Değiştirilmiş haliyle 1982 anayasasına göre her türlü meşruiyetini kaybetmiş bir iktidar koşullarında yaşıyoruz. Cumhurbaşkanı olarak Recep Tayyip Erdoğan, mevcut anayasadan ve yasalardan almadığı bir yetkiyi kullanmaktadır. Sözcüğün amiyane ifadesiyle, “astığı astık, kestiği kestik”tir. Mevcut anayasaya göre bakanlar kuruluna ait olan yürütme gücünün cumhurbaşkanına verilen istisnai yetkileri genel (ve elbette fiili) yetkiler haline getirilerek Recep Tayyip Erdoğan tarafından kullanılmaktadır. Estirilen devlet terörüyle, kuralsız ve gerekçesiz gözaltılarla ve gözaltılardaki işkencelerle, yüzbinlerce kişinin “FETÖ” iddiasıyla memuriyetten men edilmesiyle yaratılan korku ortamında tüm yargı bürokrasisi yürütmenin emrine sokulmuştur. Yasama organı, yani TBMM, AKP’nin sayısal çoğunluğu altında uzun zamandır yürütmenin uzantısı durumundadır.
Bütün bunlar mevcut iktidarın (ki kesinkes Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel iktidarı durumundadır) anayasal bir meşruiyete sahip olmadığını gösterir. Diğer ifadeyle, Recep Tayyip Erdoğan iktidarı gayrı-meşrudur.
İşte bu koşullarda Devlet Bahçeli, dolayısıyla MHP devreye girmiştir.
Devlet Bahçeli, anayasal meşruiyetini yitirmiş Recep Tayyip Erdoğan iktidarına yeni bir anayasa çerçevesinde meşruiyet sağlamaya soyunmuştur. 15 Ekim günü, “Başkanlık sistemine geçme arzusu taşıyanlar bir de fiili durum yaratmıştır. Bu fiili durum bu şekliyle devam ederse Türkiye bir kriz ve kaos ortamına sürüklenebilir. Bunu aşmak lazımdır.” beyanında bulunarak bu “meşruiyet” girişimini başlatmıştır. Milliyetçi-faşist MHP’nin islamcı-faşist AKP’ye ya da Devlet Bahçeli’nin Recep Tayyip Erdoğan’a meşruiyet sağlama çabası basit bir “politik girişim” değildir. Bu çaba, MHP ile AKP arasında uzun vadeli bir “ittifak” (“stratejik ittifak”) oluşturmayı hedeflemektedir. Yani Türk-islam sentezinin maddileştirilmiş bir siyasal oluşumu gündemdedir.
Bu “stratejik ittifak” oluşumu 7 Haziran seçimleriyle birlikte başlamıştır. Devlet Bahçeli izlediği “politika”yla 7 Haziran seçimlerinin “yok hükmünde” sayılmasını sağlamıştır. “Dolmabahçe mutabakatı”nın ortadan kaldırılmasıyla verilen “mesaj”ın ardından Devlet Bahçeli’nin “jesti”yle “barış süreci”nin sona erdirilmesiyle sürmüştür. Ardından Suriye’ye “IŞİD terörüne karşı sınır güvenliğini sağlama” paravanası altında müdahale edilmesi kapalı kapılar arkasında oluşturulmuş olan MHP-AKP ittifakının bir sonucudur.
Bugün Devlet Bahçeli’nin Recep Tayyip Erdoğan’a meşruiyet sağlama çabası bu sürecin sonucu olurken, aynı zamanda sürecin devam edeceğinin de açık ifadesidir.
Hiç kuşkusuz Devlet Bahçeli’nin Türk-islam sentezi penceresinden bakarak Recep Tayyip Erdoğan’a meşruiyet sağlama çabası, AKP’nin oy tabanının genişletilmesinden öteye geçmemektedir. Diğer ifadeyle, Devlet Bahçeli aracılığıyla MHP’nin seçmen kitlesi ve faşist-milis örgütlenmesi Recep Tayyip Erdoğan’ın emrine verilmektedir. Bu “ittifak” ve faşist milislerin Recep Tayyip Erdoğan’ın emri altın sokulması 15 Temmuz gecesinde “sokak”ta maddeleşmiştir. Bugün süregiden anayasa değişikliği ile meşruiyet sağlama çabası bu maddeleşmenin meclis politikasına yansımasından ibarettir.
