Bir TKP bölüntüsünün genç bir “teorisyen”i böyle söylüyor.
Bu “teorisyen”, “olağanüstü mücadele”den söz ederken, içinde yaşanılan duruma ilişkin de bir “saptama” yapıyor.
Buna göre, ortada bir OHAL var, ama bunun “ötesinde”, “bir siyasal-hukuksal rejimin kuruluşu, devlet aygıtının ve bürokrasisinin yeniden yapılandırılması, anayasanın ve yasaların dönüştürülmesi, adlı adınca tek adam diktatörlüğünün, saltanat ve hilafet hevesiyle donanmış bir yönetim tarzının inşası” (agy) söz konusudur; bu da “olağanüstü bir hal”dir.
Böylece içinde yaşadığımız durum ve bu durumun “geleceği” bir çırpıda ifade edilmektedir. Bu “durum”dan çıkan “sonuç” da, “olağanüstü mücadele gerekliliği” olmaktadır.
Buradan anlıyoruz ki, bugün “ne oluyor?” sorusunun fazlaca önemli olmadığı bir dönemdeyiz. Olayların ve olanların gizlisi-saklısının kalmadığı bir dönemdir bu. Dolayısıyla “olağan” zamanlardan farklı, yani “ne oluyor bu memlekette?” sorusunun sorulduğu ve buna yanıt arandığı zamanlardan, herşeyin “herkesçe” bilindiği zamanlara geçilmiştir. Bu durumda da, “doğası gereği”, durum tahlili yapmak pek de önemli değildir.
Durum tahlili gereksizleştiği oranda, bu tahlilden çıkartılacak devrimci taktikler de (ne yapmalı?), mücadele yolları ve biçimleri de o kadar önemli değildir. Bunun yerine, “kafiyeli” bir söylemle, “olağanüstü halde olağanüstü mücadele gerekir” demek yeterlidir. “Zaten devrimcilik, esas olarak, olağanüstü hallerde, normal olmayan koşullarda yapılan iştir.” (agy)
“Doğası gereği”, böylesine “olağanüstü halde olağanüstü mücadele”nin ne olduğu ya da ne olacağı sorusu ortaya çıkmaktadır. Böyle bir soru karşısında da “teorisyen”den “olağanüstü mücadele”nin ne olacağına ilişkin bir yanıt beklemek herkesin hakkıdır.
Yanıt şöyledir:
“Bugün AKP/Saray Rejimi’nin karşısına dikilen ilerici, cumhuriyetçi, özgürlükçü direnç tek bir hedefe yönlendirilmeli ve güçlendirilmelidir. Türk ve Kürt yoksulları, laiklik ve adalet arayışında olan yurttaşlar, kadınlar, gençler, Aleviler farklı farklı kanallarda cılızlaşıp kaybolan kavgayı bir araya getirmenin, AKP/Saray Rejimi’nin karşısına yekvücut olarak çıkmanın yolunu bulmalıdır.” (agy)
Görüldüğü gibi, “olağanüstü hal”den, “olağanüstü mücadele”den söz eden “teorisyen”imiz, “olağan zamanlarda” sürekli sözü edilen “
solda birlik” tekerlemesini yinelemekten öteye geçmemektedir. Bu tekerlemenin de hiçbir “olağanüstü” tarafı yoktur.
Öyleyse, “teorisyen”imizin “olağanüstü mücadele gerekir” kafiyesinden “başka”, yani “olağan zamanlar”ın dışında bir şeyler “anlamamız” mı gerekiyor? Ya da “teorisyen”imiz “olağan hal”lerdeki “olağan mücadele”nin “ötesinde” bir şeyleri mi ima ediyor? Örneğin, “olağan hal”lerde “olağan” olduğu üzere “işçilerin arasına gitmek”, onları “bilinçlendirmek”, “örgütlemek” ve buna paralel olarak yürütülen “ekonomik ve demokratik mücadele”nin “ötesinde” (yani “olağanüstü mücadele”yle) ne “ima” edilmektedir?
