yalan, FARC’ın “işçi sınıfı partisiyle buluşmamış olma” iddiasıdır. Bu yalancı “yazar”a göre, 1964’den bu yana (52 yıl) gerilla savaşı yürütmektedir. Bu zaman içinde bir aralar “yüzünü” marksizme döndürmüşse de (“yazar”ın iddiası böyledir), sadece sosyal-demokratlaşması beklenebilecek bir harekettir.
Alberto Goméz, 1967 yılında
World Marxist Review’da (ki o zamanlar SBKP yanlısı KP’lerin yayın organıdır) yayınlanan makalesinde şunları yazıyor:
“1950’nin başlarında başka bölgelerden 1.000’den fazla köylü ailesi sıradağlar bölgesinin merkezindeki Tolima bölgesinde ‘El Davis’de toplandı. Büyükler parti üyesiydi, gençler Genç Komünistler örgütündendi, çocuklar ‘Şeker Birliği’nde yer alıyorlardı ve kadınların da kendi komiteleri vardı. Bu, gerilla eylemlerine yönelen örgütlü ve disiplinli ilk silahlı topluluktu. Ayrıca Tolima bölgesinin güneyi kısa sürede gerilla hareketinin denetimine girdi. Manuel Marulanda, Ciro Trujillo, Isauro Yosa, Alfonso Castañeda (Richard), Jacopo Frías Alape (Charro Negro) ve Isaias Pardo gibi pek çok seçkin savaşçı, ‘El Davis’de ateşle vaftiz edilmişlerdi. Bu, Latin-Amerika’da proletarya partisi tarafından yönetilen ilk büyük gerilla mücadelesi merkeziydi. Bugünkü savaşçılar, bu savaşçıların geleneklerini sürdürüyorlar.”
“
Latin-Amerika’da Gerilla Hareketleri” kitabının yazarı Richard Gott bu “komünist böbürlenme”ye şu notu düşer:
“Latin-Amerika’daki komünistler soldan gelen gerilla savaşını desteklemediklerine ilişkin suçlamalara karşı hemen her zaman Kolombiya örneğini anmaktan hoşlanmışlardır. Bu yüzden gerilla savaşının Küba Devrimi’nden çok daha önce kendileri tarafından yapıldığını söylemek için “El Davis”in komünistlerin yönettiği “ilk büyük gerilla mücadelesi merkezi” olduğuna vurgu yaparak, gerilla savaşının Küba Devrimi’nden çok daha önce yapıldığını ve sıradan bir strateji olduğunu göstermeye çalışırlar.” (agy, İkinci Cilt, s. 22)
Öte yandan Kolombiya gerilla hareketinin “efsanevi komutanı” Manuel Marulanda Velez (“Tirofijo”) Kolombiya Komünist Partisi Merkez Komite üyesiydi.
Bunlar da açıkça göstermektedir ki, “yazar”ın tüm söylediğinin aksine FARC hareketi daha ilk başlangıçtan itibaren Kolombiya Komünist Partisi tarafından örgütlenmiş ve yönetilmiştir. Bu da “yazar”ın bir kez daha
yalancı olduğunu kanıtlamaktadır.
Aynı kesimin daha “yaşlı” bir başka üyesi, Fidel üzerine kaleme aldığı bir “köşe yazısı”nda şunları döktürür:
“Küba’da suni dengeyi bozdular diyorsanız, en azından şunu eklemek durumundasınız: Sadece namlularıyla değil, bir orman köşesine kuruverdikleri kara tahtalarıyla, ilaç sandıklarıyla, radyo alıcıları, satranç tahtaları ve el çakısıyla oyulmuş tahta oyuncaklarıyla bozdular. İnançsızlığı yıktılar, insana inanmakla, inanmayıp çürük bir ot gibi yaşamak arasında salınan yoksulların itildikleri çaresizliği bozdular.” (Mehmet Kuzugil, Sol Portal, 2 Aralık 2016)
“Halk kitlelerinin düzene karşı tepkisi ile oligarşi arasında” kurulmuş olan ve temelinde egemen sınıfların siyasal zoruna dayanan suni dengenin ne olduğunu bile bilmeyen ve de ne olduğunu söylemeyen bu yalancı “teorisyen”, bunun karşısına “kara tahtaları, ilaç sandıklarını, radyo alıcılarını, satranç tahtalarını ve tahta oyuncakları” koyarak “suni dengeyi bozdular” diyebilmektedir.