Devlet Bahçeli’nin anayasa değişikliği ile Recep Tayyip Erdoğan’ın fiili diktatörlüğüne meşruiyet sağlama ve bu fiili diktatörlüğe MHP’yi ortak yapma girişimi, sözcüğün hukuksal anlamıyla gayrı-meşru bir iktidara meşruiyet sağlamaz. Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, bu girişim sadece Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidar tabanının genişletilmesine hizmet eder. Zaten AKP çoğunluğuyla işlevsiz bırakılmış olan parlamento, bu girişim sonucunda tam olarak devreden çıkartılarak milliyetçi-islamcı faşist iktidarın sıradan bir “danışma kurulu” haline dönüşecektir.
Ancak bu gelişmenin en önemli sonucu, Recep Tayyip Erdoğan’ın Mısır’daki “Sisi darbesi”yle birlikte başlattığı ve 15 Temmuz’da deneyimden geçirdiği iç savaş güçlerinin MHP’li faşist milislerle takviye edilmesidir. (Zaten pratikte bu fiilen gerçekleşmiştir.)
Bilinebileceği gibi, Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş hazırlıkları asıl olarak islamcı kesimlerle başlamıştır. Genel ifadeyle, “radikal islamcılar” Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş hazırlıklarının en temel unsuru durumundadır. Giderek Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden iç savaş hazırlıkları kurumsallaştırılmıştır.
2015 yazından PKK’ye yönelik operasyonlar bir çeşit iç savaş ilanının başlangıcı olmuştur. IŞİD’in 10 Ekim 2015’deki Ankara katliamı, sözcüğün tam anlamıyla bir iç savaş ilanıdır.
Ama ne PKK, ne de Türkiye solu böyle bir iç savaş ilanını beklemediklerinden ve iç savaş ilanına baştan boyun eğdiklerinden iç savaş karşıt güçlerin savaşı biçiminde fiilen gerçekleşmemiştir. Dolayısıyla da Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş ilanı, “karşı gücün” boyun eğmesiyle fiili bir kitlesel çatışmaya dönüşmeyerek “zafer”le sonuçlanmıştır.
15 Temmuz gecesinde ve ertesinde “sokak”lara çıkartılan iç savaş güçleri bir “zafer alayı” düzenlemişlerdir. Bu “zafer alayı”, OHAL ilan edilmesinin ve “FETÖ” adı altında yürütülen baskıların yoğunluğunun ve genişliğinin temel nedenidir.
Bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş güçleri MHP’li faşist-milislerle daha da güçlendirilmiştir. Öte yandan MHP’yle kurulan “ittifak” aynı zamanda kitle tabanını genişletmiştir. Bu sayede “referandum”lar aracılığıyla islamcı-faşist tek adam iktidarının sürdürülebilmesinin koşulları da sağlanmıştır.
Bütün bunlar, nüfusun %60’ının nüfusun %40’ına karşı mutlak biçimde bir iç savaş için örgütlenmesi demektir.
Daha önce belirttiğimiz gibi, Recep Tayyip Erdoğan’ın %50’yle iç savaş ilanı toplumsal muhalefeti hazırlıksız yakalamıştır. Onlarca yıldır toplumsal muhalefete egemen olmuş olan legalizm ve neo-liberal solculuk bu hazırlıksızlığın en temel nedenidir. Onlar, herşeyin AB’nin “himayesindeki” sandıksal demokrasi içinde kalınarak değiştirilebileceğini düşündürülen kitleler “barışçıl” yollardan iktidar olunabileceğine bile inandırılmıştır. “Her türlü şiddete karşıyız” savlarıyla biçimlendirilen toplumsal muhalefet iç savaş hazırlıklarını bile görmezlikten gelmiştir. Kendi çocuklarını aynı mantık içinde “barışsever” olarak yetiştirenler, herşeyin “husuletle ve suhuletle” halledileceğine inandırılanlar kaçınılmaz olarak iç savaş ilanı karşısında evlerine saklanmışlardır. Bugün sol kitlenin içinde bulunduğu eylemsizliğin, sessizliğin ve suskunluğun arka planında bunlar yatmaktadır.