Che Guevara’nın sözleriyle, “örneğin kışlalara ve trenlere saldırmak, köprüleri uçurmak, katilleri ve işkence uzmanlarını cezalandırmak, dağlara çıkıp ayaklanmak ya da yumruklarımızı sert ve kararlı bir biçimde kaldırarak, ... son kurtuluş mücadelesinin kesin müjdesini vermek gibi” olağan olmayan mücadele mi “ima” ediliyor?
Hiç kuşkusuz, burada “teorisyen”imizin neyi “murat” ettiğini niyet okuyarak saptayacak durumda değiliz. Ama Che’nin söylediklerini “ima” etmediği kesindir. Bu nedenle, “teorisyen”in kafiyeli “motto”sunun olağan zamanların olağan tekerlemesinin (“solda birlik”) ötesinde bir şeyleri “ima” ettiğini düşünmek abesle iştigaldir.
[1*]
Elbette “sosyalist geçinen herkes gibi”, onların da
subjektif (öznel)
niyeti genellikle devrimin olması doğrultusundadır. Onlar da, halkın silahlanıp ayaklanmasını ve hatta silahlanan halkın ayaklanmasının başına geçmeyi de isterler. Ama hiçbir koşulda (“olağanüstü” koşullar da dahil) savaşmaya cesaret edemezler. Bu nedenle subjektif niyetler değil, objektif (nesnel) gerçekler önemlidir. Bir “teorisyen”in objektif gerçeği ise, onun kendi söyledikleri ve yazdıklarıdır. Bu açıdan bakıldığında yazılan ve söylenenlerde “ima”lar aramak, yukarda ifade ettiğimiz gibi, abesle iştigaldir.
Evet, bugün ülkede olağanüstü bir durum vardır. 15 Temmuz darbe girişiminin (“allahın lütfu”) ardından ilan edilen OHAL ve buna dayandırılan uygulamalar sözcüğün tam anlamıyla olağanüstü bir durumdur. Bir kararname ile yüzlerce legal kuruluş kapatılmakta, sudan bahanelerle insanlar tutuklanmakta ve işkenceden geçirilmektedir (Binali Yıldırım’ın “onlar için idamdan daha ağır cezalar vardır” sözünün gerçekliği). Artık legalizmin dayanağı olabilecek “legal olanak” kalmamıştır. Diğer bir ifadeyle,
legal olanaklar tümüyle tükenmiştir, tüketilmiştir. Legalizmin ve oportünizmin “olağan mücadele”sinin
[2*] dayanakları ortadan kalkmıştır. Bu koşullarda “legal mücadele”ler
illegal hale gelmiştir. Diğer sözcüklerle, mevcut düzenin yasallığı içinde yürütülen
yasal faaliyetler OHAL koşullarında
yasadışı faaliyetler olarak kabul edilmektedir. Görüntüsel olarak varolan (ve AB reformlarıyla makyaj yapılmış) demokratik hak ve özgürlükler bile kullanılamamaktadır, daha doğru bir deyişle siyasi iktidar tarafından kullanılmasına “izin” verilmemektedir. Polisi, ordusu ve diğer güçleri ile kitlelere karşı, FETÖ paravanası altında, tam bir tenkil
[3*] politikası uygulanmaktadır.
İşte “olağanüstü durum” budur. Bu durumda ve bu duruma karşı mücadelede “olağanlık”tan zaten söz edilemez.
Sorun, “olağanüstü durum” ve bu durumda “olağanüstü mücadele gerekir” kafiyesi düşmek değildir. Bu “olağanüstü” koşullarda mücadele etmektir. Asıl olan bu mücadelenin adını koymaktır, niteliğini belirlemektir. Ve bunlar da yıllar öncesinden çok açık ve net biçimde ortaya konmuştur:
“Emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik mücadelelerinin, oligarşik diktatörlük –isterse temsili görünüm içinde olsun– tarafından terörle bastırıldığı merkezi otoritenin ordusu, polisi, vs. ile ‘dev’ gibi güçlü olarak halk kitlelerine gözüktüğü, gizli işgalin var olduğu bu ülkelerde, kitlelerle temas kurmanın, onları geniş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyası ile devrim saflarına kazanmanın temel mücadele metodu silahlı propagandadır.