Ama bu yalancılığın zirvesine, hiç tartışmasız bu yalancılar dergahının zirvesinde olan Aydemir Güler çıkmıştır.
Biraz uzun olmakla birlikte bu baş yalancının yazdıklarını okuyalım:
“Bizim ‘terör teorimiz’ kuşkusuz güvenlik kriterleri, teknikler, istihbarat ilişkileri, organizasyon modelleriyle değil sınıflar mücadelesiyle ilgili olmalıdır. Sınıflar arasındaki mücadele siyasetin ta kendisi, yani özü çünkü.
Bir kere, terörün bağımsız bir olgu olarak algılanmasına buradan hareketle son vererek başlanmalıdır. Terör siyasetin devamıdır. Egemenlerin, mülk sahiplerinin siyaseti doğası gereği kirlidir ve terör siyaseti kirin zirvesi sayılabilir.
Emekçi sınıfların siyasetindeyse terör geçici olarak, basit bir alet olarak bile yer bulamaz, hatta bir kereliğine bile ödünç alınamaz. Etik bir ilke sayabilirsiniz bunu.
Lakin bugün terörün sahibi olan burjuva siyaseti, solu karalamak için terörist suçlamasını hoyratça kullanabilmektedir…
Terörün, yani dehşet yaratarak politik avantaj kazanma yolunun, bunu kullanan herkesin işine yarayabileceği düşüncesi yanlıştır. Solun işine yaramaz. Bu kulvara giren sol, siyasal ilişkileri domine etmekte kendinden daha güçlü aktörlerin oyuncağı olma riskini almış demektir. Bu alet nötr değil, burjuvadır. Terörün sol adına kullanıldığını sandığınız sırada neye hizmet ettiğiniz şaşmış olabilir. Büyük olasılıkla şaşar da…” (abç) (Aydemir Güler, 2 Temmuz 2016)
Sonuç olarak, yalancılar dergahının eşbaşkanı “terör sınıf mücadelesinde bir burjuva enstrümandır” diyerek kestirip atar.
Şimdi devrimler tarihinde Büyük Devrim olarak yer alan 1789 Fransız Devrimi’ndeki “jakoben terörü” denilen dönemin önderi Robespierre’in “terör”e ilişkin sözlerini okuyalım:
“Devrimci hükümet teorisi, kendisine hayat veren devrim kadar yenidir. O, ne devrimi öngörememiş politik yazarların kitaplarında, ne de güçlerini kötüye kullanmanın mutluluğuyla, bu gücün meşruiyetini sorgulamaya boş veren zorbaların yasalarında aranıp bulunamaz. Aristokratlar için bu sözcük bir yıldırı (terör) konusu, bir iftira ifadesidir; zorbalar için bir skandaldır; başkaları için bir muammadan ibarettir…
Yıldırı (terör), yurtseverlerin ya da zavallıların yüreklerinde değil, ama yabancı soyguncuların saklandıkları, ganimetleri paylaştıkları ve Fransız halkının kanını içtikleri inlerinde egemen olmalıdır.