Evet, hiç kimse devletin tüm araçlarıyla, özellikle de özel harekat polis ve askerleri aracılığıyla yürütülen iç savaş ilanı karşısında direnme ve savaşa girişme olanağına sahip değillerdir. Ama bu sadece iç savaş güçlerinin kendi güçlülüğünden kaynaklanmamaktadır. Onlarca yıldır “barışsever” olmuş bir kitlenin “savaş”ma iradesi zaten yoktur. Bunun en tipik görünümü ise, silahlı devrimci mücadelenin sol kitlenin gündeminden çıkartılmış olmasıdır.
Geçmişin “silahlı” örgütlenmeleri, “zamanın ruhu”na uygun olarak kendilerini legalize etmişlerdir. Ayrıca akılalmaz bir hokkabazlıkla birileri “silahlı örgüt” görünümü altında ortaya çıkartılmışlar ve zaman zaman solda etkin hale gelmişlerdir. Kimileri “dağlar”da “gerilla” olarak ayları ve yılları eylemsiz ve hareketsiz olarak geçirirken (ve elbette kendilerini sürekli gizleyerek), “feda eylemleri” ya da tekil-bireysel silahlı eylemlerle “biz savaşıyoruz” söylemi geliştirilmiştir.
Böylece ülkede, kimi zaman düşük yoğunluklu, kimi zaman açık çatışmalar boyutunda süre giden silahlı eylemler sadece PKK tarafından yapılan ve yapılabilecek olan eylemler olarak görülmüş ve öyle kalmıştır.
Kitle eylemleri ise, 2013 Gezi Direnişi’nin “menkıbeleri” ve “anıları” içinde sıradanlaşmış ve kitlesel niteliğini yitirmiştir. Ama aynı zamanda “barışçıl kitlesel eylemler” düzeyinde tutulmaya çalışılmıştır.
Oysa karşı taraf, “dinine, kinine sadık bir nesil” oluşturmaktadır. Bunlar toplumsal muhalefeti “şeytan” olarak görmenin ötesinde büyük bir kine sahiptirler. 15 Temmuz gecesi “sokak”larda “darbeci askerler”e karşı gösterilen şiddet bu kinin bir yansımasıdır. Bu kindar kesimin “demokrat”lığından söz etmek ya da böyle bir şey beklemek ne kadar saçma ise, bu kesimlerin kendi istedikleri koşullarda kinlerini fiilen somutlaştıracakları da o kadar kesindir.
Hiç kuşkusuz bu durumu değiştirmenin tek yolu, sözcüğün devrimci anlamında örgütlenmektir. Ancak bu örgütlenme hiç de kolay değildir. Legalistler tarafından denetim altında tutulan “sol kitle”nin birden ve kısa sürede devrimci bir örgütlenmeye yönelmesi beklenemez. Legalistlerin denetimindeki kitlelerin bugün sindirilmiş, korkutulmuş ve evlerine kapanmış hale getirilmesi bile bu gerçeği göstermektedir. Ama bu kitlenin devrimci bir örgütlenmeye sahip kılınması da zorunludur. Elbette bu örgütlenme silahlı ve gizli bir örgütlenme olmak durumundadır.
Gayrı-meşru bir iktidarın her türlü “legal olanakları” ortadan kaldırdığı, buna rağmen bunun ne anlama geldiğini bile “algı”layamayan toplumsal muhalefetin kendiliğinden böyle bir örgütlenme arayışına ya da girişimine kalkışmayacağı da açıktır. Her ne kadar gayrı-meşru bir iktidara karşı “direnme hakkı”nın meşruiyetinden söz edilirse edilsin, bunun gereklerini yapacak kitleler olmadıkça söylenenler “boş sözler” olarak kalacaktır.