Silahlı propaganda, askeri değil politik mücadeledir. Ferdi değil, kitlevi mücadele biçimidir. Yani silahlı propaganda, pasifistlerin iddia ettiği gibi kesin olarak terörizm değildir. Bireysel terörizmden amaç ve biçim olarak farklıdır.
Silahlı propaganda, belli bir devrimci stratejiden hareketle, emekçi kitlelere elle tutulur, gözle görülür maddi ve somut eylemlerden hareketle, soyuta gider. Maddi olaylar etrafında siyasi gerçekleri açıklayarak, kitleleri bilinçlendirir, onlara politik hedef gösterir. Silahlı propaganda, halkın düzene karşı olan memnuniyetsizliğini ajite eder, onları emperyalist beyin yıkamanın giderek etkisinden kurtarır. Önce kitleleri sarsar, giderek de, bilinçlendirir. Merkezi otoritenin görüldüğü gibi güçlü olmadığını, onun kuvvetinin herşeyden önce yaygara, gözdağı ve demagojiye dayandığını gösterir.” (Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III.)
“Olağanüstü halde olağanüstü mücadele”nin yolu ve yöntemi budur.
Hiç kuşkusuz “teorisyen”imiz, Mahir Çayan yoldaşın yukarda ifade ettiği bir “olağanüstü mücadele”den söz etmemektedir, hatta böyle bir mücadelenin “ima”sını bile yapmamaktadır. “Gözlerine” baktığımızda bile böyle bir mücadeleyi önerdiği anlaşılmamaktadır.
Belki gençliğin getirmiş olduğu bir toyluktan, belki SİP-TKP’sinin “steril” ilişkilerinden kendilerini ayırmalarının olağanüstülüğüyle coşkun ve uyaklı bir söylem tutturmuştur. Ama sonuçta “solda birlik” oluşturulmasından öteye geçememiş olması kendisi için bir talihsizlik olmuştur.
Elbette bu “teorisyen”imizin hakkını da yememek gerekir. SİP-TKP’sinin iflah olmaz ve “steril” pasifizminden (ne yazık ki, legalizminden değil) kendi çaplarında bir çıkış bulmuşlardır. Üstelik “saf” bir söylemle sıkıştırılmış “komünistlik”in aynı zamanda devrimcilik olduğunu kabul etmişlerdir. SİP-TKP’sinin “yaşlılar”ının emeklilik hazırlığının bir parçası olarak partiyi gençleştirmelerinin bir sonucu olmuşlardır. Zaman zaman devrimci teorinin en temel unsurlarından olan bunalım dönemleri kavrayışına yaklaşmışlar (ki “teorisyen”imiz de “Periyodizasyon” yazılarıyla en azından söylem düzeyinde bu eğilimi göstermiştir), “devrimci-demokratlar” türünden SİP-TKP’sine özgü aşağılamayı terk etmişler ve hatta silahlı devrimci mücadeleye (az da olsa) sempati bile gösterdiklerini değişik ifadelerle ortaya koymuşlardır.
Ama ne yazık ki, “komünist emekliliğe” hazırlanan “yaşlılar”a başkaldırırken, ne söylediğini hiçbir zaman açıkça ifade etmeyen bir başka “teorisyen yaşlı”nın himayesine girmişlerdir.
Bugün olağanüstü bir dönem yaşanmaktadır. İktidar her türlü meşruiyetini yitirmiştir. Böylesi bir iktidara karşı “direnmek”, “silahlı mücadele” yürütmek haklı, meşru ve doğru tek mücadeledir. Üstelik bu olağanüstü mücadele, sadece olağanüstü dönemlerin değil, her dönemde geçerli bir mücadeledir. SİP-TKP’sinden kopmayı göze almış, ama yine de legalizmin sınırlarının ötesine geçememiş “teorisyen”imizin içinde yer aldığı oluşumun, en azından tekil bireyler düzeyinde olağanüstü halde olağanüstü mücadele”nin gerçekliğini ve yapılabilirliğini görmelerini umuyoruz. Aksi halde, “olağanüstü halde olağanüstü mücadele gerekir” sözü basit bir tekerlemeden öte bir anlam taşımayacaktır.