Barış zamanında halk hükümetinin dayanağı erdem ise, devrimde hem erdem, hem terördür; terörsüz erdem güçsüzdür, erdemsiz terör kıyıcıdır. Terör, işini çabuk gören, sert, bükülmez adaletten başka bir şey değildir; bu yüzden erdemin bir türevidir; özel bir ilkeden çok, anayurdun acil ihtiyaçlarına uyarlanmış demokrasinin genel ilkesinin bir sonucudur…
Terörün despotik hükümetin dayanağı olduğu söylenir. Peki sizinki despotizme benziyor mu? Evet, özgürlük savaşçılarının elinde parlayan kılıçların, zorbaların uydularının kullandığı kılıçlara benzediği kadar benziyor. Bırakın despot, kendi kullarını terörle yönetsin; bir despot olarak buna hakkı var; Cumhuriyetin kurucuları olarak sizin de özgürlüğün düşmanlarını terörle sindirmeye hakkınız olacaktır. Devrim hükümeti, zorbaların üzerinde özgürlüğün despotizmidir.” (M. Robespierre, Siyasal Ahlak İlkeleri Üzerine, 5 Şubat 1794)
Şimdi terör konusunda Lenin’in değerlendirmesine bakalım:
“Devrimci bir partinin, sadece devrimci bir sınıfın hareketine gerçekten kılavuzluk [aynen böyle] ettiği zaman kendi adına layık olacağını akıldan çıkarmamalıyız. Herhangi bir halk hareketinin sonsuz biçimlere sahip olduğunu, sürekli yeni biçimler geliştirdiğini ve eskileri attığını, değişiklikler yaptığını ya da eski ve yeni biçimlerin yeni bileşimlerini yarattığını akıldan çıkarmamalıyız.. İlke olarak şiddeti ve terörizmi hiç reddetmeksizin, kitlelerin doğrudan katılımını getirecek ve bu katılımı güvenceye alacak şiddet biçimlerinin hazırlığı için çalışılmasını istedik. Bu görevin zorluklarına gözlerimizi kapatmıyoruz, ama bunun ‘belirsiz ve uzak bir geleceğin’ konusu olduğuna ilişkin itirazlara aldırmadan, bu görevi yerine getirmek için kararlılıkla ve sabırla çalışacağız. Evet beyler, biz sadece hareketin geçmişteki biçimlerini değil, gelecekteki biçimlerini de savunuyoruz. Biz, geçmiş tarafından mahkum edilmiş şeylerin ‘kolay’ bir tekrarını değil, gelecek vaadeden uzun ve güç bir çalışmayı yeğliyoruz.” (abç) (Lenin, Devrimci Maceracılık.)
Görüldüğü gibi, Lenin, çok açık ve net bir biçimde “terörizmi” (ve şiddeti) ilke olarak reddetmez. Ama bizim yalancılar dergahının eşbaşkanı, bu açık ve net ifadelere rağmen terörün “bir burjuva enstrümanı” olduğunu söyler.
İşte dünün marksizm-leninizmi tahrif eden oportünistleri ile günümüzün yalana dayalı oportünizmi arasındaki fark buradadır.
“Eskide” kalmış oportünistler, en azından böyle bir “tez” ortaya attıklarında, bunu değişik alıntılarla haklı ve doğru göstermeye çalışırlardı. Bugünün yalancı oportünistleri böyle bir şeye hiç ihtiyaç duymazlar. Onlar yalan “tez”lerini yazmak ve söylemekle yetinirler. Ne de olsa “steril” ortamlarda büyütülmüş ve hiçbir teorik bilgiye sahip olmayan bir “kitle”ye sahiptirler. Onlar da öylesine edilgenleştirilmiştir ki, “zirve”dekiler ne söylerse onu hap gibi yutarlar.
Son olarak belirtelim ki, oportünizmin tahrifattan yalancılığa bu evrimi, aynı zamanda Türkiye devrimci hareketinin gerilemesinin bir sonucu ve ürünüdür. Oportünist tahrifatın ötesine geçmiş olan bu yalanlar karşısında gerçekleri sadece devrimciler ortaya koyabilir ve onların gerçek yüzlerini teşhir edebilir. Zaten tahrifkar ya da yalancı her türlü oportünizme karşı mücadele devrimci mücadelenin bir parçasıdır.