Kitleler şu gerçeği bilmek zorundadırlar: Devlet Bahçeli’nin Recep Tayyip Erdoğan’ın gayrı-meşru iktidarını anayasa değişikliğiyle meşrulaştırmaya çalışması boş bir çabadır. Toplumsal onayla oluşmamış bir anayasayla meşruiyet geri kazanılamaz. Bu nedenden dolayı, “eskiye dönüş”, “olağanüstü hal”den “olağan hale” geçiş olanaksızdır. Gayrı-meşru iktidarın “yarın” ne yapacağı da öngörülemez. Öngörülebilir tek gerçek, baskının, keyfi tutuklamaların, işkencenin vb. tüm toplumsal muhalefet güçlerini kapsayacak biçimde sürüp gideceğidir. (Burada hemen belirtelim ki, toplumsal muhalefet güçlerinden yılgınlığa düşenler ve teslim olanlar kendilerini bu gelişmeden kurtarabileceklerini düşüneceklerdir. Genellikle küçük-burjuva mantığıyla böyle düşünenler gayrı-meşru iktidara karşı mücadele edilmesine ve savaşılmasına da karşı çıkacaklardır. Eskilerdeki söylemle, “aman uslu durun, yoksa faşizm gelir” denilecektir. Doğal olarak da, gayrı-meşru iktidara karşı direnenler baskının genişlemesinden sorumlu tutulacaklardır. Bu da legal toplumsal muhalefetin son nefesini vermesi demektir.)
Sokaklardan çekilmiş, evlerine kapanmış, suskun ve sessiz kitleler, sokağa çıkmalarına vesile olacak “meşru” bir neden olmaksızın sokağa çıkmamaktadırlar. Daha doğrusu sokağa çıkmalarını kendi yasallık mantığı içinde “olağan” gösterebilecek bir neden olmadığı sürece sokaktan uzak durmaktadırlar. 10 Ekim Ankara katliamı ve ardından HDP ile CHP’nin kitlesel mitingleri iptal etmesiyle birlikte toplumsal muhalefet saflarında “canlı bombaya hedef olma” korkusu belirgin biçimde egemen olmuştur. Daha açık ifadeyle, onlarca yıl silahlı mücadeleden uzak durmuş ve hatta silahlı mücadeleye (“barışçıllık” adına) karşı çıkmış bir kitlenin böylesi bir ölüm korkusuna kapılması pek de şaşırtıcı değildir.
Ama herkesin çok iyi bildiği gibi, “ölüm yaşayanı yakalar”. Ne kadar sağlıklı beslenirlerse beslensinler, ne kadar hijyenik olurlarsa olsunlar, bir “fani” için ölüm kaçınılmazdır. Nazım’ın dizeleriyle söylersek, “Karayılan/Karayılan olmazdan önce/kara yılanın encamını görünce/haykırdı avaz avaz/ömrünün ilk düşüncesini:/“İbret al deli gönlüm!/demir sandıkta saklansan bulur seni,/ak taşın ardında kara yılanı bulan ölüm!”
Dün, “soyut bir gelecek için somut bugünden vazgeçilemez”i neredeyse bir “yaşam pusulası” haline getirmiş olan küçük-burjuva aydınlarının ölüm korkusu, üzerinde tepindikleri, hükümranlık kurdukları toplumsal muhalefette de egemen oldu. Artık uğruna ölümü göze alabilecekleri hiçbir şeyleri yoktu, hiçbir şey görmüyorlardı. Bunun sonucu olarak da Gezi Direnişi’nde “taş atma”yı bile bir “şiddet” eylemi olarak gördüler. Nesnel olarak devrim durumunun ortaya çıktığı ve silahlı bir ayaklanmanın koşullarının belirginleştiği zamanda bir kitlesel eylem kendiliğinden başladığı gibi kendiliğinden sona erdi. Bu durumu kitlelerin örgütsüzlüğüne bağlayanlar bile (elbette legalistler) ayaklanmayı, silahlı bir ayaklanmayı ya da silahlı bir başkaldırıyı akıllarının ucundan bile geçirmediler.
İşte bu zeminde 10 Ekim Ankara katliamına gelindi ve suskunluk, sessizlik vb. olarak tanımlanabilecek bir dönem başladı.
Böylesine sindirilmiş ve pasifize edilmiş bir kitlenin gayrı-meşruluğu ayan-beyan ortada olan bir iktidara karşı “direnme hakkı”nı kullanması elbette olası değildir. Kendileri kadar herkesin de bildiği gibi, “direnme hakkı”, yalın bir pasif duruş, eve kapanma, evlerde saklanma vb. değildir. “Direnme hakkı”, her direniş hareketinde olduğu gibi, “düşman kuvvetlerinin, düşmanı niyetinden vazgeçirmeye yetecek kadar bir kısmını yok etmeye dönük bir faaliyettir” (Clausewitz).
Bugün gayrı-meşru iktidara karşı “birşeyler yapılmasının gerektiği” düşüncesinde olan herkes yeni baştan konumunu ve tutumunu değerlendirmek zorundadır. Eğer Devlet Bahçeli bile Recep Tayyip Erdoğan’ın gayrı-meşru iktidarını anayasa değişikliği ile “meşrulaştırmak” gerektiğini ileri sürebiliyorsa, bu değerlendirme ivedi olarak yapılmak zorundadır.
Hiç kimse kendisini yapılacak bir anayasa referandumunda “hayır”larda konumlandırarak bir çıkış arayışına kapılmamak zorundadır. İdam cezasından, hatta bu idam cezasını geriye dönük olarak uygulamaktan söz eden gayrı-meşru bir iktidar koşullarında en küçük bir “karşıtlık”a müsamaha edilmeyeceği gibi, “biat” etmeyenlerin, canlarını olmasa bile, tüm mal varlıklarını ve işlerini kaybedecekleri çok açıktır. Bundan kurtulabilmenin tek yolu, gayrı-meşru iktidarı kendi araçlarına eşdeğer araçlarla devirmekten geçer.
Bütün bunlar, halk kitlelerinin “zamanın birinde” topluca sokağa çıkıp gayrı-meşru iktidarın silahlı faşist-islamcı güçlerini yenilgiye uğratması biçiminde gerçekleşmeyecektir. Örgütsüz ve silahsız halk kitlelerinin böylesi bir “maceraya” kalkışmayacağı da bilinmek zorundadır.
Başlangıçta belki sadece bu gerçeklerin bilincinde olan “bir avuç insan” ortaya çıkacaktır. Bu “bir avuç insan”, kendisini legalizmden, oportünizmden ve neo-liberal sol söylemlerden kurtararak işe başlayacaklardır. Ve daha ilk andan itibaren legalistler, oportünistler ve de neo-liberal solcular tarafından “maceracı”, “terörist” olarak suçlanacaklar ve gayrı-meşru iktidarın tüm baskı ve şiddet uygulamalarını bu suçlamalarla aklamaya kalkışacaklardır. Tıpkı 12 Eylül öncesindeki devrimci mücadeleyi bir yana atarak herşeyin bir “komplo” olarak “algı”latılmaya çalışılması gibi; tıpkı 12 Mart darbesini “solun silaha sarılmasının bir sonucu” gibi sunulmasında olduğu gibi.
Bu “bir avuç adamın”, bir grup “fedainin” gayrı-meşru iktidarla “düellosu” olmayacaktır. Türkiye devrim tarihi geniş ve derin bir silahlı mücadele deneyimine sahiptir. Bu deneyime dayanarak gayrı-meşru iktidara karşı direnmek ve mücadele etmek olanaklıdır. Ve zafer, ancak bununla kazanılacaktır.